Cüneyt Arkın, gişe rekorları kıran Matrix filmini beğenmemiş. ‘Bu dünyayı bir tek ben kurtarırım’ demiş. Bir de hiç insancıl olmadığını söylemiş. Ne gam, ne tasa… Ama al sana tartışma konusu! Matrix filminin insancıl olmadığını bile tartışıyoruz da, kendi ellerimizle insancıl olmaktan çıkardığımız şeylerin farkına bile varmıyoruz.
10 Kasım sabahlarını nasıl bilirsiniz?
Aranızda strese girmeyen var mı bilmiyorum.
Atatürk çocuğu olup bu stresi yaşamamak çok mümkün görünmüyor.
Bu yıl 10 Kasım sabahı evden çıkmak üzereyken, “Sabah 9.05’te nerede olurum acaba?” diye düşündüm. Tam kestiremedim. Sabah arabayı bakıma sokmak üzere servise bırakmam gerekiyor. Günlerdir durmayan yağmur, o sabah da durmuyor. Hep yağıyor. Tatsız mı tatsız…
Son iki ya da bilemediniz üç yıldır 10 Kasımlarda bir gerekçeyle anımsayamadığım bir yerlerdeydim. Anımsamadığıma göre anlamsız 10 Kasımlarmış. “Arabayı bakıma verecek zamanı bulmuşum” diye söylenerek çıktım yola. Ama tahmin ettiğim gibi olmadı doğrusu. Her şey çok çabuk ilerledi. Arabayı jet hızıyla aldılar, “Onu yaparız… Bunu yaparız… Haydi, size güle güle” dediler… Bir de baktım, ofise gitmek üzere bir taksideydim. Saat daha 09:00 bile olmamış. İçim içime sığmıyor. Önünde geçtiğimiz büyük şirketlerin personeli ve yöneticileri bayrak direğinin önünde toplanmaya başlamışlar… Hele birinin önündeki siyah – gri ve lacivert kostümlü adamlar grubunu görecektiniz. Sıra olmuş, anın gelmesini bekliyorlar. Hava soğuk takırdadıkları belli. Neden bilmiyorum, sesli bir şekilde taksi şoförüne, heyecan içinde, “Gördünüz mü, çıkmaya başlamışlar. Herkes hazırlanıyor” dedim. Aslında ona biraz sonra başına geleceklerin sinyalini vermeye çabalıyorum.
Abla Bugün Resmi Tatil mi?
Şoför garipsemedi. İlgi de göstermedi. “Abla bugün resmi tatil olmasın sakın?” diye sordu. Olmadığını, ama bir anma töreni yapılacağını anlattım.
Saat 09.01… Yol durumu fena değil, akıcı bile denebilir, çok acıtmadan ilerliyoruz.
Saat 09:03…
Saat 09:05…
Birden sessizlik yarıldı. Önce sirenler… Sonra korna sesleri duymaya başladım. Trafik tereddütlü akıyor. Kimisi arabayı durdurmadan, maç çıkışı edasıyla, kornaya asılmış gidiyor… Kimi daha uyanmamış. Ne olduğunun bile farkında değil. Ama sokakta yürürken taş kesilen insanlar görüyorum. Hem de çok sayıda…
“Duralım şoför bey! Evet evet tam burada, hemen şimdi duralım lütfen.” Yazıya başlarken, “Tedirgin olmamak mümkün mü” diye yazmıştım. Tedirginim, ya adam durmazsa… “Bana ne be kadın” derse, “Git başka arabaya bin” derse… Ne yaparım, ne yapmalıyım? Zaten trafiğin en yoğun olduğu ana caddelerden birindeyim ve sabah işe yetişme telaşı var. Ama durdu. Hiçbir şey söylemedi. Ben yolun tam orta şerindeki taksiden indim, kapıyı ardına kadar açık bıraktım. Neden böyle yaptım bilmiyorum. Arkamdan geçenleri de durdurmak için mi acaba? Saygı duruşunda bulundum. Şoför içeride oturdu, çıkmadı.
Alnım Dik
Kafamı mümkün olduğunca yukarı kaldırmaya özen gösterdim. Alnım dik olsun istedim.
Bu işi göstere göstere yaptığım için değil. Hakkını vermek için.
Ben Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir vatandaşı olduğum için…
Daha önemlisi Türk vatandaşı bir KADIN olduğum için alnım dik olsun istedim.
Alnımı dik tuttum çünkü O, yaptığı tüm devrimleri sanki benim için yapmış.
Alnımı dik tuttum, çünkü ona teşekkür etmek istedim.
Alnımı dik tuttum çünkü bir umut, gökyüzünde O’nu görürüm diye düşündüm.
Alnımı dik tuttum çünkü kızımın da alnı dik dolaşmasını istiyorum.
Alnımı dik tuttum, çünkü bu ülkede özgürlüğümün hakkını vermek istiyorum.
Alnımı dik tutup, gökyüzüne bakarken, karşımdaki gökdelenlerden birinde yarıya inmiş bir ay-yıldızlı bayrak sallanıyordu, o dalgalanırken, ben içimden Atatürk için bildiğim tüm duaları okudum. Ruhun şad olsun… Toprağın bol olsun… Huzur içinde uyu dedim.
Biraz ileride önümde, özel aracını durdurmuş dışarıya çıkma cesaretini göstermiş, ama tereddütlü bakışlarını gizleyemeyen kadının ürkek gözlerinin içine bakıp, “Ben de varım merak etme” demek istedim. Beni gördüğünde omuzları biraz daha dikildi. Bana öyle gelmiş de olabilir, bilmiyorum. İçimden 10 Kasım’ını kutladım! Bugün kutlanmalı çünkü… Bir dakika çabucak bitiyor. İçeri girip kapıyı kapadım, şoför o an gaza bastı, yola koyulduk. Beklemekten sıkılmış olmalı.
Bizi Kimse Anlayamaz
Şoförün aklından neler geçtiğini bilmiyorum. Ben bu kısacık bir dakika içinde o kadar çok şey düşündüm ki… O bir dakikaya o kadar çok şey sığdırdım ki… “Doğu ile Batı arasında köprüyüz” klişesini düşündüm. Kimse gibi olmak istemediğimi, kendim gibi olmak istediğimi düşündüm. O bir dakika içinde, laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusunu içimden anneannemin öğrettiği dualarla andım, bana bugün ayakta durma şansını verdiği için teşekkür ettim. Bunları yapmak üzere çaba gösterdiğim için kendimi kutladım.
Hiçbir Avrupa Birliği üye ülke vatandaşı, hiçbir Avrupa Birliği karar alıcısı içimden geçenleri bilemez. Hiçbiri duygularımı anlayamaz. Hiçbiri sahip olduğum değerlerin değerini kavrayamaz. Hiçbiri benim bir gün neleri kaybetmekten korktuğumu kavrayamaz.
Bunları nasıl anlatırsınız bir Batılıya.
Bunları nasıl anlatırsınız bir Doğuluya.
Bunları biz kendimize ve birbirimize bile anlatamıyoruz ki!
Birilerine inat yaşıyoruz. Birileri dediği için yaratıyoruz. Birilerini memnun etmek için gidiyoruz. Birileri dostlar alışverişte görsün diye çabalıyoruz. Tanımımızı, kendimizi ortaya koymalı, bundan yüksünmeden, farklısını aramadan, allamadan pullamadan yaşama davet etmek istiyorum.
Ali Can’la Sinan’ın Anneannesi
Kızım aklı ermeye başladığı andan itibaren ölüm konusunu da sorgulamaya başladı. İnsanlar ölünce ne olur? Bundan birkaç yıl önce, kızımın hayatındaki ilk arkadaşları ikizler; Ali Can ve Sinan anneannelerini kaybettiler. Bir gün, birlikte oynarken gururla “Bizim anneannemiz artık bir yıldız” demişler. Eve gelip, Ali Can ile Sinan’ın anneanneleri gökyüzünde biliyor musun, o bir yıldız dediğini anımsıyorum. Ne diyeceğimi bilememiştim. Hazırlıklı değildim, bu süreç nasıl anlatılır, ne demek gerekir. Ne söylesem korkmaz… Nasıl güzelleştirebilir, doğallaştırabilirim diye düşünmüştüm. Daha sonra bir psikologa danıştım. Üzerinde durmamam gerektiğini, bunu övmemem gerektiğini, çocuğun yıldız olmanın güzel bir şey olduğundan yola çıkarak, yıldız olmak isteyebileceğini söylemişti…
Kızım geçen gün, Atatürk’ün bir yıldız olduğunu söylediğinde kendinden emindi. Böyle bir yargısı oluşmuş. Birkaç yıl öncesine gittim. İlk “yıldız” serüvenimizi anımsadım. Bu kez fikir bana da güzel geldi doğrusu. O bir yıldız.
Çobanyıldızı gibi. Yol gösteriyor. Düşündüm ki, böyle biri olmasaydı kendimi boş ve boşlukta hissedebilirdim. Güzel bir değer insanın bir liderinin olması. Bir aile büyüğü gibi.
Bir iki yıl önce kızımı verdiğim okuldan aldım. Almamın temel nedeni 10 Kasım’dı. Aslında onun simgelediği ve altında yatanlardı. Bir kara karton, birkaç kuru yaprak ve Atatürk resmi getirmesini söylemişlerdi. Tüm öğrenciler getirecek, onlar matemi simgeleyen kara kartona Atatürk’ün resmini yapıştıracaklar, etrafını da solmuş yapraklarla süsleyecekler, Atatürk’ü böyle anacaklardı.
Malkoçoğlu Serüveni
Ezberci müfredat yaratıcı çözümler bulmaktan o kadar uzak ki… Samsun’a çıktı… Garp cephesinde savaştı. Türkiye Büyük Millet Meclisini kurdu… Kargaları kovaladı.
1938’de öldü… 23 Nisan’ı çocuklara armağan etti. 19 Mayıs’ı gençlere… Köylü yurdun efendisidir dedi… Dedi… Yaptı… Söyledi… Gitti… Geldi… Malkoçoğlu serüveni gibi.
O da bir insandı. Onun yaşadığı dönemin kendince zorlukları ve fırsatları vardı. Onun da hepimiz gibi zaafları ve güçlü olduğu yanlar vardı. Onun hayalleri vardı. Hayallerini gerçekleştirmek için de cesareti. Kimse bir gün bu adamın ne acı çektiğini sorgulamadı, ne hissettiğini de.
Putlaştırdık, o birbirinden çirkin heykellerin içine sıkıştırdık. Ben artık geri istiyorum O’nu. İnsan gibi, lider gibi, anlaşılır bir şekilde. Malkoçoğlu Atatürk serüveni istemiyorum. Aynı törenler, aynı asık yüzlü insanlar, aynı bakışlar, donuk ve neşesiz insanları da görmek istemiyorum. Ruh istiyorum. Tahmin ediyorum da, o da bunu isterdi.
Geç mi dediniz? Hiçbir zaman geç olmaz. Benim liderim ne Mussolini, ne Lenin, ne Stalin, ne Hitler. Benimkisi Atatürk! Ben onu daha iyi tanımak istiyorum. Anlamak istiyorum.
Çiçekle Atatürk
Kızım bu yıl okula Ata’sına vermek üzere bir demet çiçek götürdü. Bir gün önce pazar olduğundan tüm gün başımın etini yedi. Çiçeğimi ne zaman alacağız, nereden alacağız…
10 Kasım akşam eve buruk geldi. Zaman iyi ayarlanamadığı için kendi çiçeğini Atatürk’e kendisi verememiş. Bir arkadaşını görevlendirmiş öğretmen, tüm çiçekleri toplamış ve o yerleştirmiş büstün önüne.
Düşündüm de, haklı. Niye getirdiği çiçeği kendisi veremesin. Bu duygusal bir an. Yedi yaşında bir çocuğun kafasından neler geçiyor bilemezsiniz ama istiyorsa, hissediyorsa, ona, bir demet çiçeği verebilme fırsatı verilmeli. Türkiye, kendisini renk cümbüşüne bulamalı, Ata’sını çiçekle ve neşeyle; korkmadan, çekinmeden anmalı. Bize bu yakışır.