Ben bayramda Urfa ve Mardin’e gittim. Şimdi siz bu yazıyı klasik, “Şu otelde kaldım, aman ne güzeldi, filanca yerde bilmem ne yedim çok iyiydi, siz de gidin” yazısı sanacaksınız, yanılacaksınız. Bu bir reklam yazısı değil. Peşinen söyleyeyim katıksız bir insan kaynakları yazısıdır. Elimde olmadan bir şeyleri göklere çıkarırsam affınıza sığınıyorum, siz lütfen insan manzarası olarak değerlendirin.
Bu arada bu bölgeye daha önce gitmediyseniz lütfen gidin. Bilmediklerinizi bilmek, görmediklerinizi görmek, duymadıklarınızı duymak insanın içini acıtıyor, zenginleştiriyor ve güzelleştiriyor. Hepsi bir arada nasıl oluyor. Anlatması zor. Ben bölgede ayak bastığım yerlerden bazılarını daha önce gezmiş, görmüştüm, hiçbir şey fark etmedi ilk kez görmüş kadar etkilendim. İlk kez gördüklerim ise beni büyüledi. Ne çok şey öğrendim anlatamam. Ne mutluyum, kelimelere sığdıramam.
Tabii gezi boyunca performansımın bir bölümü başarılı değildi. Kilo alıp döndüm. Çok yediğim için bir gece sabaha kadar uyuyamadım. Her şeyi yemeğe kalktığım için midemin sınırlarını zorladım. Acılı, ekşili yedim, türlü türlü pide ve lahmacun yedim… Her gittiğim yerde ikram edilen çayı bayıla bayıla içtim. Acı kahveye çok takılmadım. O beni biraz aştı.
Uçakla Diyarbakır’a gittik. Oradan araba kiraladık ve Şanlıurfa’ya geçtik. Eski bir konaktan bozma otele yerleştik ve soluğu “sıra geceleri”nde aldık. Ne yalan söyleyeyim daha önce hiç katılmamıştım, nasıl bir şeydir bilmeden gidip yere bağdaş kurduk oturduk, yerde yedik, türkü dinledik, türkü söyledik ve çok eğlendik.
Ertesi gün daha önce otelle konuştuğumuz gibi bir rehber istediğimizi söyledik. Anlamadığımız bir telaş oldu, rehber Mehmet arandı bir türlü bulunamadı. Sonra otel sahibinin arkadaşı bir iş adamı bizimle dolaşmaya talip oldu. Bu arada rehber Ahmet’in adı geçti. Çok sözü edilmediği için üzerinde durmadık. Bu genç işadamıyla ahbaplığı koyultarak yola koyulduk.
Şanlıurfa sokaklarında dolana dolana gidiyoruz. Biraz duruyor biraz konuşuyoruz. Adamcağız rehber değil, bildiği ve kendisine anlatılan kadarını bize aktarıyor. Ama iyi vakit geçiriyoruz. Birazdan fiziksel sınırlarımı zorlayacak ve kaleye çıkacağım. Kapalı yerlerden nefret ettiğimi unutup ya da aldırmayıp, kalenin en tepesine bir mağaradan çıkacağım. Dışarı çıktığımda neredeyse yerleri öpeceğim. Sonra Balıklı Göl’e gidecek, balıkları besleyeceğim. Hayatımda böyle insan kılıklı balık görmediğim için şaşıracak ve tuhaf hissedeceğim. Sanki evde yemeklerde kullanırmışız gibi en acısından kırmızıbiber, yine acısından biber salçası ve bir sürü de parıltılı eşarp alacağım. İnanılır gibi değil. Asıl inanılmayacak olan benim ve küçük kızımın ve hatta eşimin kafalarımıza bunları sarıp günün geri kalan kısmını böyle geçirmemiz olacak.
Başa döneyim biraz. Bir ara yanımıza küçük bir çocuk geldi. Bizim yeni arkadaşımız Urfalı işadamı, onu yanaklarından öptü, bayramlaştılar. Biz de bayramını kutladık. Adı Ahmet. 13 yaşında. 7 kardeşi var. İlk cümle, okuduğunu söyledi. Ama üç yıl kaybetmiş… Annesi – babası bir yıl geç göndermiş okula, iki yıl da pamuk toplamaya gitmişler. Etmiş üç yıl. Dördüncü sınıfta hala… Ama dersleri iyi. Kardeşlerini sorduğumda bizim buralarda kız çocuklarını saymazlar ama benim 3 kız kardeşim var dedi. Meğer bu küçük çocuk bizim rehberimizmiş. Göğsünden aşağıya sarkan bir tane kartı var. Üzerinde Turizm Gönüllüsü yazıyor. Yana yakıla aranan Mehmet, abisiymiş. Onun başka misafirleri varmış bizimle olamayacakmış, küçük kardeşini göndermiş. Boynundaki kart rütbe gibi. Çok havalı. Görmeyin gitsin.
Valilik bölgede bir çalışma başlatmış, Urfa’da dağ taş rehber. Daha sonra anladım bunu. Çocukları turizm konusunda eğitmiş, bu miniklere de “Siz turizm gönüllüsü oldunuz artık” demiş. Bence özünde müthiş bir uygulama. Çocuklar sokakta sağa sola bakarak dolaşan bir yabancı görünce, hemen yaklaşıp bir şeye ihtiyacı olup olmadığını soruyorlar.
Bizim Ahmet nasıl gururlu anlatamam. Bir, iş yapıyor. İki, kendi harçlığını çıkarıyor. Sonra bir sorumluluğu var onun. Diğerlerinden farklı. Sokakta yürürken yanımızdan onun yarısı kadar bir çocuk geçiyor elinde sigara neredeyse kulaklarından da duman çıkaracak. Ben daha bir şey söylemeden o bana, “Annesi babası bu çocuğu iyi yetiştirmemiş abla” diyor, devam ediyor, “Ben daha ağzıma sigara sürmemişim…” “Aman sakın haa!”diyorum. “Olur, mu abla ölene kadar içmeyeceğim” diyor. “Aferin sana Ahmet” dememe kalmıyor karşıdan ellerinde oyuncak kalaşnikof, benim tanımlayamadığım çeşitli tüfek ve tabanca modelleriyle 10 ya da en fazla 15 kişilik bir çocuk ordusu üzerimize doğru geliyor. Tabii ki bize değil. Oradan geçiyorlar ama sanırsınız ki bir ordu. Hepsi bayramlıklarını giymiş, ellerinde tüfekler. Namlular yukarıya çevrilmiş. Bir havalar bir havalar. Meğer orada bu oyun türü çok popülermiş. Sonradan keşfediyorum ki bizim Ahmet’in de belinde bir tabanca var. Boncuk atıyor. “Ne yapıyorsun bununla” diyorum, anlıyorum ki tabancası olmadan dışarı çıkmıyor. Böyle görmüşler böyle büyümüşler… “Belki biraz oyun oynarım diye düşünmüştüm ama siz çağırınca işe geldim” demekle yetiniyor.
Küçük rehberimiz her şeyi ezberlemiş. Eğer bir noktada soru sorarsanız tekrar en baştan başlıyor. Ezberlediği için anlamamış. Özünde iyi olan bu uygulama sonucu standart eğitim sistemimiz bir kez daha karşımıza çıkıyor. Anlamadan anlatıyor. Türkçe ezber yaptığı yetmiyormuş gibi bir de anlattıklarının hepsini İngilizce ezberletmişler. Önce inanmıyorum, ama bir başlıyor İngilizce ezbere akıllara durgunluk verecek bir manzarayla karşılaşıyorsunuz. Ne dediğini anlamanız mümkün değil. Yabancı gelince, tarihi şiir okur gibi okuyor. Hiçbir söylediğinin ne anlama geldiğini bilmeden.
Ahmet’i üzmek istemiyorum, moralini bozmak da… Bütün gün bizimle canla başla dolaşıyor, anlatıyor. Bilmediklerini anlatıp duruyor. Dünya tatlısı zehir gibi bir çocuk. Doğrusunun bu olduğunu sanıyor.
Bu arada Enver’le de tanıştık. Balıklı Göl’ün yanında oturacak yer yoktu. Adının Enver olduğunu sonradan öğrendiğimiz genç tek başına oturuyordu. Onun masasına misafir olduk. Konuşmaya başladık. Hoş bir sohbet oldu. Enver 18 yaşında. Bayramın ilk günü giymiş lacilerini, içinde yakası açık beyaz gömleği var. Saçları geriye taralı. Sarma sigarasını ve çayını içiyor. Ufka ciddi ciddi bakıyor. Sanırsınız ki dünyanın tüm sorunları onun sırtında.
Eşi düşük yapmış onun için annesinin yanına göndermiş. İşsiz. Haftanın iki günü ya çalışıyor ya çalışmıyor. Çalıştığında günlük yevmiye 12 milyonu ancak buluyor. Bir annesi bir de eşiyle aynı evi paylaşıyor. Görücü usulü evlenmiş. Hiç okula gitmemiş. Gazete okuyabildiğini söylüyor. Eşini sevdiğini söylüyor.”Annem artık yaşlandım sana bakamıyorum, seni evlendirelim bana ev işlerinde yardımcı olacak biri gerek dedi, evlendim” diyor.
Ramazan’la Harran’da tanıştık. O da 10 kardeşten biri. Harran harabelerin yanı başında yaşıyor. İmam Hatip’te okuyor. O da bir başka Ahmet. Turizm Gönüllüsü. Nasıl ciddi anlatamam. Anlattıklarını, söylediklerini ciddiye alıyor. Yaptığı işi de. Anlattıkları ezber olduğu için su gibi akıp bitiyor. Bir çırpıda. Tur da öyle.
Başka rehber mi bulamadınız diye düşünüyorsunuz. Rehber yok ki… Bölgede hiçbir anıtın, hiçbir tarihi eserin, hiçbir cami ya da medresenin, manastırın broşürü yok. Girdiğinizde size o yapıyı anlatan Turizm Bakanlığı’nın hazırladığı birkaç cümlelik pirinç levha bulursanız şanslısınız. O da zaten doğru dürüst bir şey anlatmıyor. Çocukların anlattığı onların ötesine geçmiyor.
‘Yanına kitap al da git’ diyorsunuz içinizden. Ben ne yaptım sanıyorsunuz. Tarih Kurumu tarafından hazırlanan kitaplar var yanımda. Ama aradığınız daha başka.
Ramazan imam olacak yakında. Eminim zehir gibi bir imam olur. Ama birazdan onun bize aktardıklarını bir başka rehber (Turizm Gönüllüsü) arkadaşının daha farklı yorumladığını görüyoruz. Olsun. O da dinliyor bizimle… Ramazan’a bölgeye gelen diğer rehberleri dinleyip dinlemediğini soruyorum, o “şurada bir taşın üzerinde eski harfler var sizi oraya götüreyim” diyor. Bu arada eteğimden birbirinden güzel sümüklü kızlar çekiyor. “Abla bugün ben çok şeker yedim biliyor musun” diyor. Diğeri çok matah bir şeymiş gibi “Ben de“ diyor. Biraz evvel her ikisine de verdiğim avuç dolusu şekerlerin çoğunun çoktan midelerine indiğini fark ediyorum. “Ama dişleriniz çürür” diyorum. Zaten çürük olduklarını güldüklerinde görüyorum. Onlar bana “Bize biraz harçlık vermeyecek misin?” diye soruyorlar.
Bölge turizme açılıyor. Keyif… Üzüntü… Şaşkınlık… Çaresizlik… Hepsi bir arada.
Mardin’de rehber Mehmet’le tanıştım. Mehmet liseyi dışarıdan bitiriyor. Onun yaşı büyük. 36. Hiç evlenmemiş. Kısmet olmamış. İstanbullu annesine söz vermiş bitirecek liseyi. İstanbullu annenin adı geçince şaşırmamak mümkün değil. Mehmet doğma büyüme Mardin’li, Bir kaç yıl önce, Mardin’den göç etmiş bir Süryani ailesinin fertleri uzun zaman görmedikleri memleketlerini gezmek üzere Mardin’e gelmişler. Mehmet onlara rehberlik yapmış. Tesadüfen tanışıklık çok güzel bir dostluğa dönüşmüş. Büyük anne Mehmet’i o kadar sevmiş ki, manevi oğlum ol demiş. Mehmet memnuniyetle kabul etmiş. Annem diyor ona. Gerçek annesi ve ailesi köyde. Onları da anlatıyor zaman zaman ama İstanbullu anne bir başka.
Mehmet’le gezmek çok keyifli. Yaşından ve hayat görüşünden dolayı sınırlı tarih bilgisine çok güzel bilgiler ekleyebiliyor. Bölgede çok insan tanıyor. Çok insan da onu. Yolda yürürken sağdan soldan herkes bir merhaba deyip bayramını kutluyor.
Dinler şehri büyüleyici ama büyü hüzünle iç içe. Mardin Müzesi’nde doğru dürüst sergilenen eser yok. Eski Süryani Katolik Patrikhanesi bugün Mardin Müzesi.
Bayram süresince kapalı olan kepenkler bayramın son günü tek tük açıldı. Bayramın ertesi günü bambaşka bir Mardin çıktı karşıma. Her yer cıvıl cıvıl insan kaynıyor. Ama sefalet kol geziyor. Daracık sokaklarda eski püskü dükkanlar. Sözüm ona onarım görmüşler. Yağmur yağıyor her yeri su basıyor. Tarih Vakfı’nın hazırladığı Medeniyetler Kenti Mardin kitabını okurken arka bölümlerde yer alan resimlerden kendimi alamamıştım. Yıl 1950 Mardin’de balolar düzenleniyor. Kadınlar birbirinden güzel, bakımlı ve hoş. Erkekler simokinler içinde. Genç kızlar bir hoş bakıyor. Delikanlılar pırıl pırıl.
Bu tablo sanırım artık yalnızca birkaç kişinin albümünde ve bir de Tarih Vakfı kitabında yer alıyor. Böyle giyimli kuşamlı insanlar görmedim. Diyeceksiniz ki, biz de burada her gün şıkır şıkır dolaşmıyoruz… Ama! Yıl 2005…
Bugüne kadar kaldığım en güzel butik otelde konakladık. Tarih burada korunmuş. Hizmet eksik, ama olsun. Sahibiyle konuştum bayramın ertesi günü toplam 5 odası doluydu. Bayramdaki doluluğa aldanmamam gerektiğini, hizmeti vermek için adama, adamı tutmak için müşteriye ihtiyacı olduğunu söyledi.
Büyük bir deniz gibi uzanan Mezopotamya Ovası’na bakan odamızda günün yorgunluğunu atmaya çalışıyoruz. Birazdan güzel bir yemek için dışarı çıkacağız. Biraz odayı biraz dışarısını seyrediyor, bir yandan aramızda konuşuyoruz. Önümüzdeki avludan bağrışmalar gelmeye başladı. O da ne diye bir bakınca bir grup yerli turistin avluda kümelendiğini ve sinirli olduklarını fark ettik. İstanbul’dan gelen hoş giyimli insanlar. İçlerinden iki kadın diğerlerinden daha fazla bağırıyordu. Otel müdürü genç bir çocuk, etrafını çevirmişler, çocuk elleriyle kollarıyla anlatmaya çabalıyor ama nafile.
Dayanamayıp ne dediklerini duymak istedim. Verandadan dinliyorum. Kadınlardan genç olan bağırıyor ‘Beni nasıl burada kalmaya zorlarsın, bu ne haksızlık turun geri kalanı niye yukarıda kalıyor?’
Hemen küçük bir bilgi vereyim. Kaldığımız otel iki ayrı binadan oluşuyor. Orijinal bina konağın sahibine yani otelin kurucusu aileye ait. O ana cadde üzerinde değil. Zaten gidenleriniz bilir, Mardin’de tek bir ana cadde var. Onun üzerinde olmak mümkün değil. Ara sokaklar daracık ve yürüyerek katedilebiliyor. Otelin ikinci kısmı aslında resepsiyon ve restoran gibi bölümleri üstte. O ana caddede.
Biz özellikle cadde üzerinde değil de, ara sokaklardan geçerek gidilen otelde kalmak istedik. Hatta tam bir ara “Odamız yok ama yanlış olmuş” gibi sözler ediliyordu ki, oldu bittiye getirdik, yalvardık zorladık alttaki binaya kapağı attık. Abdülhamit de burada kalmış. Müthiş bir şey canım, anlatmakla bitmez.
Aşağıdan kadının sesi yükseliyor, “Nasıl bir ayırım yaptınız siz? Neden falanca yukarıda kalıyor? Neden ben aşağıdayım? Can güvenliğim yok benim. Can güvenliğimi kim koruyacak?”
Otelin müdürü, “Anlayamadım” demekle yetindi. Bu kadın can güvenliğim yok derken 8 yaşındaki kızıma baktım, bir de karşımdaki odada kalan İspanyol Konsolosluğu’ndan diplomatın 9-10 yaşlarındaki çocuğuna… Acaba hangimiz hata yapıyoruz. Bu kadın ne diyor diye düşünmedim bile. Ben doğrusunu yaptım. Can güvenliği olmadığını düşünen Mardin’e gelmez. Mardin’e gelen oranın yerlisini benim can güvenliğim yok diye rencide etmez. Biz kendi ülkemize ve halkımıza ne zaman sahip çıkacağız…
Uçaklarda yer olmadğı için Mardin’de bir gün fazla kaldık. Bayram sonrasını da gördük. Belediyenin kadrolu eşekleri ara sokakları temizlemeye başlamışlardı. Bayram bu, sayılı gün çabuk geçiyor. Bir bayram da böyle bitti.
Bizim ülkemiz çok güzel. Prens Charles’ın bunu bize hatırlatmasına gerek var mı?