Aşk’ın Ressamı…

İsmail Acar. Bugün Türkiye’nin en pahalı ressamlarından. Türkiye’de resim sanatına dair algıyı şekillendirenlerden… Yeteneğine zaman içinde terbiye olmuş bir değer olarak bakıyor. Son zamanlarda ortaya koyduğu eserlerini ise “Anadolu realizmi” olarak tanımlıyor.

Türkiye’den, Amerika’dan, Avrupa’dan resimlerini satın alanlar, “o aldıysa bende de olmalı” diyenler var. Ama o bunlara itibar etmiyor. Bugün “en iyi” diyenlerin yarın “kötü” diyebileceğini, herkesin bir şey dediğini ama hiçbir zaman başkalarının söylediği kişi olmayacağını söyleyen kararlı bir ressam… Günde 16 saat çalışıyor, yılda ortalama 100’ün üzerinde resim çiziyor, 6 asistanı var ve tablolarının değeri 350 bin dolara kadar çıkıyor. Son zamanlarda yaptığı “aşk” temalı çalışmalarla dikkat çeken İsmail Acar, resme duyduğu aşk’ı anlatıyor…


Yaprak Özer: Kimdir İsmail Acar?

İsmail Acar: İsmail Acar, resim yapmak için bundan seneler önce İstanbul’a gelmiş, Güzel Sanatlar Fakültesi okumuş, hayatını resimle kazanan birisi. İstanbul’a, aslında on altı yaşında psikoloji okumak için gelmiştim. Daha sonrasında Güzel Sanatlar Fakültesi’nin varlığını farkedince, olduğu gibi kayıt kesildi ve Güzel Sanatlar Fakültesi sınavlarına girildi.

Yaprak Özer: Aileniz burada mıydı?

İsmail Acar: Aile, hayır. Suşehri-Sivas.

Yaprak Özer: Onlar sizin psikoloji okuyacağınızı düşündüler, öyle mi?

İsmail Acar: Dördüncü yıla kadar da öyle olduğunu zannediyorlardı.

Yaprak Özer: Böyle hikayeler romanlarda olur sanırdım.

İsmail Acar: Yok yok bunlar yakın zaman, o kadar yani. Evet, ta ki ilk kişisel sergimi 1992’de açtığım zaman, bunu televizyonda görmüşler ve “bizim çocuk ressam olmuş!” demişler.

Yaprak Özer: İlk tepkisi neydi babanızın, annenizin ve yakın çevrenizin?

İsmail Acar: “Sen eğer bunu yapabildiysen, demek ki bizim senin arkanda olmamız gerekiyor” dediler. Yani hiç olumsuz tepki vermediler.

Yaprak Özer: Artık nasılsa olmuş olan, yapacak birşey yok.

İsmail Acar: Nasıl olsa olmuş olan. Bunu yapabilen birisi için söylenecek çok fazla birşey olduğunu düşünmediler; çünkü birşeyler yapılmıştı zaten.

Yaprak Özer: Var mıydı bu alanda bir aşkınız? Yeteneğiniz var mıydı demeyeceğim, mutlaka vardı. Yetenek birdenbire çıkmaz; fakat nasıl birşeydi sizin içinizdeki? Nasıl fark ettiniz?

İsmail Acar: Galiba, tek olan şey aşktı. Yetenek, zaman içinde terbiye oldu; düzeldi; gelişti ve bilgiyle donandı; ama istek olmasaydı hiçbiri olmazdı. Dolayısıyla bence asıl olan şey istek. Yani isteyince insan herşeyi yapabilir; çünkü insanın bedeni de beyni de buna çok müsait.

Yaprak Özer: 20 yıl olmuş değil mi? Nasıl geçti?

İsmail Acar: Evet, ilk sergimden bugüne 20 yıl. Aslında bir gün gibi geçti; ama bir diğer açıdan da geriye baktığım zaman saymakla bitmeyecek kadar sergi ve aktivite…

Yaprak Özer: Saymışsınızdır. Ne kadar?

İsmail Acar: İnan ki sayamadım.

Yaprak Özer: Neyle ne arasında olabilir? Sayamayınca insan merak ediyor tabi.

İsmail Acar: Şimdi bunu gerçekçi söylemiş olsam herkes bana çok kızacak çünkü beş yüze yakın.

Yaprak Özer: Beş yüze yakın sergi! Hangi arada yapabiliyorsunuz bunu? Ama şimdi dokuz tane sergi açacakmışsınız.

İsmail Acar: Bu yıl içerisinde, evet. Ve ayrıca yurtdışında…

Yaprak Özer: Nasıl oluyor bu?

İsmail Acar: Eğer iyi bir program hazırlarsanız ve bir tema oluşturursanız, mesela şimdi görme engelliler için “Beş Duyu Projesi”ni gerçekleştirdim. Çok uzun zamandır üstünde çalışıyordum. Bu sergi aslında bir sergi; ama beş sergi olarak beş ülkeye gidecek.

Yaprak Özer: Ciddi bir ekibiniz mi var sizin?

İsmail Acar: Her proje bazında ekip oluşturuluyor, çok mobil ekipler bunlar. Yani çok iyi bir program dahilinde hareket ediliyor. Aslında benim ürettiğim sergi bir sergi ama gezdiği nokta beş. Bu eserler satıldığı sürece sergi yok oluyor, bir daha tekrarlanamıyor.

Yaprak Özer: Ne kadar satılırsa o kadar iyi oluyor?

İsmail Acar: Evet, yeni projeler için iyi oluyor.

Yaprak Özer: Sizin için zengin ressam, diyorlar.

İsmail Acar: Diyorlar mı?

Yaprak Özer: Zengin misiniz?

İsmail Acar: Zenginlik, bence kalpte ve gönüldeyse doğru söylüyorlar.

Yaprak Özer: Mutlaka öyle; ama bu iki işi bir arada tutabilmek ayrıca bir başarı değil mi? Yani hem işi hem de aşkla yapılan o sanatı…

İsmail Acar: Aslında çok doğru bir şey. Yani hepimiz bu işi bir kazanç alanı olarak görüyoruz. Aslında bu işi, ben kazanç olarak görmüyorum.

Yaprak Özer: Ayıp mı? Yani sonuçta niye yapasınız ki?

İsmail Acar: Doğru söylüyorsunuz. Ressam, resmi yaparak hayatını kazanan kişidir. Ayakkabıcı gibi bir şey yani, nalbur gibi bir şey.

Yaprak Özer: Öyle demeyelim isterseniz.

İsmail Acar: Basit bakalım.

Yaprak Özer: “Para kazanmak” zor mu çıkıyor sanatçıların dilinden ya da başkaları sizi çok mu eleştiriyor bu anlamda?

İsmail Acar: Eleştirmenin ötesinde, ben her şeyi ortaya, tekrar sanata getiriyorum. Yani, ben “bir” kazanıyorsam “bir” deki yatırımımı başka bir alanda yapmıyorum. Ne yapıyorum? Bir bina alıyorum; bu binanın tamamını sanat için kullanıyorum. Sonra yeni bir alan gerektiği zaman gidiyorum, bu kez şato satın alıyorum. Bu da sanat için yine kullanılıyor. Ben o paraları bankalarda, başka yatırımlarda veya ailenin bir başka bireyine bir ev ya da başka bir fonda hani gelecekte ekonomi ne olur vs. böyle bir şey düşünmüyorum. Yatırımlarımın tamamı sanattan kazanılıyor ve sanata dönüyor.

Yaprak Özer: Ama geleceğe dair bir endişeniz yok herhalde, değil mi?

İsmail Acar: Şu anlamda geleceğime dair bir endişem yok; çünkü elimde şuan beş yüze yakın resim var.

Yaprak Özer: Yine oraya döndürdünüz cümleyi.

İsmail Acar: Çünkü benim elimdeki tek değer. Endişem yok; çünkü yapabileceğimi biliyorum. Mesela benim yanıma genç bir ressam geliyor, sergi yapacak, şöyle bir düşünüyorum; ben bu ressamın yerinde olsam, mesela bir sene boyunca çalışmış, kafamda bir program yapıyorum. Ben bir yıl boyunca elli tane sergi yapabilirim, diyorum. Yapabileceğimi biliyor olmak, benim için en büyük güvence.

Yaprak Özer: Çok güzel tabi, içinizde var; çünkü üretebileceğinizi bilmek, kendinize güvenmek bunlar bambaşka duygular. Ama başka ressamlar da kazanıyor, en iyi kazanan siz misiniz? Neden çok dikkat çekiyorsunuz? Neden “kazanmak” deyince bu işaret parmağı size doğru yöneliyor?

İsmail Acar: Mesela, bana göre Haluk Akakçe ve Taner Ceylan benden daha çok kazanıyor. Onlar bana kızmasın; ama bugün için öyle. Fakat iyi yatırım yapıyorlar mı? Bilmiyorum. Belki de sorun orada.

Yaprak Özer: Ama diyorsunuz ki; “ben iddialıyım, ben iyi yatırım yapıyorum.”

İsmail Acar: İddialıyım, demiyorum. Sadece hepimizin hayatı bazı insanlar için birer örnek teşkil ediyor. Hepimiz aslında birer model teşkil ediyoruz, bu ekranlara çıktığımız sürece. Bunların hepsi birer görüntü, yani bu görüntülerden herkes birer doğrusunu okusun. Yoksa benim öyle bir iddiam söz konusu değil. Benden daha iyi kazandığını iddia ettiğim insanlar var. Ben, bu sıralamada kendimi çok arkalarda bir yere koyarım.

Yaprak Özer: Genç kızların arasında; Cengiz Abazoğlu’ndan gelinlik, İsmail Acar’dan resim almak. Bir efsane gibisiniz. Nasıl bir şey bu? Bunu nasıl yarattınız? Bu da ayrı bir başarı.

İsmail Acar: Ben de buna şaşırdım; çünkü çok insan geliyordu. Cengiz Abazoğlu’ndan, Yıldırım Mayruk’tan, aynı şekilde Dilek Hanif’ten, Bahar Korçan’dan gibi… Hani bütün bunlar tasarımcıyken, ressam olarak bir tek bana geliyor olmaları çok şaşırtıcıydı haliyle.

Yaprak Özer: Size yatırım yapıyorlar galiba değil mi?

İsmail Acar: Şöyle şeyler oluyor mesela; çocukları da olunca insanlar geliyorlar ve çocukları için resim satın alıyorlar, doğan bebekleri için. Bunu biraz anlayabiliyorum, bu güzel bir şey. Türkiye’nin böyle bir düşünceye gelebilmesi bence çok güzel; ama evlenenlerin erkek tarafı ve kız tarafının beraber gelip resim bakması, bana eğlenceli geliyor.

Yaprak Özer: Desinler, diye mi yapıyorlar?

İsmail Acar: Valla ne derlerse desinler; onların evlerine o resim giriyor. Benim için önemli olan, bilmem kaç model bir marka araba o eve girebildiği gibi, bilmem ne milyon dolarlık evlerde oturulabildiği gibi, evlerine resim almayı öncelikli olarak gören yeni bir toplum yetişiyor olması. Bence bu, bir eve kitabın girmesi gibi bir şey. Yani ben bunu biraz daha ciddi, farklı bir boyutta değerlendiriyorum.

Yaprak Özer: Bilerek mi alıyorlar? Bu seçim, sizce bilinçli mi yoksa hafif bir mahalle baskısı mı?

İsmail Acar: Farketmez, alıyorlar ya boşver.

Yaprak Özer: Yani, “o alıyor, ben de alayım”…

İsmail Acar: Mutlaka mahalle baskısı da var, insanlar arasında gösteriş de var. Ama bu şeyde de öyledir; ben dünyanın en önemli koleksiyonerlerini görüyorum, Türkiye’ye geliyorlar, birisi benden bir şey alıyor sonra öteki evinde Londra’da bir davet veriyor. Oraya gidiyorum bir bakıyorum üç tane adam geliyor. Aynısını mesela, şaşırıyorum, oradaki resmin bana bir kopyasını yaptırmak istiyor ve adamın evinde Rembrandtlar var.

Yaprak Özer: Neyle açıklanabilir bu?

İsmail Acar: Hiçbir şeyle açıklanamaz. Sadece egoyla ve sahip olma duygusuyla açıklanabilir. Yani insanlar bazı şeylere sahip olmak isteyebilirler. Dünyanın en önemli eserlerinden de birkaç tane vardır. Niye? Çünkü onun bir sahibi vardır. Geçenlerde galiba Sezar’ın bir resmine 200 milyon dolarlar üzerinde bir para verildi.Nasıl verildi bu para? Çünkü aynısından sadece beş tane var. Niye veriliyor bu para? Çünkü insanlar ona çok sahip olmak istiyorlar. Çok fazla sahip olmak isteyince sipariş ediyorlar. Bunu bazen sanatçı yapıyor, bazen de kopyaları yapılabiliyor bunların. Ama beş örneği olan bir resme bu kadar para verebiliyor insanlar.

Yaprak Özer: Başka bir dünya… Anladığım kadarıyla bir modasınız. Bundan mutlu olmaktan başka duyulacak bir şey yok.

İsmail Acar: Çok emin değilim. Yani ben sadece işimi yapıyorum. Bugün moda diyenler, yarın, öbürgün iyi diyebilirler; yarın öbür gün çok iyi diyenler; öbür gün kötü diyebilir. Fakat bu uzun bir serüven, gün içindeki çabamı doğru kanalize edebilirsem üretime, benim için önemli olan o. Çünkü herkes bir şey diyecek ve ben hiçbir zaman onların dediği kişi olmayacağım.

Yaprak Özer: Evet, bunlarla yaşamak zor olsa gerek değil mi? Bir şekilde birileri hep sizinle ilgili birşey söylüyor; ama aslında siz ya o’sunuz ya da değilsiniz. Ama bunu taşı taşı nereye kadar? Nasıl geçiyor bir gün?

İsmail Acar: Bir gün, sabah ortalama 6.30-7.00’de kalkılıyor. Uyku kaçıyorsa, 4’te kalkıyorsun.

Yaprak Özer: Niye? Ressamlar geceleri çok geç yatarlar, sabahları hiç kalkmazlar falan gibi değil midir? Filmlerde gördüğümüz şey değil mi bu hayat?

İsmail Acar: Benimkisi gerçek bir yaşam. Dolayısıyla gece 4’te uykum kaçıyorsa, üç bina yan yana; evim, atölye ve atölye yan yana. Eğer 4’te uykum kaçarsa, direk atölyeye girmem yaklaşık 35 saniye dolayısıyla böyle yapabilirim. Gecenin dördüne kadar, hatta sabahın beşine kadar çalışabilirim. Bu kez 5’te yatarım, saat 11’de kalkarım. Ama hiç değişmez bu, sadece o gün ne yapmak istediğime bağlı. Bir davet olur, otururum, yarım saat sonra gideceğim davetin arasından 24 saat geçmiştir, o zaman farkederim o zamanı.

Yaprak Özer: Günde kaç saat çalışıyorsunuz bu durumda?

İsmail Acar: Ben ortalama 16 saati yakalamaya çalışıyorum şahsen.

Yaprak Özer: Kaç asistan var?

İsmail Acar: Bir tane resim asistanım; mesela kağıt kesme yaptığım bir tane, bir tane, yine diğer obje ve malzeme üstünde çalışıyorum onunla ilgili, bir tane heykelle ilgili. Dolayısıyla toplamda altı tane asistanım var.

Yaprak Özer: Oldukça ciddi istihdam aslında, değil mi? Bir ressam deyince, sanki tek başına yaparmış düşünürdük.

İsmail Acar: Rönesans atölyeleri çok daha kalabalıktı. Yani Michelangelo, Floransa’da Mediciler’in kütüphanesi için eskiz çizdi, gönderdi asistanını ve öldü. Şimdi gidiyorlar o kütüphaneye ve “Michelangelo yaptı” diyorlar. Bizim yaptığımız o kadar küçük kalıyor ki bunların yanında. Aslında benim hedefim fikir alanı üretmek.

Yaprak Özer: Sizin ne olabilir yakın gelecekte?

İsmail Acar: Benim yakın gelecekte, belki de Fransa’da belki büyük bir fabrikavari sanat üretim merkezi.

Yaprak Özer: Neden Fransa?

İsmail Acar: Çünkü Türkiye’de böyle bir arazi çok pahalı, oradaysa daha ucuz.

Yaprak Özer: Ama siz bu toprakların aslında özellikleriyle besleniyorsunuz ve onu da yansıtıyorsunuz değil mi? Yani bu noktada aslında ilgi çekiyorsunuz.

İsmail Acar: Doğru aslında. Ben ilk yola çıktığım zaman “Türk gibi nasıl resim yapılır?” dedim.

Yaprak Özer: Cevap neydi? Soruyu ben sormuş gibi olayım, siz söyleyin.

İsmail Acar: Türk gibi resim yapmak, düşündüm düşündüm. İşte hocalar, bizim profesörler, entelektüeller, küratörler vs. konuşuyorlar: “Türkiye’nin resim geçmişi yoktur, Rönesans yaşamamıştır” vs, hikayeler hikayeler…  Allah Allah yani ne olacak? Yapamayacak mıyız? Yok, “samimiyetsiz olur”, işte “onlar gerçeğini yaşıyor siz ‘gibi’”sini yaparsınız.” Yok öyle bir şey dedim ya, Türkiye’de Türk Edebiyatı diye bir şey var, yani Türk Sanatı diye bir şey var. Dolayısıyla Türklerin 1000 yıllık ürettiği bütün sanatın İslam Sanatı adı altında gerçekleştiğini gördüm ve ben dedim ki “İslam artık Türkler için korkulacak bir şey değil, İslam artık bir kültür olmuş ve bizim bunu sahiplenmemiz gerekiyor. Osmanlı, korkulacak bir şey değil; insan babasından korkar mı?” Böyle diye diye kendime savlar oluşturdum.Yani benim büyükannem bir nar alır, narı kırar, “Bismillah” der. Evet, bunlar çok güzel malzemeler. Yani narı kırarken “Bismillah” diyen bir büyükanne var. E o zaman ne olacak? Çok kolay, minibüslerin arkasında, her yerde kara yazı halinde Bismillah Besmelesi var. Yani Andy Warhol’un “Campbell Çorbaları”ndan çok daha başka bir boyut bunlar. O zaman dedim, Türkler zaten normal hayatın içinde yaşıyorlar. Saint Petersburg’a gittim, Londra’dan bir ikon getirilmiş, beş km kuyruk, komünist Rusya Saint Petersburg’taki ikonu görmeye çalışıyorlar. Aynı şekilde Metropolitan’da Amerikalı bir sanatçının sergisi var, kilometrelerce kuyruk; Çin’de Çin imparatorları, oysa imparatorları yok ettiler. Topkapı Sarayı’na geldim, kilometrelerce kuyruk. Peki, neyin önünde? Kutsal Emanetler’in. O zaman tamam, dedim işte Türk, bu!

Yaprak Özer: Bunu dediğinizde yıl kaç?

İsmail Acar: 20 sene evvel. Çok dalga geçtiler. Bana dediler, sen padişahlık mı istiyorsun?

Yaprak Özer: Bugün Osmanlı’yla ilgili hemen her şey bilinsin bilinmesin, özüne varılsın varılmasın tuhaf bir moda halinde. Dolayısıyla şöyle bir baktığımda Osmanlı’yla alakası olmayan, pek çok komik obje var etrafta. Peki bunu mu görmüştünüz? Aslında Türkiye’de değişen, siyasi ve sosyal atmosferi görmek; belki aslında diye de açıklanabilir mi sizin başarınız?

İsmail Acar: Doğru. Tabi buna sosyolojik açıdan bakmak lazım. Sadece bakıyorlar, Ressam İsmail Acar çok popüler, kazanıyor, resim yapıyor. Hayır, bu böyle bir kavram değil. Bu adamın yaptığı sadece nar değil, sadece gül değil, sadece lale değil; bu toplumsal bir bellek arayışı. Ben bunu yaptıktan yaklaşık dört ya da beş sene sonra Büyükşehir Belediyesi’nden Recep Tayyip Bey seçildi ve konjonktür değişmeye başladı Türkiye’de.

Yaprak Özer: Zaten ben de onu sormaya çalışıyorum; siz bunu görmüşsünüz.

İsmail Acar: Çünkü toplum algısı, Anadolu’nun büyük şehirlere taşınması, köy toplumunun artık şehir toplumuna dönüşmesi, Türkiye’nin tarımdan sanayiye geçmesi… Bütün bu süreçler ve cumhuriyetin Osmanlı’yla olan bu problemli sürecini yavaş yavaş yüzüncü yılına gelirken sorgulama süreci; ben 20 sene evvel yüzüncü yıl diye nutuklar atardım. Mesela iki-üç senedir, yüzüncü yıl nutukları atılmaya başlandı. Çünkü cumhuriyetin yüzüncü yılı demek birçok şey demek; yeni anlaşmalar demek, cumhuriyetin kendini ifade etmesi demek. İşte Fransızlar yüzüncü yıllarında Eyfel’i yaptılar 1889’da, iki yüzüncü yıllarında o büyük meşhur köprüyü yaptılar, Amerikalılar Özgürlük Anıtı’nı diktiler yüzüncü yıllarında ve bunu dünya sembolü yaptılar, Osmanlı kubbelerle, bacalarla Bizans olan bir formu İslam yaptı; Kostantinopolis’i yok etti, İstanbul yaptı. Şimdi biz kubbe ve bacaların hepsini çıkarsak, Osmanlı barbar bir topluluk kalır İstanbul’da. Şimdi bizim Cumhuriyet olarak da yeni formlar üretmemiz lazım; ama bunun üretilmesinin tek yolu bellek. Yani temellerini bilmemiz lazım bunun. Bu da yakın dönem Osmanlı’ydı benim için ve yerleşik Anadolu kültürleri. Yani Anadolu’da bizim tek varlığımız; örf ve adetlerimiz, tek gururumuz bunlar.

Yaprak Özer: Hatırlıyor musunuz, on altı yaşınıza kadar kaldınız yani o kokuyu, o renkleri? Bunlar hala sizin içinizde olan çok canlı unsurlar mı?

İsmail Acar: Kesinlikle.

Yaprak Özer: Yoksa ben abartıyor muyum? Yani biraz önce on altı yaşımda İstanbul’a geldim, dediğiniz için bu soruyu soruyorum ama…

İsmail Acar: Yok yok çok doğru bir soru; mesela bugünkü sergide aşk teması ama ceviz var, çinilerin üstünde ceviz var. Ben o cevizleri yaparken şunu hep düşündüm; biz o cevizleri dalından topladık, o dolu bir ceviz çuvalının çıkarttığı sesi biliyorum. Şimdi birçok insan geliyor ve mesela, bir müze müdürümüz geldi, baktı şöyle, ya ben akşam eve ceviz almıştım yengenle yemiştik, dedi ve bunlar kadar canlı ve taze değildi ve bunlar çok daha canlı ve taze, dedi. Çünkü ben Anadolu’nun o dönemini yaşadım. Onun için bu yeni yaptığım eserlere ben diyorum ki, Anadolu Realizmi…

Yaprak Özer: Gidip geliyor musunuz?

İsmail Acar: Ara ara; ama her yere gidiyorum. Ben, bütün Türkiye’yi dolaştım.Hem proje bazında… Her ikisi. Zaten ben bir yere gidince mutlaka bir iş için gidiyorum ve aynı anda birkaç gün gözlem yapıyorum, fotoğraf çekiyorum, çok fazla fotoğraf çekiyorum.

Yaprak Özer: Böyle mi beslenirsiniz?

İsmail Acar: Tabi. Yani bakmak ve görmek, bana göre en önemli unsur bu. Aslında bizim sorunumuz da bu. Biz bir şeye bakıyoruz, Boğaz’a bakıyoruz, Topkapı Sarayı’na bakıyoruz, sonra New York’un gökdelenlerini çiziyoruz. Bize öğretilmiş, bakıyorsunuz ama gördüğünüz şey gerçek değildir. Şunu göreceksiniz diye bize öğretilmiş. Hayır, biz neyi göreceğimizi çok iyi biliyoruz. Bu cumhuriyet, çok genç bir cumhuriyet; on yedi yaşında genç bir çocuk gibi ve bizler artık bunun bize kalıplarla öğretildiğini görmeliyiz.

Yaprak Özer: Ama herşeyi oraya döndürmeye gerek var mı? Yani sonuçta hepimiz istediğimizi görebilme özgürlüğüne sahibiz. Size bakıp bambaşka bir şey görebilirim, size bir başkası, bambaşka sorular sorabilir.

İsmail Acar: Elbette. Ama korkularla büyütülüyoruz. Yani “şu” olursa “şu” olur, “şu” giderse “bu” gelir. Dolayısıyla bu korkularla büyütüldüğümüz için…

Yaprak Özer: Ama hiç siz korkmamışsınız mesela.

İsmail Acar: Ama sonuçta beni de erozyona uğratıyor bunlar. Yani benim gibi bir sürü insan yapıyor olsa, geçmişte tek hedeftim şimdi ne güzel bir sürü genç sanatçı çıkmaya başladı. Bu benim hoşuma gidiyor; çünkü işimi yapmaya başladım.

Yaprak Özer: Resim bir yatırım aracı mıdır?

İsmail Acar: Resim bir yatırım aracıdır; ama ben açıkçası bunun kullanıldığını düşünüyorum. Resim, bir yatırım aracı sonunda olur. Yani ben, bugün resme koleksiyonerlerin ya da sermayenin bu kadar yatırım yapmasına karşı sanatın da içeriğinin yönetilmesi anlamına geldiğini düşünüyorum.

Yaprak Özer: Burada bir şikayetiniz var.

İsmail Acar: Burada şikayetim var. Burada bir de şike var aslında. Niye şike var? Siz bir şeye 50 milyon dolar yatırım yapıyorsunuz, ondan sonra ne kazanmak istiyorsunuz bundan? 100 milyon dolar kazanmak istiyorsunuz. Peki, bunun içeriği buna müsait mi? 100 milyon kazanmak istediğiniz bir şeyin içeriği. Bunu yatırımcı böyle görmez; içeriği bilmez yatırımcı, yatırımcı sonuca bakar. Dolayısıyla sanatçının ürettiği içeriği neye göre tayin edecek? Mesela bir sanatçı çok iyidir. Ama yatırımcı gider öteki sanatçıya yatırım yapar.

Yaprak Özer: Sanki böyle uzun zaman resimler para etsin, bunlar değerlerine kavuşsun, dediğimiz şeyden şimdi hafif şikayetçiyiz gibi mi?

İsmail Acar: Tam ondan değil. Bu kısa dönemli beklentilerden şikayetçiyiz.

Yaprak Özer: Peki kimdir bu yatırımcı? Yatırımcıyı anlatsanıza. Kim yatırım yapıyor resme? Bilen bilmeyen mi?

İsmail Acar: Fonlara ayrılır. Der ki “şunu şuraya işte şunu borsaya, şunu da yaklaşık 50 milyon dolarımızı da bu resme yatıralım” derler. Bu yatırımcı çok tehlikeli.

Yaprak Özer: Kim der bunu?

İsmail Acar: Parası olanlar, para kazanmak isteyenler.

Yaprak Özer: Bir de bu aracılar vardır, danışmanlık yapanlar vardır.

İsmail Acar: Tabi, bunların danışmanları da vardır. Bu insanlar derler ki; “ Biz geri kalmayalım. Dünyada mesela, Paul Getty böyle yapmış, ailesi böyle yapmış, Sn. Sakıp Sabancı şöyle yapmış… İşte bu insanlar da toplumda bir statü aralar. Bu statünün yolu da sanat, sanata yatırım, sanattan para kazanmaya kadar varan bir statüdür. Yatırım yapar. İşte bu resimde sanatçının evrimi vardır. Bu yüzden fiyatları; 10 yılda, 15 yılda, 20 yılda yaptıklarına göre değişir. Ama bu para geldiği zaman öteki tarafta yıllık ortalama 300 bin dolarla dönen bir sanatçı, ortalamadan bahsediyorum, diğer tarafta 20-30 milyon dolarlık rakamlar geldiği zaman dengesi değişir. Müdahale oluyor aslında. İçerik yok olmaya başlıyor. Mesela ben bir resim çiziyorum, biri geliyor diyor ki “İsmail, devamlı nar resmi çiz” ve sana da para veriyor, tıkır tıkır para sayıyor. Para herkese lazım.

Yaprak Özer: “Evet” diyor musunuz? Ben size “evet, nar resmi istiyorum” diyorum.

İsmail Acar: Buna “evet” demek ya da dememek, ne dersem boş olur. Ama bu sizi yönlendiren bir kavram. Bu, her sanatçıyı yönlendiren bir kavram. Sonuçta ben bir tek nar çizmiyorum, bir sürü şey çiziyorum.

Yaprak Özer: Tabi tabi bir sembol olarak sordum zaten.

İsmail Acar: Benim kullandığım semboller var. Bu sembollerin hepsine talep geliyor zaten. Benim için farketmez, ben on taneden daha fazla çizmem. Ne çiziyorsam onu çizerim; ama bu, yönlendiriyor. Bütün sanatçıları yönlendiriyor.

Yaprak Özer: Ama bugün artık herhangi bir ekonomik kaygınız olmadığı için “ben bunu çizerim” ya da “çizmem” diyorsunuz, değil mi?

İsmail Acar: Tabi tabi. Ama yani bunu çizmek zorunda kalırsın. Çünkü sonuçta yaptığınız resim. Fırıncı ekmek yapıyorsa, siz de resim yapıyorsunuz. İnsanlar ekmeğe para veriyorlarsa, resme de para veriyorlar. Bunda etik olmayan bir kavram yok; ama sanatçının kendi yolculuğunu bozuyor bu, kendi serüvenini etkiliyor. Parayı Süleyman verdi, Sinan camileri yaptı. “Süleyman olmasaydı Sinan olmazdı.”, tamam ama Sinan da orada bir estetik yarattı. Bugün bu kavram, aynı şekilde işlemiyor. Medici parayı verdi tamam, Rönesans’a da birçok etkisi oldu, Da Vinciler resimler yaptılar; ama neticesinde sadece parayı verdi. Yani sanatı çok yönlendirmedi. Şimdiki parayı verenler, sanatı yönlendiriyorlar.

Yaprak Özer: Ve “içeriğini boşaltıyorlar” gibi bir hisse kapılıyorum burada.

İsmail Acar: Bence yüzyılın sorunu bu. Bu sadece Türkiye’yle ilgili değil; dünyadaki ana sorun. Bir sanat eseri, nasıl olur da bir para, hisse senedi gibi görülür ki? Düşünsenize, dünyanın en estetik duygularıyla yola çıkmışsınız, dünyaya çok güzel bir estetik ruh kazandırmışsınız ve insanlar bunları para kazanma aracı olarak görürler. Oysa bunun en güzel aracı, toplumun tüm tabakalarına kadar, Sivas’tan Bitlis’e, her halka kadar. Eğitimden şikayet ediyoruz. Dünyanın her yerine kadar “Türk Kültürünü taşımak” olması yerine, depolara kilitlenen, büyük korumalarla saklanan…

Yaprak Özer: Oralarda mı peki o resimler?

İsmail Acar:Tabi. Açıkçası; benim resmimi eğer birisi depoya koymak için alıyorsa bundan utanırım, o resim mutlaka görüldüğü zaman katma değer oluşturur.

Yaprak Özer: Ne zaman çıkarır depodan?

İsmail Acar: Hiç bilmiyorum. Paraya ne zaman ihtiyacı olursa. Sanki para kazanılacak başka alan kalmadı. Oysa bu bir kültür hizmeti, aslında o gözle bakılması gerekiyor.

Yaprak Özer: Yine de tabi sizlerin beslenmesi, toplumun beslenmesi yani bir şekilde burada ticaretin de dönmesi gerekiyor. Ama bunun layıkıyla yapılması lazım galiba?

İsmail Acar: Uzun süreç. Mesela bu süreci söyleyeyim; Paul Getty Müzeleri, Los Angeles’ta dünyanın en güzel müzeleri, Guggenheim…

YaprakÖzer: Bizde de yeni müzeler var. Mesela şahıs müzeleri, kurum müzeleri gibi…

İsmail Acar: Mesela Sakıp Bey’in uzun zamanda topladığı eserler ya da bunun gibi çok değerli koleksiyonerler var, mesela Mustafa Taviloğlu da öyle. Uzun zamanda toplanır bunlar. Uzun zamanda yapılan her iş, bir gün gelir gerçekten değerini bulur ama bir yıl, iki yıl, beş yıl olmaz, buna bir ömür gerekir. Sanatçı nasıl bir eseri üretmek için bir ömür harcarsa mesela koleksiyonerin de aslında bu incelikte olması lazım.

Yaprak Özer: “Türk Resmi, Rönesans yaşıyor.” diyorlar. Aslında bunu söyleyenler buradaki ekonomiye bakarak bunu söylüyorlar galiba, değil mi?

İsmail Acar: Amerikalılar beni arıyorlar ve diyorlar ki; “Türkiye’ye gelelim, siz çok para kazanıyormuşsunuz orada. Ben de diyorum ki; “Ben daha çok Amerika’ya satıyorum. Haberin yok senin.”

Yaprak Özer: O zaman Türk resmi, Rönesans falan yaşamıyor aslında?

İsmail Acar: Türk resmi, Rönesans yaşamıyor tabii ki de öyle birşey söz konusu değil. Resimler depolara kaldırıldığı sürece, nasıl bir Rönesans yaşar? Türk modern müzelerinde bir Picasso yoksa, neyin Rönesans’ından bahsediyoruz?

Yaprak Özer: Türkiye’de ekonomi iyileştikçe resim yatırım aracı olarak…

İsmail Acar: Moda oldu. Ondan sonra herşey yerine oturacak. Bir sürü genç sanatçı çıkıyor. İlk sergilerini açıyorlar. 50 bin dolar, 100 bin dolar gibi fiyatlar koyuyorlar. Şimdi, bu insanlar ne olacak? Satamayacaklar eserlerini, sonra diyecekler ki; “Beş bin dolar, iki bin dolar… Sonra yine satamayacaklar ve sonunda resmi bırakacaklar. Onun yerine ne olacak? Bu çocukların hali bu olacak. Öteki çok para yatıranlar da diyelim; 100 binlerce dolarlar, milyonlarca dolarlarda yatıranlar bakacaklar üç sene, beş sene bunların karşılığı yok. Arada bir iki tane kendi kendilerine satışlar yapacaklar, fiyatları sanki gerçekmiş gibi yapacaklar. Dolayısıyla gerçek olmayan bir illüzyon oluşacak.

Yaprak Özer: Nasıl oluşuyor bu piyasa? Biraz anlatır mısınız? Siz, kendi resimleriniz için nasıl fiyat biçiyorsunuz?

İsmail Acar: Yani ben bir eser üretiyorum. İlk resmimi 100 dolardan satmıştım.

Yaprak Özer: Bugün?

İsmail Acar: Bugün benim en fazlaya sattığım eser, 350 bin dolar. Yani maksimum fiyat. Daha yüksek bir fiyat da var; ama o, yardım müzayedeleri. O yüzden gerçekçi şeyler değil. Ama bu, ben hayatımda bir daha 350 bin dolara hayat boyu satamayabilirim. Yani ben hiçbir zaman daha satacağım anlamında…

Yaprak Özer: Satabilirsiniz de ama?

İsmail Acar: Satabilme ihtimalim var.

Yaprak Özer: Daha fazlasını da satabilirsiniz ama?

İsmail Acar: Çok daha fazlasını da satabilme… Yani satmayı hayal ediyorum. Ama bunun olabilme ihtimali var.

Yaprak Özer: Türkiye’ye mi sattınız?

İsmail Acar: Yok hayır, yabancı.

Yaprak Özer: Amerikalı, Arap… Nedir?

İsmail Acar: Kazak. Hiç farketmiyor. Yani para kimdeyse, o alıyor.

Yaprak Özer: Mutlu musunuz o eserinizi sattığınız için?

İsmail Acar: Tabii ki mutluyum.

Yaprak Özer: Satarken nasıl hissediyorsunuz kendinizi? “Çok güzel, çok mutluyum şimdi ben bununla gidip bir şato alırım kendime” ya da “Bu, benim gözümün…”

İsmail Acar: 350 bin dolara şato satın alamazsınız.

Yaprak Özer: Ama bu benim bütün duygularımı alıp gidiyor gibi bir şey. Nasıl hissediliyor?

İsmail Acar: Yok yok bir şey alıp gidilmiyor. Aslında ilk önce, ilk resim yaparken üzülüyorsunuz eserlerinizin yanınızdan gitmesine; ama daha sonra şunu görüyorsun; o eser, daha iyi bir duvarda duruyor.Yok zaten ben iddia ediyorum; benim resimlerimin yüzde doksan beşi mutlaka görülüyor. Çocuklar, o resimleri izleyerek büyüyorlar. Eğer resimlerimin yüzde yirmisi depolara girdiği zaman, belki resim yapmayı bırakırım. Çünkü bana göre çok ters bir olay bu. Ben hisse senedi üretmiyorum. Sadece toplumsal bir estetik üzerinde duruyorum; toplum belleği ile uğraşıyorum. Ciddi ciddi de resim boyuyorum baya klasik ustalar gibi; bunun üstüne bir eğitimler alıyorum, tekrar tekrar kendimi geliştirmeye çalışıyorum.

Yaprak Özer: Eğitim almaya devam ediyor musunuz?

İsmail Acar: Ediyorum tabi yani bir sürü yeni sanatçı var, yeni teknikler var… Eğitim almıyorum da görsem yetiyor artık bana.

Yaprak Özer: Ama gidip izliyorsunuz. İzlemek herhalde, onlarla birlikte olmak… Belki o da bir tür eğitim sonuçta.

İsmail Acar: Kesinlikle. Gerçi artık bizim eğitimimiz öyle oldu. Yani ben karşıdan baktığım zaman zaten direk haritasını çıkartırım. O sürecin yapılma dönemleri, teknikler vs. karşıdan baktığım zaman anlarım. Bu bir baskı üzerine mi boyanmıştır? Yoksa gerçekten desen üzerine mi boyanmıştır? Üç metreden anlarım.

Yaprak Özer: Yılda kaç tane resim yapıyorsunuz?

İsmail Acar: Yılda değişiyor; ama ortalama yüzün üzerinde eser.Ama değişiyor; içerikler değişiyor, ebatlar değişiyor…Mesela bir tane çok büyük bir resim var; hala beş senedir üstünde çalışıyorum.

Yaprak Özer: Yaptığınız çalışmaların ne kadarı sipariş?

İsmail Acar: Sipariş çok az. Mesela bu şöyle olur; bir tane çok yakın tanıdığımız ya da hatırı olan birisi hatta benden de çok fazla resim alan birisi, babasını kaybediyor ya da aile büyüğünü kaybediyor ve diyor ki bana; “Bana bunun bir potresini yapar mısın?” Sonra düşünüyorsun. İnsanları fazla kıramıyorsun aslında. Ancak bu kadar oluyor. Bu da çok fazla değil.

Yaprak Özer: Enteresan… Siz bir resme başlarken, duygularınız mı sizi götürüyor yoksa böyle yıllık bir planınız var mı?

İsmail Acar: Her ikisi de.

Yaprak Özer: Nasıl? Bir ressamın; “Ben bu yıl şöyle bir şey çizmek, boyamak, ortaya çıkartmak, yaratmak istiyorum” dediği şey nedir? Tema ne? Aşk bunlardan biri miydi?

İsmail Acar: Yok, her şey tesadüflerden çıkıyor. Aşk niye çıktı? İşte Abdülaziz o binayı yaptırmış, orada İkinci Napolyon’un eşiyle bir şeyler arasında geçmiş, Çırağan’ın yirminci senesi, benim yirminci senem, o gün onun doğum günü, orada yaşanılan o hikayede büyük bir aşk var. Böyle bir anda bir baktım kesişti ve o anda çıktı. Ama benim tabii ki de yıllık proje bazında mutlaka programlar var. Ama duygu bazında o pişiyor. Benim aklımda şu an yirmi tane fikir var ve ben bunları ufak ufak bir tane bir şey yapıyorum, bakıyorum olgunlaşmadı, kenarda duruyor.

Yaprak Özer: Ressamın fikri nasıl olur? Ama sizin nasıl oluyor? Hani “Yirmi tane fikrim var”, ne yaparsınız? Bir tarafa bir not mu? “Ben bir ağaç, bir Osmanlı’dan şöyle bir manzara” mı? O hayal ettiğiniz şeyi mi yazıyorsunuz kenara?

İsmail Acar: Mesela ben hep diyordum; “Türk gibi nasıl resim yapılır? Türk resmi nedir?” diye. Düşünüyorum düşünüyorum bir türlü bir şey bulamıyorum. Sonra “mizah kullanayım” dedim, “bilmem ne” kullanayım, “şunu” kullanayım dedim. “Türk nedir?”, “Türk doğudur”, “Türk şudur, budur” falan. En sonunda geçen yıl, “tamam” dedim “buldum”.  Kırmızı ve beyaz. Türk, bayrak sembolleri… E nasıl anlatacağız? İşte “Ay düştü şehitlerimizin kanı” dediğimiz an, Amerikalı bunu hayatta almaz, ne de Fransız bunu hayatta izlemez, işte Arap bunu kesinlikle sergilemez. E ne yapacağız? O zaman ben buna bir tema, altyapı işte tasavvuf var bunun altında, bir sürü şey bunun altında. Dedim “Beyaz; edebi hayat, sonsuz hayat ve diğer dünya”, dedim “kırmızı; bu dünya,yaşam, aşk”.

Yaprak Özer: Aşk deyince ne geliyor?

İsmail Acar: Kırmızı ve baharatlı tonlar. Baharat, yani yaşama dair olan şeyler, derken bunu böyle hikayelendirdim. Ama ben bunun üzerine yaklaşık sekiz, on senedir düşünüyorum. Kırmızı-beyaz,  kırmızı-beyaz, nasıl olur? Sonra ne yaptım? Bir kırmızı oda yaptım, bir beyaz oda yaptım; hatta kabartmalı resimler yaptım; hatta insanlar buna, görme özürlüler de dokunuyor, sonra tatlar yaptım. Çilek resmine dokunuyor ve çilek tadı alıyor ve çilek kokusu var ve çilek rölyefine dokunuyor ve altta Braille alfabesi ile yazılar var; çileği anlatıyor resmi ve kompozisyonu. Tamam bütün dünya bunu istedi, kırmızı ve beyaz; Türk gibi Türk resmi… Çok da modern, dünyada da hiç yapılmamış, beş duyu ile anlatılan bir proje. Ama bu nasıl gelişti? On yıl sürecinde gelişti. Bir sürü defa yeltendim, beceremedim.

Yaprak Özer: Beceremediğiniz şeyler de oluyor yani?

İsmail Acar: Çok beceriksizim o konuda. Ben bir şey düşünüyorum; ama düşündüğüm şeyi gerçekleştirmek çok zor.

Yaprak Özer: Kaç tane atıyorsunuz çalışırken?

İsmail Acar: Bir kenarda duruyor. “Beceremedim” dediğim; zamanı gelmiyor. Bazı şeylerin zamanı var. Bazı şeylere sizin zamanınızın olması lazım. Ayrıca paranızın da olması lazım, bu işi yatırmak için. Çünkü bir sergi hazırlıyorsun…

Yaprak Özer: Rahatça yapabilmek için değil mi?

İsmail Acar: Tabi; çünkü bir proje oluyor, birkaç ülkeyi dolaşacak. Ben mesela sponsorlarla çalışmıyorum; çünkü sponsorların inisiyatifine kalsam üç yıl bekleyeceğim. Ben kendi kendimin sponsorluğunu yapıyorum, anında proje gerçekleşiyor.

 

İSMAİL ACAR KİMDİR?

Türkiye’nin en pahalı ressamlarından. Son zamanlarda ortaya koyduğu eserlerini “Anadolu realizmi” olarak tanımlıyor. Türkiye’den, Amerika’dan, Avrupa’dan resimlerini satın alanlar kabarık.  “O aldıysa ben de almalıyım” diyenlerin sayısı çok. Günde 16 saat çalışıyor, yılda ortalama 100’ün üzerinde resim üretiyor. İlk resmini 100 dolardan satmış, en yüksek değere sattığı eseri, 350 bin dolar.

Paylaş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir