Neden başlangıçlarda gösterdiğimiz performansı, ayrılırken gösteremiyoruz. Neden ayrılıklar acılı Urfa gibi olmak zorunda?
Neden medenice el sıkışıp, “Allahaısmarladık, her şey gönlünüzce olsun” diyemiyoruz?
Neden başlarken şık, ayrılırken hırt oluyoruz?
Neden geçtiğimiz yollarda sağa sola dökülmüş insanlar bırakıyoruz?
Neden bir gün bir yerde karşılaşacağımızı unutuyoruz?
Neden ayrılırken kötülük yapmayı meziyet sanıyoruz?
Neden efendice konuşamıyoruz?
Geçtiğimiz günlerde endüstri mühendisleriyle yoğun bir temasım oldu. Endüstri mühendisliğinin aslında tam olarak ne iş yaptığını bilebilmek çok mümkün değil. Mezunlarını hemen hemen her iş kolunda görmeniz mümkün. Endüstri mühendisleri farklı disiplinlerde ilginç bir başarı grafiği çiziyorlar. Kendilerine sorarsanız, hayata dokunan bir mühendislik olduğunu, böyle olduğu için de başarı şansının yükseldiğini söylüyorlar.
Aslında her disiplin öyle… Ne kadar uzak durursa dursun. Mutlaka hayata dokunmalı. Bir de hayata dokunması gereken disiplinler var. Zaman zaman dokunduklarını söylemek mümkün olmuyor. Teğet geçtikleri çok oluyor.
Yönetim bilimi bunlardan biri. İçinde birbirinden farklı insan unsurunu, tatlısıyla acısıyla, iyisiyle kötüsüyle hayatın pek çok değişik yanını barındırıyor. Hayatı teğet geçtiğini düşünmemin nedeni, o kadar hayatımızın içinde ve kendisini o kadar bizden soyutlamış durumdaki anlaşılır gibi değil. Sanırsınız ki bizler birer makine, yönetim bilimi de bir kontrol panosu. Oysa evde geçirdiğiniz zamanın misliyle fazlasını iş yerinde tüketiyoruz. Yönetilmesi pek de kolay olmayan bir dünya.
Son zamanlarda üzerinde yoğun olarak düşündüğüm iki küçük kavram var. Aslında hayatımızı yönlendiren ve ipotek altına alan iki büyük kavram.
Dikkat ettiniz mi bilmem, havasından mı suyundan mı yoksa başka meziyetlerinden mi bilinmez; Türk insanı “başlamayı” çok sever, “ayrılmaktan” nefret eder.
Başlamasını becerir, ayrılmayı beceremez.
Başlangıçta şıktır, sonlandırırken hırttır.
Başlangıçta ateşlidir, tutkusundan yanından geçilmez; ayrılırken nedense hem kendisini, hem de başkalarını hüsrana boğar.
Başlarken verdiği sinyalleri, nasıl yaparsa yapar, ayrılırken bozar…
Hayatın çok içinden bu iki kavramı bir disiplin içinde işleyebilmek gerekir. Başlamayı yönetebilenlerin, ayrılmayı da yönetebilmeleri gerekir. Ayrılmak yönetilebilen bir süreç olabilmeli.
Başlangıç ve ayrılıklarla ilgili bakın bakalım çevrenize, ne göreceksiniz. Bakın bakalım kendinize, başlarken gösterdiğiniz performansı sonlandırırken gösterebilmiş misiniz? Sonra dilerseniz bir iki dakika düşünün. Nasıl iyi başlar ve iyi sonlandırırım diye kafa yorun. Başlamayı nasıl becerebiliyorsak, sonlandırmayı da o kadar iyi becerebiliriz.
Damarlarımızda dolaşan kıskançlık virüsünü, benden sonra tufan anlayışını, kötülüğü, zaman zaman çaresizliği kendi ellerimizle söküp atabiliriz.
Başlangıçlar ve ayrılıklar yalnızca iş hayatının tekelinde olan konular değil. Ya da yalnızca çalışanın başlangıcı ve sonu olarak da bakılamaz.
***
Kız henüz 16’sında, kaptırmış gönlünü bir oğlana. Anne baba karşı. Olsun o istiyor. Dünya umurunda değil. Oğlan reşit ama evlenecek yaşta değil. Onun da ailesi karşı. Ama olmaz, onlar müthiş bir başlangıç yapmak istiyor. Tutkulu ve kararlı gözüküyorlar.
Sonunda ya olacak ya olacak deniyor. Olmazsa kaçılacak. Aileler çaresiz ele güne rezil olmak da var, çocukların mutluluğu da öbür tarafta duruyor…
Peki, ne olacak… Ne yapılmalı…
Bu müthiş ve masalsı başlangıç gençlerin istediği gibi olur.
Aileler, “kaçacaklarına, birlikte olsunlar ama bizimle olsunlar” kararı verir.
Mutlu son; onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine…
Mutlu başlangıç da denebilir.
Su gibi akıp geçen yılları bir çırpıda özetleyebilmek için; Başlangıç görkemli, Gelişme sönük, Final ise trajik olur.
Kavga kıyamet, gürültü patırtı… Nedense olay yaratmadan ayrılmayı beceremezler. Üstelik yönetilmesi gereken bir durum varken. Çünkü artık onlar yalnız değildir. Ortada çocuklar… Hayır, yönetemezler, yönetmek istemezler. Bildiklerini yapar, yalnızca kendi hayatlarını değil başkalarınınkini de karartmaya kararlı bir şekilde mutsuz ayrılık yaşarlar.
Onlar ayrılığın iki kişi arasında yaşandığını sanırlar. Ama bu ayrılıktan en fazla etkilenen çocuklardır. Ayrılığı yönetebilmek kimsenin aklından geçmez.
***
Ortak proje çalışması yaptığımız bir kamu kuruluşunda uzun zamandır görmediğim kişileri tekrar karşımda görünce sevindim. Hoşbeşten sonra, “Nerelerdeydiniz” diye soruyor insan. “Bir hastalık ve yaramazlık yoktur inşallah” gibi sözler çıkıyor ağızlardan… Derken anlıyorsunuz ki, devlet emekli etmek istemiş, onlar emekli olmak istememiş.
Bir ayrılık öyküsü daha. Yönetilememiş ayrılık öyküsü.
Malum Türk ekonomisinin en önemli sorunlarından biri verimsizliğe çare bulamamak. İnsan kaynağını planlayamamak. Kamuda çalışan personel sayısının kontrol edilmesi ve ilk etapta aşağı çekilmesi gerekiyor. Bu doğrultuda geçtiğimiz haftalarda erken emeklilik gündeme geldi ve hızla uygulamaya kondu. Biraz patırtı gürültü koptu ama diğer tüm patırtılı olaylar gibi o da söndü.
Bütçeye büyük yük olan insanlar 61 yaşında emekli edilmek istenerek apar topar iş yerleriyle ilişikleri kesildi. Ayrıldılar.
Bir sürü mutsuz insan. Devlete bir kez daha güvenlerini yitirmiş olmaları, düzenlerini sıfırlamış olmalarının yarattığı öfke de cabası.
Sonra ne oldu?… İtirazlar, mahkemeler ve geri adım. Dönebilecekleri söylendi. Hepsinin dava açması gerektiği ifade edildi.
Binlerce insan emekli olup, kuşa dönen maaşına talim etmek yerine, görece dolgun maaşı ve ikramiyesine doğru bir hamle yaptı. Ayrılmak istemediler.
Konu burada haklılık ve haksızlık değil. İstihdam yönüyle de tartışmak istemiyorum.
Burada ayrılığa takılın yeter.
Sizce dönenler çalışacak mı?
Ben hiç sanmıyorum. Onlar artık sürekli beklemedeler, bugün yarın ama çok yakında bir gün yine ayrılabilirler, ayrılmaları gerekebilir. Zaten hepsi 60’larının başında… Sizce mücadele edip, hırsla geri dönmüş, zaten kendisinin olduğunu düşündüğü ve ondan haksızca alındığına inandığını geri alan kişinin işinden hayır gelir mi…
Gelmez!
Gördüğünüz gibi devlet de ayrılıkları yönetemiyor. Eline yüzüne gözüne bulaştırıyor.
***
Genç kız üniversiteden sonra, soluğu yurt dışında aldı. Ne yaptı etti, yurt dışında kendisine iyi bir okul ayarladı. Anne baba biraz şaşkın, biraz çaresiz gidiş hazırlıklarını izlediler.
Aslına bakarsanız, gidebileceğine kimse inanmadı. O sabah kalkıp, yatağını bile toplamayan, kahvaltıda hala ağzına yedirilen, adına planlar yapılan, iyi okusun diye rahat ortamlar geliştirilen mutlu bir çocuktu. Ekmek elden su gölden…
İyi okuyordu. İlk orta ve lise böyle bitmiş Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden birinde zorlu bir bölümü de evdeki tüm tembelliğine rağmen ciddi bir performans göstererek başarıyla sonlandırmıştı.
Sonra pek çok arkadaşının kurduğu beş yıldızlı hayaller gibi ver elini yurt dışı.
Ne olup bittiğini idrak edemeyen aile, onu havaalanında yolcu ederken, ayrılığı kafasına balyoz gibi yedi.
Ailenin yediden yetmişe tüm fertleri Türk filmlerinin en acılısı, Brezilya dizilerinin en mantıksızı, Hint yapımlarının en duygulusuna taş çıkartırcasına saatlerce havaalanının en tehlikeli bölümlerinde dolaşıp, çocuklarını bir kez daha görmek uğruna hem ağlayıp hem el salladılar. Ağlamak hiç durmadı. Sürekli ağlandı. Sanırdınız ki, bir matem vardı.
Onlar ayrılmanın acılısını seçmiş ve bu tür ayrılıkları sevdiklerine karar vermişlerdi.
Nasıl suçlayabilirsiniz ki, genlerimizde var. Biz ayrılırken ağlarız. Karşımızdaki dünyanın en iyi yerine, en iyi görevine, en mutlu evliliğine gitse bile biz ağlarız. Olayların içinde mutsuzluk yaratacak bir kırıntı yakalarız.
Neyse ki, zaman su gibi akıp geçiyor.
Sözünü ettiğim bu aile içinde öyle oldu.
Arada hatırlananlar tüm gelişlerde tutkulu sarılma ve öpüşmeler, ayrılıklarda gözyaşı…
Eğitim bitti, bizim küçük kız büyüdü, tam artık ülkesine dönecek derken o ikinci bir hamle daha yaptı ve yurt dışında iyi bir işe girdi… Ailede değişen bir şey yok. Çocukları zaman zaman tatil, zaman zaman iş için geliyor. Herkesin bu duruma yıllar sonra alışmış olması gerekiyor.
Olsun anne ve baba için hiçbir şey değişmiyor. Ayrılığın en acılısı her seferinde yaşanıyor.
Ayrılmak bir türlü mümkün olmuyor.
***
Çok yıllar önce, bir gün iş aradığını söyleyerek, geldi. Ona göre iş olmadığını söylemek, kendisini ikna etmeye yetmedi. Kararını vermiş ne yapacak yapacak ama orada işe girecekti. Çünkü gelişmesi için iyi bir başlangıç yapmak istiyordu. Eğitimi vasat, hatta vasatın altındaydı, dünya görüşü yok denecek kadar az, aileden de şanssız sayılırdı, ama azimli bir gençti. Çok çalışacağını ne gerekiyorsa yapacağını söylüyordu. Gelecekten beklentisi o güne kadar yarattığı ve kendisi için yaratılan koşullar yüzünden fazla olmayan ama derinlerde bir yerde sınıf atlamak için yanıp tutuşan küçük bir çocuk.
İyi bir başlangıç yapmayı kafaya koymuştu.
Hiçbir yöneticinin dayanabileceği bir durum değil. “Al beni çalıştır. Al beni yoğur, adam et” diyen birine, “Tamam sen git” denmiyor.
Bu çocuk içinde böyle olur. İyi bir başlangıç yapar, bu arada şanslı olduğunu da söylemek gerekir. Başlangıcı ne kadar iyiyse, gelişimi için ortaya konan ve öne sürülen fırsatlar da iyi olur. O çalışır, karşılığını, ailesinde görmediği bir şekilde iş yerinden alır. Öğrenir durur.
Günün birinde ayrılmak ister. Olur ya… Dünyanın en doğal şeyi,
Kafası karışıktır, artık yararlı olamadığını düşünür. Bir şeyler iyi gitmiyordur… Oturulur konuşulur. İlk etapta planlı bir ayrılık olacağı tahmin edilir.
Her şey yoluna konur, yerine bir başkası bulunur. Yeni bulunan kişiyle şartlar ve çalışmanın düzeni konuşulur. Devir teslim başlar. Dokümanlar teslim edilir… Fakat o da ne?…
Salya sümük. Bizim çocuk ayrılmak istemediğini fark eder.
Bir hata yapmıştır. Aslında işini sevmektedir. Anlayış ve ilgi ister. Yine yeni bir başlangıç, bir sürü vaad, bolca söz…
Türk filmleri yine devrede…
Bol duygu, az disiplin. Ben geri dönmek istiyorum, yaptığımın hata olduğunu biliyorum. Lütfen affedin.
Affedilir… Bu zor bir karardır. Çünkü ortada becerilemeyen bir ayrılık, Hint kumaşı olmasa da geriye dönmek isteyen, emek verilmiş biri…
Yılların birlikteliği… Bol vicdan… Sıfır profesyonellik vardır.
Yerine alınacak kişiyle yeniden görüşülür. Onun kendisini kötü hissetmemesi için sözüm ona elden gelen her şey yapılır.
Tuhaf bir ayrılma hikayesidir.
Biraz hastalıklı.
Yönetilememiş ayrılık, herkesi mutsuz etmiş. Ayrılık yaşanmadığı için hayatları esir almış, daha sonra yaşanacak daha başarısız bir ayrılığa ön hazırlık…
***
On yıllık evlilik, 15 yılı aşan birliktelik bir gün ansızın sona erer. O kadar kolay o kadar çabuk olur ki, aslında taraflar da ne olduğunu anlamaz. Başlangıcı anımsayanlar sonun böyle olacağını hiç ama hiç tahmin edemez. Onların ki fakir kız, zengin çocuk ya da tam tersi bir ilişki değildir. Türk filmi sendromu yoktur.
Ekonomik durumu iyi olan iki genç insanın birbirini severek flört etmesi ve bir gün evlenmesi… Bundan daha doğal ne olabilir.
Onların hikayesi de bu.
Ama her şey planlanıp, arzulandığı gibi gitmiyor.
Medeni insanların medeni ve sessiz ayrılışları da zaman zaman yönetilemeyebiliyor. Onlar bir süredir hiç konuşmuyor. Ağızlarından çıkacak her kelimeyi ayrılığa zarar verir diye telaffuz edemiyor. Korkuyor. Ne yapacağını bilemiyor.
Aslında şanslı olabilirler, çünkü kavga gürültü, küfür kıyamet yok. En azından şimdilik. Medeni olunabiliyormuş dedirtiyor insana…
Bu dıştan görüntü, içinden ise yakıyor.
Ayrılığın söze ve şiddete dökülmemiş bir yanı var. Ama iyi yönetildiği söylenemez.
Bir başka hikaye. Sonu aynı. Başı da öyle… Arası değişik. Ayrılıktan sonra yaşananlar daha farklı.
Bir başka çift.
Yine on yıllık evlilik. Büyük hayallerle kurulmuş bir birliktelik. Olmuyor gitmiyor. Bir gün artık mutsuz olunduğu tam olarak saptanıyor. Ayrılmaya karar veriliyor. Taraflardan biri razı olmasa da, ayrılık gerçekleşiyor.
Ayrılık kararına kadar herkesin sevip saydığı, örnek aldığı ilişkinin rengi ve ruhu değişiyor.
Kavga gürültü, tehdit, istekler…
Onlar da ayrılığı yönetemiyor.
***
Büyük umutlarla getirilmiş bir bürokrattı.
Bu vatan, bu topraklar ondan çok şey bekliyordu.
Görevine geldiği gün, geçmişte yaptıklarıyla iyi bir gelecek ve iyi bir performans sergilemek üzere elinden geleni yapacağını söyleyerek, halkına teşekkür etti. Makam koltuğuna otururken mutlu ve gururluydu. Bu memleketin ona verdiklerini, artık onun geriye vermesinin zamanı gelmişti. İçi sevinç kaplıydı. Heyecanı midesinin üzerine oturmuş olan “Ya yapamazsam” korkusunu unutturuyordu. Güzel bir başlangıçtı, ailesi, arkadaşları ve ülkesi onunla gurur duyuyordu.
Hemen kolları sıvadı, önce o güne kadar yapılanları tanımaya çalıştı, sonra yapılması gerekenleri ortaya koydu. Buraya kadar iyiydi. Henüz kimsenin ayağına basmamış, arkasına aldığı rüzgarla olumlu görüntü veriyordu. Sonra o ana kadar planladığı icraatları başlattı.Zaten ondan sonra ne olduğunu da anlamadı. Birden sağdan soldan vızıltılar, oradan buradan uğultular, derken gazetelerde haberler çıkmaya, sesler yükselmeye başladı. Yakın çevresi iyi yolda olduğunu söylüyordu. Birilerinin ayağına bastıkça ses yükselmesi doğaldı. Aldırmayıp devam etmeliydi. Zaten artık yavaş yavaş tecrübe de kazanıyordu. İlk başta kendine dert ettiği konuları fazla umursamıyor, doğru bildiğini yapıyordu. Ancak nasıl olduysa oldu, kimse anlam veremedi, bir gizli el ortalığı öyle bir karıştırdı ki, nereden tutacağını, nereden başlayacağını bilemez oldu. Gazeteler başlangıç yaptığı o pırıltılı günleri anımsamaz olmuştu. Ayrılık çanları susmuş, ortalığı hakaret ve iftiralar dökülmüştü… Her şey pek çirkindi.
Tabii ki ayrıldı.
Masasından kazıdılar.
Ne yaptığını şu an bilen yok. Ayrılığı hazmetmeye çalışıyor olabilir. Kim bilir. Hazmedecek mide kaldıysa. İyi başladı kötü bitti.
Ayrılık yine yönetilemedi.
***
Bir gün patrona, “Biraz konuşabilir miyiz” diye sordu. “Tabii” yanıtını aldığında, “Sanırım artık ayrılmak istiyorum” deyiverdi. Patron olacakları tahmin etmişti, “Tamam” dedi. “Ayrılabilirsin. Nasıl bir plan düşünüyorsun?” “Sizin uygun göreceğiniz zaman” deyiverdi. Bir iki küçük ricası vardı. Örneğin acaba bu arada long weekend yapıp küçük bir tatile izin verilir miydi, sonra İngiltere’den arkadaşı gelecekti yıllardır görmemiş, onunla heyecanlı hayalleri var… Acaba biraz da tolerans olabilir miydi?
Her şeye “Tamam” yanıtını aldı.
Her şey yolunda. Ayrılık gerçekten planlandı. Tolerans, tatil, hangi iş ne zamana kadar devredilir, geri kalanlar için neler yapılabilir… Sorun yok. Ama biliyorsunuz memlekette sorun olmaması sorunun biraz sonra çıkacağı anlamına gelir. Başlangıcını iyi yapanların sonunu iyi getirmediği bir ülkede, profesyonelliğin kol gezmediği bir çalışma ortamında ayrılıklar hep kötü yaşanır. Yıllarca tanıdığınızı sandığınız insanlar, her nedense gerçek kimliklerini buluverir. Tahmin edilmeyeni yapar.
Bu arada yapılan konuşmalar ve elemanın ileriye dönük aktardıklarında elle tutulur bir şey yoktur, ipe sapa gelmez planlardan söz eder… Sözlerde bol yalan, çok dolan ve anlamsızlıklar vardır.
Bizim ülkemizde bu gibi durumlarda varsayılan genellikle, ben nasıl bir bulunmaz Hint kumaşıyım ki, benden vazgeçilmiyor. O zaman ben ayrılmalı ve yeni müthiş başlangıçlar yapmalıyım. Ne gerek var ayrılığımı planlamaya… Dünya beni bekliyor. Bırakalım yıllar geride kalsın, profesyonellik uçup camdan kaçsın, yaptığım tüm işler ortada kalsın, pisliğimi başkaları temizlesin, yarım bıraktıklarımdan kimseye haber vermeyeyim…
Bu da bir başka ayrılık öyküsü. Sanki böyle bir insan yaşamamış… Sanki böyle biri çalışmamış.
İnsan kaynaklarından bilindik bir Türk çalışanı hikayesi… Ayrılığını planlamamak üzere başlangıç yapmış, ailesinden ve çevresinden hep yakmak ve yıkmak gördüğü için hayatın ancak çalınarak, kırılarak geçeceğini sanmış.
O hep başlangıçlar yapacak ama kötü ayrılıklara mahkum kalacak.
***
Genç kız iyi bir üniversitenin iyi bir bölümünden mezun olmak üzeridir. Ders aldığı öğretim görevlilerinden biri, kendisini, ilgisini çektiğini düşündüğü bir işe girebilmesi için ön ayak olur. İyi de olur. Değişik bir iş geleceğe dair güzel planlar… Çok geçmeden kafası karışır. Daha yeni mezun olmuş, iş hayatının cilveleriyle henüz tanışmamıştır. Ancak içine girdiği ortam, kafasının tam ortasında bir tuhaf çorba yaratmıştır.
İşyeri yoğun bir çalışmanın yaşandığı ancak az insanın çok katma değer ürettiği türdendir.
Çalışan az sayıdaki insanlardan biri bir süredir mutsuz ve ayrılmayı evirip çevirmektedir. Yeni elemanın gelmesi onun hareketini hızlandırır. Çünkü yeni gelen ayna gibidir, diğerine tüm eksiklerini ve asla olamayacağı şeyleri gösterir.
Neyse, adet olunduğu gibi mutsuzluğu başkalarına taşımak gerekir. Efendice ayrılmak mümkün değildir.
Madem ayrılıyorum o zaman iz bırakmalıyım gibi durumlar olmalıdır. Yeni gelene senin özgeçmişini ben sağa sola yollayayım, sana iyi bir iş bulalım… gibisinden tuhaflıklarla yaklaşır.
Ayrıldığında, arkasında, sabote edilmiş bir iş yeri bırakmalı ki, kıymeti anlaşılsın diye düşünür. Nedense şirkete ait eşyaları da bırakmayı hiç akıl etmez.
Yeni mezun eleman, olanı biteni uzun süre anlamaz ama aldığı eğitim ve sağduyusu “Sanırım öğrenmeye başladım” demeye yeter.
O kötü bir ayrılığı uzaktan seyrettiğini bilir ama ileride daha ne kadar kötüsüyle tanışacağını bilmez.
***
Benim sağdan soldan derlediğim ayrılık hikayelerinin hiçbiri başlangıç hikayeleriyle tutmuyor. Bu konuda bugüne kadar yapılmış bir araştırmayla karşılaşmadım. Exit Strategies olarak anılan, ayrılıkları daha çok işveren açısından planlayan modeller mevcut tabii…
Görünen şu ki, ayrılık ve başlangıç toplumdan topluma değişiyor. Kültür, gelenek ve görenekler hayatın bu iki değişik karesini fena halde etkiliyor. İnsan kaynakları açısından yapılabilecekler, kurumsal yapının tamamlanarak duygusallıktan arındırılmış ve standart başlangıçlar ile ayrılıklar yaratmak.
Sizin benimkilerden daha fazla, daha değişik, daha renkli, daha güzel başlangıç ve trajik ayrılık öyküleriniz mutlaka vardır.
Belki paylaşırsınız da… Kim bilir.
Ama düşünmenizi istediğim ufak bir nokta var; neden başladığımız gibi noktalayamıyoruz?
Neden başlangıçlarda gösterdiğimiz performansı, ayrılırken gösteremiyoruz. Neden ayrılıklar acılı Urfa gibi olmak zorunda?
Neden medenice el sıkışıp, “Allahaısmarladık, her şey gönlünüzce olsun” diyemiyoruz?
Neden başlarken şık ayrılırken hırt oluyoruz?
Neden geçtiğimiz yollarda sağa sola dökülmüş insanlar bırakıyoruz?
Neden bir gün bir yerde karşılaşacağımızı unutuyoruz?
Neden ayrılırken kötülük yapmayı meziyet sanıyoruz?
Neden efendice konuşamıyoruz?