Bu köşeyi Türkiye’nin en güçlü ve itibarlı insan kaynakları sitesi olduğunu düşündüğüm www.insankaynaklari.com’da yazdığım için mutlu olduğumu belirten bir cümleyle başlamak istiyorum. İkinci cümlem tabii ki yıllardır bu köşeyi inatla izleyen size. Evet size teşekkür ediyorum. Türkiye’de, internette, insan kaynakları, yönetim, kalite, iletişim, demokrasi, kadın, özürlüler, haklar, demokrasi, doğrular gibi konularda inatla yazan benimle birlikte olduğunuz, yazılarımı izlediğiniz için size teşekkür ediyorum.
Biliyorsunuz bu yazı 2005’in son yazısı. Biraz duygusal başlamasını anlayışla karşılayacağınızdan eminim. Tam dört yılı geride bırakmış oluyorum.
Duygusallık bu kadar. İşimize dönelim. Yılın son yazısında AB ile Bizi yazmak istedim. Çünkü; içinde iletişimsizlik var, çünkü içinde yönetişimsizlik var. İçinde mantıksızlık var, içinde duygular var. İçinde ülkeler ve her şeyden önemlisi biz varız. Siz ve ben… Çocuklarımız! İçinde yorum bulamayacaksınız. Çünkü gereksiz.
Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri açısından 2005 yılını önemli bir yıldı. Fransa ve Hollanda’da yapılan ve çok ses getiren anayasa referandumları ve tam üyelik müzakerelerinin başlayacak olması nedeniyle bütün yıl boyunca Türkiye tartışması siyasi gündemde kaldı. Avrupa basını ve kamuoyu konuyu yakından izledi.
Avrupa Birliği ile ilişkilerde önemli olaylara bir göz atalım. 17 Aralık 2004’teki AB Brüksel Zirvesi’nde devlet ve hükümet başkanları Türkiye ile tam üyelik müzakerelerine 3 Ekim 2005 tarihinde başlanmasına karar vermişlerdi. Türk heyeti aklında “Acaba bizi alacaklar mı yoksa görüşmelerin ucu açık diyerek her an keserler mi?” sorusuyla, yine de tarih almanın huzuruyla ülkeye döndü. Bu dönem dış politika açısından olumlu geçti ve kamuoyundan da genel olarak sevinçle karşılandı. Halktaki olumlu hava kamuoyu yoklamalarına yansıdı ve Avrupa Birliği üye ve aday ülkelerin halkları arasında yapılan kamuoyu yoklamasına göre Türklerin AB hakkındaki düşünceleri yüzde 60 oranında pozitif olarak çıktı, olumsuz bakanlar yüzde 20 oldu.
Türkiye’deki üyeliğe pozitif bakan yüzde 60 nefeslerini tuttu ve 3 Ekim’de sorun çıkmadan müzakerelere başlanması beklemeye başladı. Tabii tepkiler de yoğunlaştı. Artık daha ciddi bir şekilde Türkiye’nin gündeminde bulunan AB, hoşnut olmayanları da harekete geçirdi. Çifte standart var mı, şimdi ne demek istiyorlar gibi tartışmalar, imtiyazlı ortak mı olsak, yoksa bize serbest dolaşım hakkı verilmeyecek mi gibi tartışmalar basında çokça yer aldı. Boğaziçi Üniversitesi’nin, “Avrupa Şüpheciliği” konulu araştırmasına göre, AB bize çifte standart uyguluyor (yüzde 45); ulusal sembollerimizi kötü etkiliyor (yüzde 52); AB bizi bölecek (yüzde 38; günlük hayatımıza ve ahlaki değerlerimize negatif etkisi olacak (yüzde 48).
Bu AB çok kötü bir şeymiş!
Tartışılan konulardan biri de Türkiye’nin Ankara Antlaşması’nı tüm AB üyelerine ve bu arada Kıbrıs Rum kesimine de uyarlayan protokolü imzalaması gereğiydi. Burada AB’nin altını çizdiği konu, bu imzanın hukuki açıdan Kıbrıs Rum yönetiminin Türkiye tarafından tanınması anlamına gelmeyeceği oldu. Türkiye-AB Gümrük Birliği’nin kapsama alanını genişleten Ankara Antlaşması ek protokolü, AB ve Türkiye tarafından imzalandı. Türkiye’nin kırmızı çizgi olarak belirlediği Güney Kıbrıs’ın tanınması konusu tarafların Kıbrıs konusunda tavırlarını belirten deklarasyonları belgeye eklemeleriyle dindirildi.
Komisyon’un genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn, Türkiye “çok katı koşulları” yerine getirirse katılım müzakerelerinin 3 Ekim’de başlayacağını, 2014’ten önce katılımın pek mümkün olmadığını, askıya alınma ihtimalinin olduğunu söyledi. AB üyesi 25 ülkenin yapılan kamuoyu anketinde Türkiye’nin AB üyeliğine yüzde 55 oranında karşı çıktığı, destekleyenlerin yüzde 31 olduğu görüldü. Yüzde 14’ü ise fikrini bildirmedi. Danimarka’da yapılan bir kamuoyu yoklamasına göre yüzde 55.2 Türkiye üyeliğine karşı, 29.8’i destekliyor, yüzde 15 de kararsız. Almanya’nın yüzde 74’ü, Fransa’nın yüzde 68’i, Avusturya’nın yüzde 80’i Türkiye’nin üyeliğine karşı. Buna göre müzakere sürecinin Türkiye’yi çok uğraştırması mümkün.
Olli Rehn, katılım müzakerelerinin “25 artı 1” formülüyle yapılacağını açıkladı. 3 Ekim’de Avusturya’nın yoğun itirazlarına karşın Müzakere Çerçeve Belgesi son anda onaylandı ve Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılım müzakereleri 3-4 Ekim gecesi Lüksemburg’da resmen başlatıldı. AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, “Bugün, AB-Türkiye ilişkilerinde bir dönüm noktası yaşıyoruz. Avrupa’da da, Türkiye’de de faal bir şekilde desteklememiz gereken, istikrarlı, modern ve demokratik bir Türkiye’dir. Bu nedenle müzakereleri başlatıyoruz” dedi. AB Komisyonu, 9 Kasım’da onayladığı Katılım Ortaklığı Belgesi’nde (KOB), AB’ye katılım sürecinde Türkiye’den öncelikli beklentilerini yansıttı. Türkiye-AB katılım müzakereleri kapsamında tarama toplantıları hızla başladı. Sürecin 2006 ilkbaharında tamamlanması ve müzakerelere geçilmesi planlanıyor.
KOB’a göre Türkiye kısa ve uzun vadeli hedefler gerçekleştirecek. Kısa vadelileri iki yılda tamamlamak zorunda. Belgedeki 150 siyasi ve ekonomik talepte ciddi ilerleme kaydedilmesi gerekiyor. 2001 ve 2003’te yayımlanan KOB’a yönelik esnek tavır artık olmayacak. Eğer işkence, sivil-ordu ilişkisi, kadın hakları ve dinsel özgürlükler gibi alanlarda ilerleme kaydedilmezse sorun yaşanabilir. Eğer sürekli ihlal yapılırsa askıya alınma ihtimali bile var. Dini özgürlükler, azınlık hakları, Güneydoğu, siyasi partiler, adalet, asker-sivil gibi konu başlıkları Türkiye’yi zorlayacak da olsa, artık çözülmek zorunda. İşkencenin kalkması, yargının bağımsızlığı, insan haklarına saygı, kadın hakları ve kültürel haklar her zaman olduğu gibi üzerinde hassasiyetle durulan konulardan.
Olli Rehn hayatımızda önemli yer tutuyor. Açıklamalarını dikkatle izliyoruz. Geçmiş yıla damgasını vuran cümlelerinden biri de “…öngörülen reformların uygulanmasında Türkiye’de bu yıl bir yavaşlama hissedildi…” diye başlayan cümlesiydi. Rehn, Türkiye’nin özellikle insan hakları konusunda AB değerlerine tam uyarak, ülkenin her yerinde ve her sektörde gerçek bir hukuk devleti olması beklentisini belirtti ve bu konuların pazarlık unsuru olamayacağını belirtti. Kıbrıs sorununun da konudan bağımsız olduğu açıklandı.
Türkiye’ye kısa süreli gelen AB vatandaşları arasında yapılan araştırmalarda ziyaret edenlerin üçte birinin AB üyeliğimizi desteklediği görüldü. Gelmemiş olanların ise önyargıları devam ediyor. Olumsuz düşünenlerin dörtte biri “şiddetli negatif” diye tasvir edilebilecek duygular içinde. Onlar bizi biz onları tanıdıkça hayatımız zor.
Avrupa Birliği 2005’i nasıl geçirdi… Anayasa tartışmaları referandumlarda halkın sesini yansıttı. Yönetim ve karar sürecinin içinde yer almayan halk, biraz da Türkiye konusunun ön plana çıkarılmasıyla Fransa’da ve Hollanda’da reddedildi. AB’de kriz yorumları bu gelişmelerle hız kazandı. AB’nin yıl içinde en derin yaşadığı krizlerden biri ise bütçe tartışmasıydı. Bu konu “AB’de kaos”, “Brüksel’de deprem”, “Fransız ihtilali” benzetmeleriyle yorumlandı. Hatta Haziran zirvesinde Dönem Başkanlığını yürüten Lüksemburg “krize girildiği” açıklaması yaptı. Bu toplantıda 2007-2013 bütçesi üzerinde anlaşılamadan askıda kaldı.
Kriz ortamında AB vatandaşlarının birliğe bakışında da şüpheler yoğunlaşmaya başladı.
AB araştırma kurumu Eurobarometre’nin son kamuoyu yoklamasına göre kendi halkı arasında AB’ye karşı güven sarsıntısı olduğunu ortaya koydu. AB’li vatandaşların yüzde 44’ü oluşumun pozitif imajı olduğunu söylüyor. Yüzde 20’si ise negatif imajı var diyor. İngiltere, Finlandiya ve Avusturya gibi ülkelerde bu oran yüzde 30’un altına düşüyor. İngiltere’de halk yüzde 29 pozitif imajı, yüzde 35 negatif imajı vardır diyor. Finlandiya’da pozitif diyenler de negatif diyenler de yüzde 27. Avusturya ise yüzde 24 pozitif ve yüzde 36 negatif diyerek yine AB hakkında en olumsuz düşünen ülkeler arasına giriyor. AB’lilerin ortak para birimi Euroya verdikleri destek de bir yılda yüzde 63’ten yüzde 59’a indi.
Neyse ki 15 Aralık zirvesinde 25 ülke bütçe üzerinde uzlaşmaya vardı. Angela Merkel “Avrupa’nın üzerinden karabulutlar kalktı” yorumuyla AB’nin değişen ruh halini yansıttı. Zirveye göre 2007-2013 dönemi için toplam AB bütçesi 862,36 milyar Euro. Bunun 308 milyar Eurosu ekonomik büyüme, ARGE ve istihdama ayrılacak. Tarıma 292 milyar Euro ayrıldı, bölgesel kalkınma ve yeni üyelere de 157 milyar Euro. Adalet ve içişleri 10.2 milyar euro alırken dışişleri ve insani yardıma 50 milyar Euro uygun görüldü. İdari giderler ise 50.3 milyarlık paya sahip oldu. Üzerinde anlaşılan bütçe Avrupa ülkelerinin toplam yıllık gelirinin yüzde 1,045’ine denk geliyor. İngiltere’nin katkısı da 10,5 milyar euro arttı.
Geçmiş bir yıl tek bir konuyu ele alsa dahi tabii ki bu kadar hızla irdelenemez. Zaten bu yazı ne siyasi ne de akademik. Amacı, pek çok konuda yaptığımız gibi, neden/niye gibi soruları kendimize sormadığımızı gösteriyor. Çıktık bir yola gidiyoruz… Bindik bir trene yolculuk yapıyoruz… Dünyaya geldik, büyüyoruz… Bu hayat böyle gider diye direniyoruz. Her yılbaşı, bir yaş daha büyüdüğümüzü gösteriyor.
Çocukken eğlenceli olan her şey büyüdükçe tatsız geliyor. Oysa her yılın, her yaşın kendince keyfi var. Böyle gelmiş böyle gider mantığından, tadını çıkarayım anlayışına geçerseniz, cümleleriniz “çünkü”yle başlayacak. Olayların içinde rüzgarın etkisiyle sürüklenmekten çıkıp neden ve niye sorularının yanıtlarını vererek yürüyeceksiniz.
AB ile Türkiye ilişkisi, her iki taraf açısından da iyi yönetilemeyen bir süreç. AB tarafında konuya farklı bakan pek çok taraf var.Bu onlar adına bir mazeret teşkil edebilir. Kaldı ki, her şeye karşın uzun dönemli planları olduğunu biliyor ve görüyoruz. Bizim ne tür mazeretlerimiz var? Bir işi isterseniz plan yaparsınız, bir işi istemezseniz ondan dönüp başka yöne yönelirsiniz. İstiyoruz ama çalışmıyoruz; istiyoruz ama planlamıyoruz, tam olarak ne istediğimizi bilmiyoruz.
Hadi bunları yönetenler adına söyledim. Peki biz bireyler için ne tür bir mazeret üreteyim. Elim kolum bağlı, ne yapabilirim ki gibi bir cümle kurmayı kendi adıma yakıştıramıyorum doğrusu. Seyirci olmaktan uzaklaşmak gerektiğini biliyorum. Yeterince seyrettik, artık konuları öğrenmek zorundayız. Bizi yönetenlerin karar verdiği konulara dahil olmak zorundayız. Onlar, oraya seçildikleri için açıklama yapma zorunluluğu hissetmeden oldu da bitti diyerek kararlar alıyorlar. Oysa demokrasi ortak karar almayı gerektirir. Bugüne kadar karar sürecine dahil olmaya talip olmadık. Bundan sonra oturduğumuz koltuktan kalkıp üzerimize düşenleri yapmalıyız.
Hepinize mutlu huzurlu ve iletişimi bol içeriği içselleştirilmiş bir yıl diliyorum. Seyirci değil katılımcı olun. Söz alın, konuşun… Bu ülke sizin ve benim!