Doktora çalışmamı Boğaziçi Üniversitesi’nde yaptım. Dersler bitip tez zamanı geldiğinde baltayı taşa vurduğumu fark etmedim. Seçtiğim konunun ne yenir ne de yutulur cinsten olduğunu kavramakta geciktim. Çok ısrarcı davrandım, zamanından önce bir soruna parmak bastım. Bir anlamda hata yaptım.
Konunun en büyük problemi Türkiye için yeni olmasıydı. Konuşulması bile rahatsızlık yaratıyordu. Ama en az bu kadar sorun olan bir başka yönü de disiplinler arasında kalmasıydı. Ne tam olarak uluslararası ilişkiler, ne tam olarak güvenlik, ne tam olarak yönetim, ne tam olarak insan kaynakları… Her şey ama hiçbir şey değil. Tek kelimeyle kabustu.
Anlatmaya çabaladığım dönem, çok uzun bir zaman önce yaşanmadı. Ama çok kısa bir zamana çok şey sığdırmayı başardık, büyük değişiklikler yaşadık. Değerlerimiz değişti, önem verdiğimiz olay ve kişilerin yerini başkaları aldı. Önceliklerimiz farklılaştı. Aslında değişimden yaşanmış bitmiş gibi söz etmek yanlış. Yaşadığımız değişim tükenmedi, her gün değişim içindeyiz ve içinden geçerken neyin, niye ve nasıl değiştiğini idrak etmekte zorlanıyoruz.
Benim doktora tez konumun anafikri, Türkiye’nin güvenlik sorunlarıydı. Alt başlığı savunma politikalarından güvenlik politikalarına geçmemiz gerektiğini söylüyordu. Neden “savunma”dan “güvenlik” konseptine geçmeliyiz, örnek ve gerekçelerle açıklanıyor; aradaki fark ortaya konuyordu.
Savunma deyince akan sular duruyor, gizlilik hakim oluyor, üniversitelerde savunma konularının tartışılması yadırganıyordu. O günlerde PKK teröründen başka terör tanımıyorduk. Hayatımız elektronik değildi. Söylemediğiniz her şey gizli kalıyordu. Dış tehdit ve iç tehdit jargonunu kullanmaya devam ediyorduk. Dış tehdit deyince komşularımızdan söz ediyor; Yunanistan’ı tehdit olarak görüyor, yıkılıp gitmesine karşın Sovyetler Birliği’nden gelecek tehdidi azımsayamıyor, kitaplarda hala büyük harflerle yazıyorduk.
Terör, İspanya’da ayrılıkçıların, Türkiye’de PKK’nın, İngiltere’de Ira’nın, İtalya’da Kızıl Tugayların, Uzakdoğu Asya’da Tamil Gerillaları’nın izini taşıyordu. Yerleri yurtları belliydi. Kullandıkları silahlar ve karşı oldukları şeyler belliydi. Terör o zaman tanımlıydı. Endişelerimizin toplu tüfekli savunmayla giderilebileceği yönündeki kanaat hala güçlüydü. Tehditleri bir, iki, üç, dört diye sıralayabiliyorduk…
En çok zorlandığım konu, o ulvi tehditlerin içine modern tehlikeleri sokmak oluyordu. “Neden tehdit olsun bu?” sorusundan bıkmıştım. Akademik çalışma yaptığım için her şeyi kanıtlamam isteniyordu ama sözü edilen pek çok şeyi olmadan olasılık, olduktan sonra kader diye gösteren bir toplumda anlatmak kolay olmadı. Henüz ne büyük bir deprem yaşamıştık, ne 11 Eylül olmuştu, ne Sinagoglar bombalanmıştı… Çernobil’in tehdit olduğunu aktarmam için Karadeniz’in kitle kanserine yakalanması gerekiyordu.
Aile içi şiddetin ülke güvenlik sorunlarıyla ilgisini kuramıyorduk. Trafik, Tanrı’nın biz Türklere verdiği bir ceza olarak kabul edebiliyor ama tehdit olarak görmüyorduk. Denizlerin kirlenmesinden, ozon tabakasının erimesinden söz edemiyorduk.
Ekonomi ayrı bir kulvarda öylece dururdu, hiçbir şeye bulaşmaz yalnızca cebimizi deler, elimizi yakardı. Tehdit olarak algılanmazdı. Henüz yığınlarla çalışan işten çıkartılmamıştı. Türkiye işsizlikle gerçek anlamda tanışmamıştı. İşsizlik kötü bir şeydi ama… İşsiz bir insanın önce kendisine, sonra ailesine ve topluma nihayetinde küresel dünyaya tehdit oluşturabileceği düşünülemezdi bile…
AB konusu yakınca ama uzaktaydı. Elle tutamadığımız gözle göremediklerimizi algılayamıyorduk. ABD ile ilişkilerimizde gerginlik yerine hala NATO’nun iyi bir müttefiki olmak konusu işleniyordu. Altta NATO kabuk değiştiriyor, ne olacağı nasıl olacağı tartışılıyordu ama neredeyse yok olacağı bilinmiyordu.
Avrupa’nın göbeğine terör, savaş, soykırım düşmesine düşmüş, NATO kimlik bunalımı yaşadığı için üye ülke hükümet temsilcileriyle birlikte izlemişti yalnızca… Etnik sorunların insanların birbirini kırmasına neden olduğunu biliyorduk da bu dereceye ulaşacağını tahmin edemiyorduk. İlk dersi orada aldık, müdahale edilemeden gözlerimizin önünde ölen bir sürü sivil. Kadın, çocuk, yaşlı… İlk Körfez Krizi biz anlamadan gelmiş ve biz anlamadan gitmişti. ABD’nin dünyanın diğer yanına müdahale ettiğini görünce ağzımız açık baka kalmıştık ama üzerine yorumlarımız çok kuvvetli değildi.
Kısacası; hayat daha çok eskisi gibiydi…
Benim doktora yaptığım dönem siz deyin 9 yıl, ben diyeyim 10 yıl önceydi.
Buraya kadar beni taşıyan örnekler tanımlıydı. Adı vardı. Artık adı yok. Güvenlik topla tüfekle tesis edilemiyor. Tehlike bir yerden değil, çok yerden, tanımsız bölgelerden geliyor.
11 Eylül dünyanın gündemini değiştirdiği için önemli. Masum insanlar öldü. Polisiye tedbirlerin bizi günlük hayatımızda korumadığını gördük. Güvende olmadığımızı anladık. Tesadüfen sevdiklerimizi yitirebileceğimizi gördük. Ölümün kokusunu ensemizde hissettik. Çok geçmeden İstanbul’un göbeğinde ibadet yerlerini bombalanması, çoluk çocuk bir sürü masum insanın öldürülmesi… Yabancı sermayenin temsilcisi olduğu ve ABD’ye Irak harekatında destek veren ülke bayrağını taşıdığı için HSBC binasının bombalanması… Bu arada ölenlerin neredeyse tamamının Türk olması, ölenlerin yoldan geçen masum insanlardan oluşması… İngiliz Başkonsolosluğu’nun bombalanması, Başkonsolos’un o an oradan geçtiği için un ufak olması… Onunla birlikte o sırada şehrin göbeğinde bulunan konsolosluk binasının çevresindeki esnaf, alışverişe çıkan kadın, çocuk, erkek, masum insanların öldürülmesi…
Hayatımız değişti. Hayatımız anlamsızlaştı. Bir gün ansızın bitebileceği ortaya çıktı. Büyüklerin sıralı ölüm dediği şeyin masal olduğu ortaya çıktı.
Bu nasıl adalet? Diye sormaya kalktığımızda aslında adaletin olmadığını gördük. Ve bundan sonra diye düşünmek bile istemedik.
Buraya kadar yine topla tüfekle meşgulüz farkında mısınız? Topsuz tüfeksiz bölüme geçmeden size böyle anlarda insan kaynakları yönetimini düşünmenizi hatırlatmak istediğim için mola veriyorum. Her an her gün her yerde sizin de başınıza gelebilir. Birey olarak, şirket olarak… Hazır mısınız? Kriz yönetimine, insanların acısını dindirmeye, çalışmaya devam etmeye hazır mısınız?
Gerçekten ya bundan sonra?
Doğal afetlerin ve özellikle salgın hastalıkların öldürme kapasitesi düşünüldüğünde, zaman tehlikenin ve güvenliğin tanımını yanlış yapıp yapmadığımızı düşünmekten kendimi alamıyorum.
Salgın hastalıklar pek çok açıdan çözüm getiremediğimiz güvenlik tehdidi. Yayılma hızı, kontrol altına almanın neredeyse imkansız oluşu, sınır tanımayan doğası, mücadele için uluslararası kaynak ve işbirliği gerektirmesi salgın hastalıklarla mücadeleyi zorlaştıran engeller. Mücadelesi çok zor olan salgın hastalıkların hem fiziksel, hem de sosyal güvenlik açısından oluşturacağı sorunlar ülkelerin ve milletlerin varlığını tehlikeye sokacak kadar büyüyebiliyor.
Şu anda dünya üzerinde faal olan salgın hastalıklardan hazırlıklı olmamız gereken bir tane var mı, nedir diye soracak olsam, çoğunuz asrın hastalığı olarak da bilinen AIDS’e işaret edeceksiniz. Tahmin ettiğinizin aksine, yanıt AIDS değil. En tehlikelisi, çok hızlı şekil değiştirip bağışıklık sistemini aşabilen grip virüsü. Özellikle Güney Doğu Asya’da kuş nüfusunu etkileyen, bulaştığında yüzde 40 ile yüzde 99 arasındaki oranlarda canlının ölümüyle sonuçlanan kuş gribi!
Görülmüyor, elle tutulmuyor, nerede kimin taşıdığı bilinmiyor, çoğunlukla masum bir şekilde yayılıyor, zaman zaman terör tarafından güvenlik ve huzuru bozmak adına kullanılabiliyor ama günün sonunda insanlara yayılma olasılığıyla mücadele için hazırlık yapılması gerekiyor.
Grip salgınları belirli aralıklarla ortaya çıkıyor. Etkileri en çok çalışılmış salgınlardan olan 1918 İspanyol gribi. Aynı yıl ABD’de salgın haline gelen hastalık, bir sene içinde ortalama yaşam süresini 55’den 37’ye çekti. O zaman nüfusun yüzde 6’sına denk gelen 675 bin kişi, grip ve gribin yol açtığı diğer hastalıklardan hayatını kaybetti. Ölenlerin çoğu 20-35 yaş grubuna mensuptu. Daha ileri yaş gruplarının görece olarak korunmasının nedeni, o kuşağın, 1850 ve 1878 yıllarındaki salgınlardan sağ kurtulmuş olmalarıydı. Virüse bağışıklık kazanmışlardı. Belirli bir demografik grubun bu şekilde zarar görmesinin hem iş gücü, hem de sosyal yapı üzerinde yaratabileceği sorunların doğasını tahmin etmek mümkün ama yaşamak başka bir şey olsa gerek…
1918 grip salgınının yayılma hızı baş döndürücüydü. Virüs kısa sürede farklı yollardan dünyanın her yerine yayıldı. Ortaya çıktığı dönem Birinci Dünya Savaş olduğu için, savaş hastalığı diye görmezlikten gelindi. Grip, askerler ülkelerine döndüklerinde yayılmaya başladı. Yaklaşık üç ay içinde Amerikan ordusundan 43 bin personel hayatını kaybetti. Salgın, askeri personel tedavi için ülkeye gönderildiğinde sivil halka da yayıldı.
Salgın hastalığın yol açtığı ölümler ABD’de ya da Batılı ekonomilerde sınırlı da olsa ölçülebildi. Buna karşın salgının Afrika, Latin Amerika, Endonezya, Asya Pasifik’te ve Rusya’da ne kadar ölüme yol açtığı bilinmiyor.
Amerikan Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi olarak bilinen (Centers for Disease Control and Prevention) kurumun hazırladığı rapora göre, “orta seviye salgın” sonucunda ölebileceği varsayılan insan sayısı yaklaşık 207 bin. Nüfusun üçte birinin hastalıktan etkileneceği varsayılıyor. Bu üçte birin içindeki yaklaşık 750 bin kişiye hastanelerde tıbbi müdahale bulunmak gerekecek. Sadece grip ve yol açtığı diğer hastalıkları tedavi için 166 milyar dolar gerekeceği tahmin ediliyor. Bu bütçeye aşılama dahil değil.
Fakat fark etmesek de salgınlara karşı teröre karşı olduğumuzdan çok daha az hazırlıklıyız. Teröre karşı savaş, belli bir hedefe karşı yapılıyor. Düşmanı az da olsa tanıyorsunuz. Salgınlara karşı yapılan savaş bilinmeyenler üzerinden ilerliyor.
Salgın hastalıklar doğrudan zarar dışında dolaylı zararlara da yol açabilirler. Fazla ölümcül olmayan, iyimser bir tahminle nüfusun yüzde 5’ini etkileyecek bir salgın hastalık sadece Türkiye’de üç buçuk milyonun üzerinde ölüm anlamına geliyor. Bazı tehdit unsurları zengin fakir bakmıyor… Pek çok ülkede olduğu gibi bizim ülkemizde de henüz bu konu hiç ama hiç tartışılmıyor. Ben yine fantastik bir konuyu mu önünüze getirdim acaba…
Kararı siz verin.