Çin atasözü: “Ne hayal kurduğuna dikkat et, gerçek olabilir…” diyor. Bu yazıyı okuyunca hayallerinize dikkat edin gerçek olabilir.
Bugün bu hayal dünyasını açabilecek bir kavram üzerinden profil sunumu yapacağım. Güncel olayları, evrensel kavramları, küresel ve bölgesel gelişmeleri yakından izlediğinizi ve kutu dışında düşündüğünüzü görüyorum. Bu nedenle açık konfor içindeyim; ben uçlarını bağlasam da bağlamasam da siz hayal gücünüzün ve bilgi silonuzun götürdüğü yerde resmi çiziyorsunuz.
Soft Power çıkış noktası itibarıyla ağırlıkla devletlerin kullandığı ancak kurum ve bireylerin de iletişim enstrümanı olarak değerlendirdikleri bir kavram; para, pul, yat, kat, silah, arazi gibi nicelik yerine bilgi, macera, hayal, buluş, sanat ve benzeri niteliksel değerleri ön plana çıkartarak hayatın, vurdulu kırdılı yönünden rol çalan kişi ve oluşumlar. Bizde alkış almayan unsurlar. Beton yok, son model arabalar yok… Yalnız değiliz; “biz bize yeteriz”(!)
Yurt dışında Türkiye’nin kurumsal itibarının olumlu olmadığını ifade etmeme gerek var mı? Söylemlerimiz, “ekonomimiz iyi”, “biz çok şahaneyiz”, “istihdam iyi gidiyor”, “okullarımız eğitimimiz harika”, “sağlıkta süperiz” diye arşa eriyor ama duymasını istediklerimizin kulakları tıkalı, gözleri kapalı! Neye açık; yaratıcılık, spor, sanat, edebiyat, bilim, buluş, bilgi, çözüm!
Benden yanaysan beri gel, değilsen boş ver hesabıyla ilerlemenin mümkün olmadığını herkes görüyor, hiç şüphem yok. Ne kadar farklı, çeşitli, değişik, fonksiyonel, faydalı olursak o kadar şansımız var! Bu insanları bulmak, sahip çıkmak hiç olmazsa varlıklarından haberdar olmak gerekiyor.
Solo Açık Deniz Yarışçısı Tolga Pamir’le tanıştırmak istiyorum sizi bu yazıda. Kendisiyle gerçekten de bilmediğim bir suda yüzeceğim… Türkiye’de bu branş yok, Olimpiyatlara yeni kabul edildi… Pamir, dünyada bu unvanı taşıyan tek Türk! Fransa’da yaşıyor. Hayatını sil baştan kurgulamış eski bir reklamcı… çok çok ilginç bir hikayesi var. Denizlerin Everest’i denen yarışa hazırlanıyor. 13 ülke var, Türkiye’nin 14. ülke olması için çalışıyor. Denizlerin Everest’inin üzerine yarış yok. Dünya yörüngesinin dışına çıkmış astronot sayısı, 500’lerde… Bu yarışmayı tamamlamış sporcu sayısı ancak 100’ü geçebiliyor…
Tesadüfen buldum, ama iyi ki, bulmuşum. Çoğumuzun farkında bile olmadığı bir konuda tek başına Türkiye’yi temsil ediyor. Denizlerin Everesti denen açık deniz solo yarışı her 4 yılda bir yapılıyor.
Bu iş, mukavemet, disiplin işi… Ciddi bir eğitim işi ve işin içerisinde yalnızca mekanik ve fiziki zorluklar değil, ruhsal ve duygusal zorluklar var. En zoru da ekonomisi; sponsor bulmak. Pamir, üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizin küresel yarışta temsil edilebilmesi için mücadele veriyor. Tüm yarışlara Türk bayrağı altında katılıyor, bunu kaç kişi biliyor şüpheli. Yarış kolay değil, yelkenci olmanız yetmiyor, yarışa katılabilmek için rakiplerle yarışıyor, sınavlardan geçiyorsunuz. İki kez ölümden dönmüş. Birinde tanker silip süpürmüş, diğerinde kayalıklarda paramparça olmuş. Günlerce tek başına okyanus geçmek cesaret ve güç ister. Deniz ve yelken bir tutku. Böyle sporculara ve değişik hikayelere ihtiyacımız yok mu sizce de. Soft Power’ın türlü çeşidi var, Covid 19’a aşıyı bulan ekipler, dünyaca ünlü müzik insanlarımız, sporcularımız.
Ne demek “solo açık deniz yarışçısı?”
Tolga Pamir: “Yelken” kelimesini içine taşımak lazım. Denizciliğin bir branşı… Bütün spor dallarında olduğu gibi örneğin; koşu, atletizmdeki gibi, yelken sporunun da kendi içinde farklı branşları var. Bu branşla benim tanışmam şans eseri… Yelken sporunu 7 yaşımdan beri yapıyorum. Bu, hepimizin bildiği, olimpik sınıflara kadar giden, farklı tekne sınıflarında bir tecrübe. Reklamcılık yaparken 2001’de karşıma çıkan bir haberle hayatımın büyün akışı değişti.
Yaprak Özer: O kadar basit yani…
Tolga Pamir: Aslında çok basit gerçekten, bulduğum konu, 50-60’lardan, beri dünyada var olan bir branş, ülkemize gelmemiş.
Yaprak Özer: Haber tam neydi?
Tolga Pamir: Vendée Globe denen bir yarışın görüntüleri ve yarıştaki durumla ilgili haber içeren bir makaleydi. “Bu nedir?” diye bakarken, yarışın parkuru, yarışta kullanılan tekne, katılımcılar, katılımcıların özgeçmişleri karınca yuvası gibi bir ağ olduğunu görerek, ben de dünya turunu gerçekleştirebilirim gibi bir düşünceyle -Jules Verne de “80 Günde Devri Alem” yapmış sonunda ki, okuduğum makaledeki mesaj biraz böyleydi. Uçuk kaçık yapıma uygundu… “Böyle bir şey yapamaz mıyız, yelkeni de seviyorum. İlginç bir branş, ülkemizde neden kullanmıyoruz, neden Fransa’da…” şeklinde düşünceler oluştu kafamda… Belki de 30 yaş krizi, bir değişiklik ihtiyacı… derken, bu sevdiğim dalın, ne kadar büyük bir tutku olduğunu ispat eden bir yolculuğun içine girmiş oldum. Çin atasözü: “Ne hayal kurduğuna dikkat et, gerçek olabilir…” Benimkisi öyle bir hikaye, baktığınızda…
Yaprak Özer: Ve gerçek olmuş… Mutlu musunuz?
Tolga Pamir: Henüz olmadı, bitmedi daha… Öğreniyorum, zamanla… Başka bir ilerleme şansınız yok… Yani sürekli bir seyir; bir limandan çıkıp bir diğer limana varışta biten bir yolculuk…
Yaprak Özer: Geriye saralım… Haberin sizi buluşturduğu yarışın özelliğini anlatır mısınız?
Tolga Pamir: Bu, bir “dünya turu” yarışı… Fransa’nın Atlantik kıyısındaki, Les Sables d’Olonne denen şehirden başlayan, Ekvator geçişi, Ümit Burnu’nun altından… Yeni Zelanda ve Avustralya’nın güneyinden devam eden, Güney Amerika kıtasını devam edip; aynı limanda biten, dışarıdan hiç yardım almadan, tek kişilik, “IMOCA 60” dediğimiz 60 feet yani 18 metre boyunda teknelerle gerçekleştirilen bir challenge… “Denizlerin Everest”i olarak adlandırılıyor.
Yaprak Özer: Kaç gün sürüyor?
Tolga Pamir: 1966‘da ilk çıktığında, 130 günlerdeyken, teknoloji, endüstri, meteoroloji okuma, parkurun bilinmesiyle; 72 güne kadar inmiş durumda…
Yaprak Özer: Siz çıktınız mı bu yolculuğa?
Tolga Pamir: Henüz çıkmadım. Şu ana kadar geçirdiğim 15 yıllık dönem, bu yolculuğa çıkabilmek için gerekli olan tecrübe, fiziksel ve mental hazırlık süreci ile “kalifikasyon” olmak üzere, diğer sınıfları ve Atlantik’i tanımak üzere geçen bir yarışlar süreciydi.
Yaprak Özer: Etkilendiğimi söylemem lazım. Ben sandım ki, bir haber okudunuz; elinizi kolunuzu sallayarak gittiniz, solo açık deniz yarışçısı oldunuz.
Tolga Pamir: Hala da bitmedi. Ben 7 yaşında yelkene başladım. Denizi biliyor olabilirim. Ajans’a girdiğimde de-beş yıllık bir reklam ajansı geçmişim vardı- eski patronum bana şöyle söylemişti: “Tolga, bizde çalışmaya başladığında, bildiğin her şeyi unutabilir misin?” Fransa’ya gittiğimde, “‘Yelkenle ilgili hiçbir şeyi bilmiyorum” diye gittim. Hedefim, ben buraya geldiğimde, “Sıfırdan başlıyorum” oldu. Haklıymışım, yıllar geçtikçe görüyorum. Çünkü Atlantik koşulları, solo olmak, proje yönetmek, birçok hukuk kurgusu… hiç bilmediğiniz şeyler. Burada ya el yordamıyla yanlış bir yola girmeniz söz konusu ya da yelken yapmayı öğrenmeye geldim diyeceksiniz.
Yaprak Özer: Hayallerinizi süsleyen 72-80 günlük yarışa doğru adım adım ilerliyorsunuz; bu arada, bir sürü yarış da yaptınız. Ne öğrendiniz?
Tolga Pamir: Birkaç tane iki kişilik yarış yaptım. Gittiğimde ilk iki yıllık süreç, zaten Fransızcayı öğrenmek; Fransız toplumuna ve hayatına entegre olmak üzerine kurguluydu. Orada geçirdiğim dönemde tanıştığım kişiler vs… Doğruyu söylemek gerekirse, şanslı bir bölgeye gittim. Zaten o şehri seçmemdeki sebep, yarışın, ilk etabının başladığı şehir olmasıydı. Vendée Globe Yarışı dediğimiz ilerideki hedefime giden yolda katıldığım tüm yarışlar aynı yerden başlıyordu. Onların, bir denizcilik, macera ve ilk başlangıç dedikleri bir sınav aslında bu… 6,5 metre boyunda bir tane tekneyle, yaklaşık 2 metreküp bir alan içinde, Fransa’dan çıkıp; Brezilya’ya kadar, dışarıdan hiç yardım almadan geçiyorsunuz. Bu teknenin içinde ne motor var ne konfor içeren herhangi bir şey ne de dışarıyla irtibat var. Telefon yasak. Sadece bir GPS’iniz ve kağıt haritalarınız var. Bu, bir denizcilik eğitimi aslında. Bu koşullarda geçirdiğiniz 30-35 günlük seyirde tek başına olmanız da size pek çok şeyi sorgulatıyor: “Ben gerçekten bunu yapmaktan keyif alıyor muyum?” gibi…
Yaprak Özer: Kaçıncı günde başladınız bunu sorgulamaya?
Tolga Pamir: Şöyle söyleyeyim: Vardığım gün, hiç tekneme dokunmadım. “Ne manyakmışız… Benim ne işim var benim böyle bir işte?” diye düşündüm. Fakat bundan yaklaşık 5 gün sonra, herkesin kafasında aynı şey oluyor, “Bir sonraki projeyi ne zaman başlatıyoruz?” Bu bir bağlılık, bağımlılık mı diyeyim? Beyinde yaşanan, doğaya karşı olan challenge’ın getirdiği endişeler, korkular, mutluluklar, sevinçler… parabolün bir ucunda bu var… Kimi zaman beş dakika içinde kendinizi ağlarken, beş dakika sonra mutluluktan dans ederken buluyorsunuz… Sanırım beyin bu tip iniş çıkışların kötü olanlarını siliyor. Böyle bir hayali gerçekleştirmek, insanoğlunun içinde büyük bir cesaret ve olgunluk yaratıyor. Sürekli aynaya bakıyorsunuz, kimseyle konuşmuyorsunuz. Dışarıdan herhangi bir medya ya da benzeri bir bombardımana maruz kalmıyorsunuz. Bu, sizi olabildiğince, kendinize, okumaya itiyor diyebilirim. Sağlığınıza bakmak durumundasınız; rotanıza, yarışa konsantre olmalısınız, rakiplerinizle ilgili haber almıyorsunuz, kimseyi göremiyorsunuz. Bağlanmaya çalıştığınız bir radyo var. Oradan da birkaç tane haber… bütün geçmişinizi adeta masaya yatırıyorsunuz… Hafızanız kenarda kalmış, itilmiş bütün parçaları teker teker size çıkartıyor. Toparlamaya başlıyorsunuz eski defterleri…
Daha sonra bu iş rutine bağlanıyor. Yani aslında, dünyanın en özgür insanlarıyız. Çıktığınızda okyanus, her taraf mavi… Güneşin batışını doğuşunu 30 kere seyrediyorsunuz. Bir yandan da bir hapis hayatı. 3 metreküplük bir alanın içindesiniz. İnmek isteseniz ineceğiniz bir yer yok sonuçta bir yere varmak durumundasınız. Her seferinde de kimi zaman bir teknik problem yaşıyorsunuz, çok fazla rüzgar oluyor, çok ıslanıyorsunuz, gibi sorunlar peş peşe geldikçe, direnç azalmaya başlıyor, düzgün uyumuyorsunuz… Günde 5-6 seferlik uyuma periyotları yapmanız gerekiyor, derken, hem fiziksel hem de mental olarak çok yoğun bir yorgunluğun içine giriyorsunuz. Motivasyonu kaybetmeden, o limana gidebilme fikrini ve inancını, hayalini kafanızda yaşatmanız gerekiyor.
Yaprak Özer: Bir de bunun için kurduğunuz rüyalar var. İki uçta mücadele…
Tolga Pamir: Tabii, doğru… Şimdi mesela Türkiye ile Fransa’yı karşılaştırmaya çalışıyorum. Yani denizciliği bu noktaya getiren bir ulusun elindeki mal varlıklarına bakıyorum: Deniz, mavi değil… Gelgit var… Kayalık, fırtına dönemi sürekli… Güneşi bizim kadar çok görmüyorlar. “Bunun neresinden bu zevki çıkarmış bu adamlar?” diyorsunuz kimi zaman…
Yaprak Özer: Evet, neresinden çıkarmışlar?
Tolga Pamir: Yıllar içerisinde öğrendikçe, şunu anladım: Tutkunuzla bu zorlukları her geçişinizde, kendinizi, enerjinizi bu işle doyuruyorsunuz… Bundan haz alıyorsunuz. Denizdeki tüm zorluklara rağmen, keyifli anı yaşayabilmeyi bilmek, bence bu işin en büyük dersi, aldığım ilk ders budur. Yaşadığım bu zorluklar sırasında geçtiğim etaplardan- kimi zaman mali batışlarınız oluyor, kimi zaman teknenizi batırıyorsunuz, kimi zaman yarışta bir hata yapıp çok farklı sonuçlarla karşılaşabiliyorsunuz sonra bir şekilde devam ediyorsunuz. Sanırım bu şekilde devam ettikçe, etapları geçtikçe; tutkumu yaşamanın verdiği mutluluğu hissetmeye başladım.
Yaprak Özer: En çok ne zaman korktunuz? Herhalde oluyordur böyle anlar?
Tolga Pamir: En çok, bir şileple, kargoyla çarpıştığım zaman korktum diyebilirim. 150 metrelik bir kargoyla çarpışma yaşadım. Sanki beni eziyordu, son anda çıktım. “Kalifikasyon parkuru”nu yaparken, oturduğum şehre yaklaşmak üzereyken, 7 günlük bir seyir sonrasında küçük bir hata ve dikkatsizlik diyebiliriz…
Yaprak Özer: Sizin dikkatsizliğiniz…
Tolga Pamir: Rapora göre, aslında pek benim dikkatsizliğim değil, normalde deniz kuralları gereği, bir yelkenli olarak benim öncelik hakkım var… Fakat bu öncelik hakkını gören teknenin 2. kaptanının, 1.kaptana mesajı götürmesindeki süreçten dolayı, benim içeriden çıkarken yaşadığım gecikme sonucunda yaşanan bir çarpışma. Suçlu değilim, şans eseri bu kazadan çıkabildim. Ama korktuğum anlardan biridir. Kendinizi sivrisinek gibi hissediyorsunuz. Bir o kadar da avantajlı olduğunu öğrendim, sivrisinek olmanın. 150 bin tonluk bir şilebin ittiği su, bir yağmur damlasına benziyor. Hiç sivrisinek gördünüz mü ıslanan, yağmur yağdığında? Göremezsiniz, çünkü yağmur damlasının düşerken ittiği hava akımı sivrisineğin kütlesinden fazla olduğu için, sivrisinek hep kaçar… Benim başıma gelen de bu aslında… Onun ittiği su, etrafında kalmama imkan vermiş oldu…
Yaprak Özer: Sonraki çıkışınız ne zaman oldu bir daha?
Tolga Pamir: 2011 yılında “Mini Transat” ilk etabı dediğimiz yarış için hazırlanırken, bu kaza oldu. Sonra 2011 yılında yarışı gerçekleştirdim. Dünya tarihinde de ilk defa bir Türk sporcusu, bu yarışta Atlantik’i geçen tek solo olarak yer aldım.
Yaprak Özer: Tek sizsiniz.
Tolga Pamir: Şu an benim evet. Hala benim… Şimdi hazırlanmakta olan bir sporcu var. Onunla da sürekli olarak iletişimdeyiz. Fransa’da elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyorum … Hayallerimiz yok, sanırım bizim. İlk başta, böyle bir koşulu sunan bir organizasyon yok. Yani Türkiye’de açık deniz yarışçılığı branşında kurgulanmış bir yarış mekanizması, organizasyonu ya da bunu sahiplenmiş bir yelken kulübünden tutun, federasyonumuza kadar herhangi bir kurum yok… Değişecek…
Yaprak Özer: Nasıl değişir?
Tolga Pamir: Başladı bile… Bu spor branşı, yelken sporunun uluslararası müsabakalarında yer almayan bir branştı. Olimpiyatlar açısından baktığınızda, birçok ülkenin olimpiyatlara giriş sebebi, olimpiyatlarda var olan dallarıdır. Olimpiyatlarda yelken dallarında belki 12 sınıf varsa, Türkiye, bunun 6’sında vardı. Kota almak, iyi sonuçlar almak gerekiyor gibi bir şey… Olimpiyat branşı olarak da sisteme girdi, “açık deniz solo yelken yarışçılığı” branşının olimpiyat kategorileri arasında yer almasına karar verildi. Şimdi iş değişti. Bu demek oluyor ki, Federasyonumuz’dan tutun, yelken kulüplerimize, organizasyonlara kadar herkes, böyle bir kararın arkasında duracak sistem geliştirmek durumunda…
Yaprak Özer: Merak ediyorum, siz Türkiye’yi mi temsil ettiniz Fransa’yı mı?
Tolga Pamir: Türkiye’yi temsil ettim. Her zaman… Yelken numaram, hep Türkiye oldu…
Yaprak Özer: Şahane… Kim sizi destekliyor? Bu, herhalde pahalı bir iş…
Tolga Pamir: Hikayenin iniş çıkışlarından bahsettik ya… 2011 yılında yarış başlangıcından 2 ay evvel, aldığım banka kredisini ödeyemeyecek durumdaydım ve teknemi satmaya karar verdim. 6 yıllık çalışmam var, 2 ay kalmış start’a ve ben artık yapamıyorum! “Bitti” deyip, iflas bayrağını çektim. O sırada birkaç arkadaşıma mail yazdım, mailim kelebek kanatları gibi, etrafa dağıldı ve son anda birçok markanın ve projemi takip eden kişilerin bireysel destekleri sayesinde start’ı alabilme şansına eriştim.
Bunu duyan, hikayeyi dinleyen bir Türk markası eşliğinde ikinci defa aynı yarışı yapmak üzere hazırlıklarıma başladım. Bu sefer hedef-elimde güzel bir sponsorum var-yeniden hazırlanıp; aynı kalifikasyonları geçip, yarışı daha iyi bir derecede bitirmek… İşte asıl problem orada oldu… Yarışa üç ay kala, kişisel bir hatam, uyku yönetimi hatası dolayısıyla, kayalara çarparak teknemi kaybettim. Helikopterle kurtarıldım. Son anda şans eseri oradan da çıkabildim. Elimden gelen her şeyi yaptım, tekrar devam edebilmek ve o sıkıntıyı çözebilmek için; ama tekne tamamen parçalandı. “Standby” dönemine girdim. Kazanın bir yan etkisi kaldı; kayalıklara doğru yanaştığımda, kayalara çarpan dalga sesi duyduğumda, huzursuzluk başlar bende… Bana ikinci korktuğum anı yaşattı diyebiliriz. Ama hep kendime çizdiğim bir yol vardı… Geçmişe baktığınızda bunlar, kademe kademe; sanki, ilkokul, ortaokul, lise gibi dönemeçlerle devam ediyor. Bir sonraki etapta “Figaro” sınıfı denen sınıftan devam edeceğim diye düşünmüştüm açıkçası… Bu “Figaro”, Fransızların biraz daha elit açık deniz şampiyonu diye adlandırdıkları bir dal… Gerçekten bu, en son bütün dünyada tanınan, Vendée Globe sporcularının antrenman yeri aslına baktığınızda… Bir tane tekne bulmam gerekiyordu. Tekneyi buldum… Türkiye’de Bodrum’da bir marinada yıllardır yatan, çürümekte olan bir tekne… Bu tekneyi hazırlayıp; Fransa’ya götürdüm, üç sezon boyunca, tekrar bu açık deniz şampiyonasında yarışmaya devam ettim. Toplamda 60 sporcu katılıyor her sene… Bu da ilk 30-35 sıralarında… Daha sonra, ikinci Atlantik geçişim için, bir tane daha yarış yapıldı. Hatta onu da eşimle birlikte yaptım. Çünkü eşim de sporcu… Bizim tanışmamız da yelkende oldu; bir meteoroloji kursunda… Yıldırım aşkı diyebiliriz. İkimizin de kendimize ait teknesi vardı. Rakiptik aslında, antrenman bölgesinde… Hamilelikte biraz geri kaldı. Zaten kalifikasyonlar sırasında, bu işi yapıp yapmama konusundaki endişe ve sorular oluştu. Derken, çocuğumuz 3 yaşına gelmişti… Bu yarış, bizim için biçilmiş kaftandı, çünkü bir sponsor bulduk. Sponsor, FreeDom Services á Domicile diye bir şirket… Sırf, “Karı koca çalıştığı zaman, ev işlerini kim yapıyor, evin temizliğini kim yapıyor, yemek hazırlığını kim yapıyor” gibi, servisler sunan bir şirketti. Bu da tam böyle, bir çiftin yarışa gittiği zaman…
Yaprak Özer: Ne güzel…
Tolga Pamir: “Evi biz toparlıyoruz” gibi bir içerikle, bir Atlantik yarışı gerçekleştirdik. Tabii kolay değil… Karı koca olarak, bu kadar konfor dışı bir ortamda bir hapis hayatını 20-25 gün boyunca yaşamak, iki taraf açısından da pek kolay değil… Herkes çok endişe duydu. Birlikte mi varacağız? Yoksa, tekneyi ikiye bölmüş olarak mı? Yoksa birimiz mi gelecek? Tek parça vardık. İkimiz de çok mutluyuz, böyle bir şeyi yapmış olmaktan…
Yaprak Özer: Bu işte mukavemetinizi arttırmak, üzere neleri bilmeniz lazım? Tolga Pamir: Birçok parametre var. Zaten yelken branşı kendi içinde birçok parametreyi saklayan bir dal… Yani rüzgâr, akıntı, dalga, aerodinamik, hidrodinamik, bunların hepsine hakim olmak durumundasınız; bir tekneyi ilerletmek üzere… Bu, birinci faz; işin yelkencilik tarafı… Bunun yanına, denizciliği eklemek durumundasınız. Denizcilik derken; yeni teknolojiyi takip edip onları kullanmayı ve tamir etmeyi bilmelisiniz. Beraberinde, tekne konstrüksiyonunu bilmeniz gerekiyor, çünkü yarış sırasında okyanusun ortasında sizin yanınıza herhangi bir şantiye gelmesi ya da tamirciyi arama gibi bir şansınız yok. “Kendi probleminizi kendiniz çözebiliyor olmanız lazım… Bu da halat bakımından, işçiliğinden tutun, kompozit işçiliğine kadar giden bir ağ… Beraberinde mekanik bilmeniz gerekiyor, akülerinizi şarj etmeniz için… Bazı sınıflarda teknenin motoru var. Motoru, yani mekaniği iyi bilmeniz gerekiyor. Sonra, havayı okumak, haritaları okuyabilmek, Deniz Hukuku kuralları biliyor olmak gerekiyor. Akıntıları anlayabilmeniz gerekiyor. Derken, hava durumunu, bulutlara bakarak, ne geliyor, nasıl bir ortam olacak, ona göre bir ayarlama yapıyorsunuz. Sonra strateji işin içine giriyor. Rakiplerinizi geride bırakmak için nasıl bir yol çizmeniz gerekiyor? Parkurun neresinden, nasıl devam etmeniz gerekiyor?…
Yaprak Özer: Kendiniz, sağlığınız?
Tolga Pamir: Oraya da gelelim; uyku düzeni mesela… Birçok kişi bana bunu soruyor; psikolojik olarak yan etkilerini… Bizim işimizde uykusuzluk, çok sık yaşadığımız bir durum… Uyuyabilmeyi öğrenmek gerekiyor. Ben bunun için mesela, 10 aylık bir “sofroloji” dersine gittim. Konu nedir derseniz? Biz aslında gelişimimizi tamamlamış bir ırk değiliz. Aslında gece uyuduğumuzu zannediyoruz; ama bir buçuk saatte bir uyanıyoruz. Bu, mağara döneminden gelen bir yapı… Sürekli bir endişe duygusu, “Bir ses duydum” gibi… Bu sürecin içinde de üç tane uyku fazı gerçekleştiriyoruz… “Giriş, gelişme, sonuç” diyebiliriz bu fazlara… Bu “gelişme” fazındaki süre, beynin en iyi dinlendiği zaman… 35 dakikalık bir süreç… Her insan için de bir hastanede bunun ölçümü yapılabilir. Mesela benimki 34 dakika, sizinki 37 dakika gibi… Hedef, o 37 dakikalık beslenmeyi alabilmek, oraya en hızlı şekilde gidebilmek… “Sofroloji” de buydu… Gözlemliyorduk her gün… Mesela, 15:30’da ya da 17:45’te uykuyla ilgili görsel ya da hissel bir durumum olabiliyor. Esnemeye başlıyorum, gözlerim hafif çapaklanmaya başlıyor gibi… Böyle bir durum olduğunda; o an, uykunun içine girebilmek için en değerli zaman… Onu ortaya çıkartıyorsunuz… Böyle bir profil… Sonra o dönemleri uyumaya çalışarak geçiriyorsunuz. Bu bir antrenman.
Yaprak Özer: Yeme-içme?
Tolga Pamir: Tabii ben birkaç tane şey buldum ama, genelde hepimizin kullandığı içine sıcak su koyup, karıştırarak tükettiğiniz toz gıdalar… Yüksek kalorili dağ yemekleri diyebiliriz. 5 günden sonra ne ekmek ne de benzeri diğer gıdaların teknede kalma imkanı yok; çünkü buzdolabı yok. Bulduğum çok değerli tatlar var. En azından olabildiğince uzun süreli, vitamin içeren, tat ve damak zevkime uygun besinleri teknede bulundurmaya gayret gösteriyorum.
Yaprak Özer: Çok zor bir iş… Komando, denizde… Son olarak, esas hedefinizi sorarak, bitiriyorum… Hayalinize az bir süre kaldı galiba…
Tolga Pamir: Yani az da olabilir, imkânsız da olabilir. Bıçağın hangi tarafına düştüğüme bağlı bu iş…
Yaprak Özer: Konu para mı?
Tolga Pamir: Bu denizcilik branşının kullanımının değerlendirilmesi, ülkemizde bilinen bir şey değil. Markalarımız, bunu değerlendirmiyor. Bunun nasıl kullanılabileceğini bilmiyorlar… Derken, bu iş, maddi iş tabii… Yeteneğin arkasında çok maddi bir süreç var.
Yaprak Özer: Büyük bir macera sizinkisi…
Tolga Pamir: Bunları toparlayamadığım sürece, ilerleme imkanım yok… şu ana kadar yaptığım bütün projelerimde, öyle ya da böyle bir yön bulmak, bir çözüm üretmek üzere, imkanlarım oldu.
Yaprak Özer: Son anda bir şeyler olabilir. Türk’üz, yatar kalkar bir şeyler buluruz…
Tolga Pamir: Bu, son anlık bir yarış değil… “Dünya Turu” dediğiniz yarış, gerçekten hazırlanmayı gerektiren bir yarış… Fransızların dediği gibi, “bağırsaklarımızı masanın üstüne koyduğumuz” bir yarış… Oraya giderken de öyle Türk işi, “Son dakikada yapalım” işine girebilecek karakterde biri değilim. Bu hayatı riske atma işi… Daha önce örnekler, yaşanmış hikayeler var… Olması gerektiği şartlarda, ülkemizi temsilen, bayrağımızın altında gerçekleştirilmesi gereken bir yarış…
Yaprak Özer: Kaç ülke? Bir daha parkuru saysanıza…
Tolga Pamir: Şimdiye kadar yapmış, 13 ülke var. Ben, Türkiye’nin 14. ülke olması konusunda çalışmalara devam ediyorum. Yani bu, “Denizlerin Everest’i…” Zaten bunun üstü yok… Şöyle küçük bir rakam söyleyeceğim size… Dünya yörüngesinin dışına çıkmış astronot sayısı, 500’lerde… Bu yarışmayı tamamlamış sporcu sayısı ise, daha yeni 100’ü geçiyor…
Yaprak Özer: Bilmediğim sular gerçekten! Ne zaman çalışmaya başlamanız gerekiyor?
Tolga Pamir: Bu seneki yarışı kaçırdım. Benim hedefim 2020’ydi… Ben Fransa’ya giderken, “2020’de yapacağım” diye gitmiştim… Bir sonraki 2024… Dünya Kupası gibi, her dört yılda bir yapılan bir yarışma… Bir sonraki hedef, 2024; ama onun hazırlık sürecinde 2022’de bir Atlantik geçişi; 2023’de iki Atlantik geçişi… 2024’te de en son kalifikasyon yarışıyla birlikte start alıyor olmam lazım…
Söyleşimizi Yaprak Özer youtube kanalından izleyebilirsiniz.