Şafak Özsoy, BM Risk ve Afet Ofisi Türkiye Temsilcisi. 20 yıldır sürdürülebilirlik konusuna emek veren fikir önderlerinden. 2002 yılında kurduğu Tulip Sürdürülebilirlik Merkezi, eğitim ve danışmanlık hizmetleri sunuyor. Özünde yer bilimci, İTÜ Maden Fakültesi Jeoloji Mühendisliği mezunu. Konuyu anlatmaya başladığı ilk günler Türk Çevre Mevzuatı’nı anlatmak için 150 slaytlık sunum yaptığını anımsıyor, bir yapılanmanın olmadığı yıllar. O günden bugüne pek çok konuda mevzuatlarımızı geliştirdik. Dünyada da ülkemizde de baktığımızda çok ileride noktalardayız. Ama acaba uygulamalarımız mevzuatlarımızla paralel yürüyebiliyor mu? Zaten asıl mesele de bu.
Sürdürülebilirliği neredeyse her hafta tartışıyorum. 18. yüzyıl kömür yüzyılı, “mobilite”yle medeniyet geliyor adeta. Ulaşım aracı olarak tren sanayi devriminin yollarını döşüyor. 19. yüzyıl, petrol!… Petrol, ulaşımın kalbini oluşturuyor. Bugünü nasıl analım? Tükettiğimiz, tükettiğimiz kadar yerine koyamadığımız yıllar olabilir mi? “Faciaya davet” çağı mı diyelim? Gerçek şu; dünya yarattığımızı kaldıramıyor, kaynağımız yok.
Sürdürülebilirlik pek çok disiplini barındırıyor. Herkes sürdürülebilirlik çalışmak istiyor. Güzel tarafı var mutlaka ama dikkat edilmesi gereken konu “yeşil yıkama yağlama”…
Söyleşimi youtube‘dan izleyebilir, Spotify‘dan dinleyebilirsiniz.
Yaprak Özer: Avrupa’nın kalbinde savaş yaşanıyor. Oysa birkaç ay önce COP’ta çevreci enerji kaynakları yaratma rüzgarları esti. Ne “plastik” bir gerçekmiş ki, kısa bir süre içinde gerçeklere park ettik. Enkaz! Nereye kadar gideceğini ben göremiyorum. Dramatize mi ettim dersiniz?
Şafak Özsoy: 21. yüzyıl, bir iklim yüzyılı ve zor bir dönüşüm süreci içindeyiz. Bu zorluk içinde bir yanda hükümetlerin yani siyasilerin iklim liderliğine soyunmalarını görmek durumundayız. Bunu yapmadıkları sürece politik gündemde alınması gereken kararların alınmayıp ötelendiğini görüyoruz. Mesela sera gazı emisyonlarının aşağıya çekilmesi çerçevesinde yeterince adım atılmadığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Küresel anlamda iklim değişikliğine bağlı dünyanın ısınması ve beraberindeki sistemler devam ediyor. Biz karbondioksit emisyonlarını ya da sera gazı emisyonlarını, durdurmadıkça bu etki devam edecek. Bugün de durdursak bunun sonuçları yine devam ediyor bildiğiniz gibi. Fiili olarak kendi ülkemize bakalım, bugün Türkiye’de yaklaşık 30 tane büyükşehir var Glasgow Zirvesi öncesinde bir çalışma yaptık; büyükşehirlerin aşağı yukarı yarısının iklim değişikliğiyle ilgili bir hedefi yok. Büyükşehirler üzerinden %70 civarında sera gazı emisyonu dönüyor, bu yerleşimlerde sera gazına neden olan ulaşım kaynaklı emisyonları aşağıya çekecek planlamaya ihtiyaç var. Beklemememiz lazım. Türkiye’nin 2053’de karbon nötr hedefi var. Oraya gelmeden, doğal çözümlerle sera gazı emisyonlarını nasıl aşağıya çekip, hedef vermeden doğrudan aşağıya çekip ayrıca uyum çerçevesinde ne yapacağımıza bakmamız lazım. Şöyle ifade edeyim; bakın Covid sürecinde hepimiz çok ciddi travmalar yaşadık, yaşıyoruz. Türkiye’de geçen yıl yangınlar yaşadı. Hiç yaşamadığımız bir sürü şey yaşadık, bunun insanlar üzerine etkisi var. En önemli şey hayatta nedir? Nefes almamız, sağlıklı bir ortamda yaşamamız değil mi? Başka bir şeye ihtiyaç duymuyorsunuz. Şöyle gözlerimizi kapatsak, nerede kendimizi hayal ederiz, ya bir deniz kenarı ya da bir orman. Doğayla entegrasyona mutlaka ihtiyaç duyuyoruz. Sağlıklı şehirler sağlıklı insanlardan geçiyor. Sağlıklı insanların var olma mücadelesi içerisinde sürdürülebilirlik çerçevesini iklim çıkmazını fark ederek dönüşüme girmemiz lazım. Dünya artık “yeter” diyor. Hava kirliliği, başka bir boyutu… kısa vadede sonuçları direkt olarak var. İklim değişikliğinin acayip durumlarıyla her gün karşı karşıya geleceğiz; “gardını al” diyor. Daha dayanıklı şehirler, dayanıklı bireyler, dayanıklı şirketler oluşturacak bir araştırma geliştirmeye ihtiyacınız var. Savaş durumu çok kötü bir durum tabi. Savaşla ilgili diyecek hiçbir sözümüz yok.
Yaprak Özer: Savaşın dramatik ve farklı boyutları var. Büyük hedefler koyan Batılı ülkelerin farklı kararlar aldıklarını görüyoruz… Kötü bir zamanlama mı hazırlıksız mı?
Şafak Özsoy: Dekarbonizasyona geçişte bu enerjinin dönüşümü süreci içinde döndük dolaştık tekrar fosil kaynakları adresledik diyorsunuz. Fosil kaynakları adreslemek, bizim can damarımıza doğru geçti. Enerji dönüşüm planlarının savunma stratejileriyle ele alacak şekilde bir dönüşüm var. Geçenlerde Avrupa Birliği’nden şöyle bir ifade çıktı; “…NATO Avrupa savunma stratejilerini fosil kaynaklar özelinde ele almıştır…” Oysa yenilenebilir enerjiye geçişle birlikte bazı metalik mineraller ve bazı yarı değerli mineraller boyut kazanıyor. Mesela, Kongo’da kobalt gibi… ya da pillerde kullanılan lityumun küresel zincirde hareketi gibi… Avrupa Birliği uyum projeleri çerçevesinde sürdürülebilirlikle çerçeve direktif taslağı çıkarttılar. Bunun anlamı kısaca; lityum ya da kobalt gibi madenlerin küresel zincire entegrasyonunda o ülkelerde de sürdürülebilirlik gerekliliklerini (doğal ve sosyal sermaye dahil) entegre raporlamada adresleyecek çerçevede çıkartmış olmak. Bir konu daha var iklim değişikliğine bağlı olarak bu yüzyılda Avustralya’nın batısını gözünüzde canlandırın, Pasifik ülkelerine gidin Sri Lanka, Malezya gibi Avrupa’ya doğru gelin, buralarda ciddi anlamda kuraklık sorunu var. Keza Amerika’da da. Aşırı yağışlar nedeniyle Amerika kıtasında da Meksika, New Orleans’a doğru Meksika Körfezi’nin üstünde ciddi su altında kalma problemi yaşanıyor. “İklim mültecileri” sorunu geliyor. Netice itibarıyla bu iklim yüzyılının baskısı içinde hepimiz bir dönüşüm içinden geçiyoruz. Ne kadar farkındayız, bilmiyorum ama şunu söyleyebilirim birey olarak evlerimizde, ülkeler nezdinde iş yapma modellerimizde, ulusal hükümetlerde, yerel boyutta belediyeler nezdinde yapacak çok şey var… ama yapmıyoruz! Bir tek Türkiye değil birçok ülke yapmıyor.
Yaprak Özer: Greta’nın söylediği gibi “bla bla bla”. Bu arada, Türkiye’nin kent nüfusu çok yüksek. 2050’de küresel kent nüfusu alarmı verilirken biz daha şimdiden sorunu yaşıyoruz, bir facia mı bekliyor bizi?
Şafak Özsoy: 21. yüzyılda ekonomi şehirler üzerinden dönüyor. Pasifik’te ve Asya’da adını bilmediğimiz pek çok şehir 1 milyonun üzerinde şehir statüsü kazanacak. Eğitimli nüfus, sağlık imkanları, sosyal aktivitelerin buluştuğu mekanizmalara kayıyor, şehirlere doğru göç ediyorlar, Türkiye de aynı şekilde. BM Risk ve Afet Ofisi’nin hazırladığı AFAD’la birlikte yürüttüğü bir skor kart mekanizması var. Şehirlerin daha dayanıklı olması anlamında bir kampanya yürütüyor. Şehirler ne kadar dirençli olduklarını skor kart uygulaması mekanizmasıyla tespit edebiliyor. Şehrin ne kadar afette olduğu, afete hazır olduğu ya da ne kadar dayanıklı olduğunu çıkarıyor. Afet konusu çok boyutlu bir konu bir şehirde geniş zamanda riski yönetiriz, dar zamanda afet olur. Artık risk yönetimi değil 21. yüzyılın dirençliliğe geçişi olmak zorunda. Riski yönetmen dirençli olduğun anlamına gelmiyor. Aşırı yağışlarda, baskınlarda, kuraklıkta ya da farklı durumlarda şehrin yaşayanlarının ve sistemlerinin nasıl ayakta kalacağını test etmesi gerekiyor. Kaçış planları, hareketlilik planı, göç planı dahil olmak üzere eksiklerimiz var. Vakit varken Türkiye’deki şehirlerin Birleşmiş Milletler destekli programda skor kart mekanizmasıyla dirençlerini test edip bir an evvel çalışmaya başlamaları önemli.
Yaprak Özer: Toplanma yerleri bile AVM’ye dönüştüğüne göre bilmiyorum… kaçacak yerimiz yok.
Şafak Özsoy: Dediğiniz doğru; biz planlamayı sevmiyoruz. Planlama yapmadığımız sürece -planın iyisine kötüsüne de bakmıyorum- plan plansızlıktan daha iyidir.
Yaprak Özer: Sizi yalnızca afet konularına hapsetmek istemiyorum, sürdürülebilirliğin talihsiz kısmı da zaten bu. Yalnızca çevre, doğa, afetten oluşmuyor. Kadından, çocuktan, toplumsal cinsiyet boyutundan oluşuyor, neden yalnızca çevre ve doğa şarkısını söylüyoruz?
Şafak Özsoy: Çok doğru. Sürdürülebilirlik bir harmoni meselesi. Sosyal gereklilikler önemli bir altlık. Geçen yüzyılda ikili bir iletişim vardı, işçi-işveren ya da devlet-vatandaş, 21. yüzyılda çoklu paydaş girişimi var. Azınlık hakları da var; kadın, erkek ve toplumsal cinsiyet eşitliği önemli bir alan. Eşitliği sağlayamadığınız zaman ilerleyemiyorsunuz. Kadın ya da erkek kim olursanız olsun gün ya da gece istediği saatte bir mıntıkadan başka bir mıntıkaya güvenli seyahat edebilmesi ve böyle bir ortamın sağlanması da sürdürülebilirliğin parçası. Sanat mesela, olmayan bir şehrin sürdürülebilir şehir olma imkânı nasıl olacak? Yaratıcılığımızı pekiştirecek ortamlar olmadan nasıl olacak? O kadar çok boyutu var ki, hadisenin. Her şehir bir anlamda cazibe merkezine dönüşür. Sürdürülebilirlik dediğiniz zaman sosyal altlığı mutlaka geniş çerçevede en az çevre, ekonomi kadar ele alacak dengeli bir karar verme mekanizmasına entegre edecek yönetsel süreci tarif etmek durumundayım. Uzun solukta bir şirket olarak hayatta kalabilmen 2 temel şeye bağlı 1- inovasyon, 2- yetkinlik. Ulusal hükümetlerin desteği şart, Yeni Zelanda’da sürdürülebilirlik merkezleri ulusal hükümetler altında açıldı birkaç yıl önce. Keza şehirler kendi ölçeklerinde döngüsel ekonomi çerçevesiyle sektörleri eşleştirecekleri merkezler açıyorlar.
Yaprak Özer: Gerçekten çok zor bir konu. Kriz, risk ve direnç… Dirençli olmazsan risk olur, riske bakmazsan kriz olur. Hangi konularda daha fazla aydınlanmamız lazım?
Şafak Özsoy: Birey, şirket, şehir sistemlerin esnek hale gelmeleri önemli. Yıllar boyu kalite yönetim sistemlerini kullandık, sonra buna çevreyi entegre ettik, paydaş analizleri geldi. Sonra enerjiyi yönetelim dedik… bir sürü yönetim sistemi entegre oldu. Şimdi gelinen noktada esnek olmanız lazım. Nasıl bir yol haritası çizeceğim derseniz, şehirlerin esnek olacak mekanizmalara ihtiyacı var. Aşırı meteorolojik riskler geldiğinde mekanizmayı doğru çalıştırıyor olması lazım. Ana sorun, Türkiye’de de çok iyi düşünen, çok iyi seviyede yöneticiler var. Riskler ve kırılganlıklarından bahsediyorlar. Bizler küreselleşmeyle sürdürülebilirlik ilintili küresel bir pazar yaratmaya çalıştık. Küresel tedarik zincirinde lastik üretiyorsunuz, kauçuğunuz Brezilya’dan geliyor. Ayak izi çok fazla. Tedarik zincirini böyle tasarlamıştık ama Covid sürecinde tedarik zinciri kırıldı, altyapı bozuldu. Demek ki lojistik zincirinizi bile tasarlarken esneklikle de alakalı uzak mesafelerden gelecek ürünlerin taşıma kaynaklı riskleri ve iklim risklerini göz önüne alarak bir dönüşüm planına ulaşmanız gerekiyor. Türkiye özelinde konuşacak olursam, bulunduğunuz alan ve tedarik zincirinize bakmanız lazım. Gerçekten şu anda kullandığınız hammaddeler üretim modelleri vb. su ayak izi, karbon ayak iziniz ne durumda? Tedarikçinizinki ne durumda? Yeşil Anlaşma bir dönüşüm. Yani sadece su ve karbon ayak iziyle ilgili bir şey değil.
Yaprak Özer: İklim riskleri ve analizi konusu şirketlerde yapılagelen bir şey mi? Ne kadarında var?
Şafak Özsoy: Başladı diyebilirim. Son 2-3 yıldır şirketlerin stratejilerine odaklandıklarını görüyoruz. Stratejiye odaklandıklarında otomatikman iklim riskleri küreselde ve yerelde yani yakın çevre analizlerinde karşımıza fiziki riskler, yanı sıra dolaylı riskler yani doğrudan sizin üretim modelinizi değiştirmeye kadar giden riskler geliyor. Dış dünyayı çok iyi okuyorlar. O da benim için de bir motivasyon kaynağı oluyor. Türkler olarak geç başlıyoruz hızlı ilerliyoruz ama bu çerçeve içerisinde doğru kanallarla gerçekten bu konuyu yeşil yıkamanın ötesine park etmek önemli. Sanayicinin buna destek vermesini ümit ediyorum, özüne yoğunlaştıklarında esnek hale getirebiliriz. Doğrudan mutlu insanlarla entegre olacak bir geleceğe koşuyoruz, karşımızda büyük bir dağ var. Bununla akıllı mücadele etmemiz gerekiyor. Kilit, dirençli olmak, riskten dirence geçmek mevzu yeni bir şey, çok konuşulmuyor. Dirençli hale gelirken, işimizi geliştirirken planlamaya nasıl bakacağımıza odaklanarak yol haritamızı oluşturmamız lazım.
Yaprak Özer: Gelecek için önemli ajandamız var mı?
Şafak Özsoy: Nükleer atıklar. Türkiye’de nükleer atıkların nerede bertaraf edileceği konusu. Her ilde üniversitemiz var, çevre bölümlerinin deneyim kazanmaları lazım. Türkiye’nin nükleer atık konusunda bir deneyimi yok. Dikkat etmemiz lazım biyoçeşitlilik ve alan korunması, bizim kırmızı çizgimiz diyelim.