Türkçe’de bütün kelimeler bir araya gelmiş, ipi bir tek “yasak” kelimesi göğüslemiş… Her şey her an yasak kapsamına girebiliyor. Yetmezmiş gibi, bir de yasaklılar var; yazması yasak, konuşması yasak, yürümesi yasak, nefes alması yasak olanlar. Yasak haber, yasak kitap, yasak resim, fotoğraf…
Diğer taraftan, şahane bir paradoks; ne kadar yasak, o kadar cazip. Çocuklara çikolata yasak, en cazip yiyecek. Cola yasak en cazip içecek. Şeker, un, tuz yasak, en cazip 3 beyaz. “Sır, sakla söyleme” deyin, en büyük iletişim…Örneğin, Julian Assange, ünlü yasaklı. Anımsamayanlar için, hacker. Bilgiyi öyle bir saldı ki, o nedenle hem bilgi hem kendisi kilit altına alındı. Hükümetleri, istihbarat odaklarını, dünya liderlerini, küresel bürokrasiyi, günlük siyaseti alaşağı etti. Ne kadar gizli saklı varsa açığa çıkardı. O gün, dünyanın en ünlü kaçağı ve tutsağı oldu. Artık sığınmacı… Yıllardır normal hayatın içine karışamıyor, saklanıyor. Saklandığı delikten burnunu çıkaramıyor, ama teknoloji sayesinde en uzak coğrafyada dinleyenlerle buluşabiliyor.Ece Temelkuran, aslen edebiyatçı. Renkli kişiliği ve kıvrak kalemi, kendisini ayrıca bir süre gazeteci-köşe yazarı olarak da tanımamıza vesile oldu. Medya kuruluşlarını peşinden koşturdu. Sonra artık “sana yasak” denenlere karıştı. Yanılmıyorsam 2012’deydi… Ne yasakmış kardeşim, daha popüler oldu.
Temelkuran’ın eğitimi hukuk olsa da o edebiyatı tercih etmiş, rüzgara kapılıp köşe yazarlığında soluk almış… Takipçileri onu güncel olayları toplumun farklı alt katmanlarını inceleyen yazılarıyla sevdi. Fazla yazdı, yasağa takıldı, kapıdan giremeyince bacadan girdi… sosyal medyada rekor kırdı. Yasaklı olup daha çok ilgi çekmeyi yorumlamasını istedim.
Gazete köşeniz ilgi çektiği için yoklara karışınca sosyal medyada fenomen oldunuz! Siz yasakların işe yaramadığının bir kanıtı olabilir misiniz?
Olabilir. Çünkü işten atıldıktan bir ay sonra uluslararası bağımsız bir firmanın yaptığı araştırmanın sonucuna göre, Türkiye’deki en etkili altıncı sosyal medya kullanıcısıydım. Ben kaderimin bu olduğunu düşünüyorum. Nasıl derler? Çelme takıp düşürdüklerinde kalmak ‘fıtratımda var’! Şaka bir yana yorucu bir ‘fıtrat’ bu, anka fıtratı. Yasaklara gelince. Emin olun işe yarıyorlar. Eğer insanlar seçerek ve inat ederek karşı durmazlarsa hem de nasıl yarıyorlar. Kerelerce Türkiye’nin en çok okunan köşe yazarı seçilmeme rağmen hala hiçbir gazetede yazmadığımı hatırlatırım.
Sanal olmak bir gazeteci–yazar için ne anlama geliyor?
144 karakterlik katılımdan fazla şey beklememeli. Elbette azımsamamalı da. Neler yapabileceğini geçtiğimiz yıllarda gördük. Ama derinleşme imkansız. Üstelik komik tarafı, derinleşmenin neredeyse imkansız olduğu bu aracı kullanırken herkesin birbirini samimiyet ve ahlak testine tabi tutması…
Sosyal medya üzerinden var oluşu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir süredir sosyal medyayı hemen herkesin hastalığını ortalığa döktüğü bir yer olarak görmeye başladım. Kavgalı bir yer oldu sosyal medya. Yüzyüze bakarken insanın salgıladığı bir mahcubiyet hormonu var sanırım. Yüz yüze bakmayınca o mahcubiyet ortadan kalkıyor. O mahcubiyeti ben çok kıymetli bulurum doğrusu. Hem insanın olgunluğunu gösterir hem de fikirlerini söylemek için neleri göze aldığını. Sosyal medya daha az şeyi göze almayı sağlayan bir yok-alan. Öte yandan oralarda yazılanlar yüzünden insanların hapis yattığı düşünülürse büsbütün sorumluksuz bir alan da değil tabii.
Bireysellik ve yalnızlık arttıkça, duyarsızlaşıyor muyuz?
Çok fazla şey görüyoruz. Hayatta kalmak için bilinçsiz olarak bir duyarsızlık geliştirdiğimizi bunu da topluca bazen geçirdiğimiz duyarlılık krizleriyle tedavi etmeye çalıştığımızı düşünüyorum.
Neden “12 Eylül” kitabı yazdınız; Devir’de ne anlatmak istediniz?
Ben 12 Eylül kitabı yazmadım. Ben bugünün kitabını yazdım. Bugün olup bitenlere bakın. Hem parlamenter düzeyde, hem sokak düzeyinde tıpatıp aynı şeyler oluyor. Ahlakın kaybı, aşırı düşmanlaşma, siyasi tıkanıklık, insanın kendine ve kardeşine inancını kaybetmesi, toplumsal delirme… Hepsi o gün ve bugün aynı. Ben aslında bugünkü çaresizliğimiz hakkında ne düşündüğümü ve ne yapılması gerektiğini 1980’den bir fotoğraf içinde anlattım.
Edebiyatçı mısınız, gazeteci mi?
Ben edebiyatçıydım. Her zaman öyleydi. Gazete yazarlığına başlamadan çok önce yayınlandı edebiyat kitaplarım. Gazete yazarlığı bu edebiyatın bir parçasıydı sadece. Zaten dünyevi meselelerden benim kadar kopabilen birinden hiçbir zaman iyi bir gazeteci olmadı bana sorarsanız. Derinleşmek en kıymet verdiğim şey, o yüzden ne yapsam derinlemesine yapmaya çalıştım. Öyle de oldu galiba şimdiye kadar.
Neden kafamız karışık, ülkedeki siyasi gerilimden mi, dünyanın çok hızlı değişmesinden mi?
Bize ilkokulda ezberlettikleri, “Türkiye’nin stratejik konumu” klişesi doğrudur. Hakikaten problemli bir coğrafyada yaşıyoruz ve çok yüklü, çok problemli bir geçmişi devralarak kurulmuş bir ülkenin çocuklarıyız. Başımıza durmadan bir şeyler geldiği için de durup düşünmeye vaktimiz hiç olmadı. Ülke olarak bunu seçmedik, seçmeyi beceremedik. Kafa karışıklığı bu yüzden. Sizin kafanız karışınca ne yaparsınız? Ben, bir iki gün eve kapanıp evi, kendimi, işleri toparlarım. Ülkenin hiç böyle şansı olmadı. Olacak gibi de görünmüyor. Biz böyle bir muamma içinde yaşayıp gideceğiz belki de.
Ülke psikolojisi diye bir şey var mı sizce, varsa Türkiye’nin psikolojisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kolektif bir benliğimiz var ülke olarak, bir ülkenin yurttaşları olarak. Her ülke için var bu. Bizimki tabii fenomenal! Kişisel ilişkilerinizden en üst düzeydeki yönetim ilişkilerini içine alan bir kader birliği içindeyiz. İnsanlar bugünlerde kişisel olarak kendilerini bu karmaşadan kurtarmak için spritüel meselelere, spora, organik yiyeceklere saplantılı bir şekilde eğiliyorlar mesela. Çünkü kolektif benliğimiz büyük bir keder ve karanlık içinde. Kadınlar, erkekler, gençler hepsi için ayrı ayrı psikolojilerden söz edilebilir elbette. Ama sınıfsal olarak farklı psikolojilerden bahsetmek mümkün olabilir belki de.
Savulun ‘Üçüncü Tür’ geliyor
Madem buluştuk kadın konusuna iltimas geçmemek olmaz. İtiraf etmeliyim, “günün mönüsü siyaset”ten o kadar sıkıldık ki, başka konular da var diyesim var:
Kadınca bir yaşamın hakim olduğu bir ülke sizce nasıl olurdu? Neler değişirdi?
Süper olurdu. En azından denemeye değer olurdu sanırım. Bu kadar saçma konuşmalar dinlemek zorunda kalmazdık başlangıç olarak. Oğlan çocukları kendilerinden çok bahsediyor çünkü, biliyorsunuz. Dinlemeye asla katlanamazlar. Hep anlatmak isterler. Herhalde kadınların egemen olduğu bir toplum insanların birbirlerini daha çok dinledikleri bir toplum olurdu.
Maskülen kadınlar metro seksüel erkekler… Üçüncü bir tür mü doğuyor?Eğilimleri belirleyen günümüz sanatına, kitle iletişim araçlarına bakınca şunu görüyorum ben: İnsanlar cinsiyetsizliğe doğru yol alıyorlar. Kadınlar o kadar kadın değil, erkekler o kadar erkek değil. Kadınları kadın (!) erkekleri erkek (!) ilan eden ritüellerin kaybolduğu bir çağda yaşıyoruz. Bu uzun bir konu elbette ama evet üçüncü bir türün doğduğunu, ya da ileri de hepimizin üçüncü bir türe dönüşeceğini öngörüyorum.
Neden kadına yönelik şiddet bu ülkede gün geçtikçe artıyor?
Toplumsal ilişkiler bozulduğunda ilkin en güçsüzler hedefe konur. Kadınlar, çocuklar, hayvanlar. Sanırım toplumsal bozuşmada ilk kurban edilenler kadınlar oluyor. Kadına yönelik şiddetin böyle dehşetli bir boyuta varmasının nedeni de bu. Hukuk ortadan kalkınca ilk kurban edilenler en korumasız olanlar oluyor.
Kadın sorunlarını çok konuşuyoruz, erkek sorunlarına yabancılaşıyor muyuz?
Erkeklerin trajedilerini bütün sanat dalları gani gani anlatıyor bence. Kadınların hikayelerini herkes biraz “sıkıcı” buluyor. Korkarım buna kadınlar da dahil.
Anka: Yunan mitolojisine göre öldükten sonra küllerinden doğan harika bir kuştur; birçok kültürde yer alan efsanevi kuş Yunan mitolojisinde “Phoenix”, Arap tradisyonunda “Anka” adını alır.