Hıristiyan dünyası ruhani liderini yitirdi. Milyonlarca insan, sağlık durumu giderek kötüleşen Papa 2’nci John Paul’ün ölüm haberini uzunca bir zamandır bekliyordu. Buna karşın derin bir üzüntü yaşandı, yaşanıyor.
İnsanoğlunun kalbine hitap eden konular çoğu zaman cebine hitap edenlerden daha önemli. Ya da en azından çok önemli bir grup için böyle.
Aşağıda okuyacaklarınız bir yorum yazısı değil. Din, ateşle oynamaya benzer. Ancak yoruma gerek duyulacak bir konu da değil.
Bir üyesi olmak için çaba sarfettiğimiz, kızdığımız zaman Hıristiyan Klübü diye adlandırdığımız Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki ilişkileri anlayabilmek için duyguları değil, somut konuları öne çıkartmak gerektiğine inanıyorum. Biz onları, onlar bizi zaman zaman anlamakta güçlük çekiyor. İnişli çıkışlı bir ilişki yürütüyoruz. Çoğu zaman anlamıyor, zaman zaman neyi niye yaptıklarını anlayabiliyoruz.
Anladıklarımız anlamadıklarımız geçsin diye çaba göstermeliyiz. Aşağıda TESEV’in yakın zaman önce hazırlanması için kaynak yarattığı ‘Sivil, Şeffaf ve Demokratik bir Diyanet Başkanlığı Mümkün mü’ adlı araştırmanın ek bölümünden alıntılar bulacaksınız. Gazeteci yazar Ruşen Çakır ve İrfan Bozan’ın liderliğini yaptığı çalışma diyanetle ilişkilerimizi sorguluyor, ilginç tespitlerde bulunuyor.
Ek bölümünde ise Avrupalı bazı ülkelerde dinin önemi ve gelişimi aktarılıyor. İlgilenenleriniz için önemli bir özet oluşturduğumu düşündüm. Uzun olduğu için affınıza sığınmak zorundayım. Kısıtlama gayretine girdikçe kendi kendime böylesi bir metni ancak yararlanacaklar ve ilgili olanlar okuyacak, o zaman bazı noktaları olduğu gibi bırakmak gerek diye düşündüm. Çünkü dünya üzerindeki din mozaiğini somut bir şekilde görebiliyorsunuz…
Almanya
Almanya’da toplumun büyük çoğunluğunu Protestanlar ve Katolikler oluşturuyor. Her biri nüfusun yüzde 34’ünü oluşturan bu grupların ardından yüzde 3.7 ile Müslümanlar geliyor.
Protestanlar ve Katolikler toplumun her alanında başa baş bir rekabet sürdürüyorlar. 16. ve 17. yüzyıllarda kilise, toplum ve siyaset yapılarının iç içe geçmesiyle Alman hukuk sisteminin gelişmesinde etkili oldu. Diğer Avrupa ülkelerindeki “kültürler arası diyalog” modeli yerine, Almanya’da seküler dünyaya kapalı bir “dinler arası diyalog” oluşumunu ortaya çıkardı.
Kiliseler Nazi rejiminin ardından Almanya’nın yeniden inşaasında etkin bir rol oynadılar ve bu süreçte birer “ahlaki otorite” olarak devlet katında anayasal bir statüye eriştiler. Bu nedenle 2. Dünya Savaşı sonrası Hıristiyanlık esasına dayalı politik parti örgütlenmeleri meydana geldi.
Almanya’da kiliselerin statüsü öncelikle Federal düzeydeki Temel Anayasa’ya, ikinci olarak ise Eyalet Anayasaları’na dayanıyor. Temel Anayasa’ya göre kiliseler, hem dernek hem de kamu hukukuna ilişkin
yasalar çerçevesinde faaliyet gösterebiliyorlar. Federal Anayasa “devlet kilisesi” kavramını reddediyor. Din ve vicdan hürriyeti prensibi bu anayasanın esasları arasında. Eyalet anayasalarında ise, bölgelerin dini çoğunluğuna göre devlet ve kilise ilişkileri derinlik gösteriyor. Eyaletler kendi anayasalarına uygun biçimde bölgelerindeki kiliselerle anlaşma yapıyorlar.
Federal kanun iki kiliseye de “kamu hukuk sendikaları” statüsü tanıyor. Kiliseler, çalışma yasasının sunduğu imkanlardan yararlanabiliyorlar. Böylece kiliselere işveren sektörü gözüyle bakılıyor. Kiliseler diğer taraftan özerk hareket ederek “teorik dini bir firma” olarak görünüyor. Protestan ve Katolik kiliseler, bazen temsilci düzeyinde, bazen de lobi olarak hareket ederek ülkenin federal politikasının biçimlenmesinde etkili olabiliyorlar.
Federal Anayasaya göre, “Laik okulların dışındaki kamu okullarında din eğitimi normal bir eğitim alanıdır. Devletin gözetim hakkına zarar vermeksizin, din eğitimi farklı dinlerin prensiplerine uygun şekilde verilebilir.
Müslüman nüfusun durumuna gelince, Almanya’da dinlere göre değil de milliyetlere göre sayım yapıldığı için, Müslümanların sayısını kesin rakamlarla belirlemek zor. Ancak 1986 yılı itibariyle en kalabalık
Müslüman topluluğun 1 milyon 434 bin kişiyle Türkiyeliler olduğu, buna ek olarak başka ülkelerden gelen ve büyük çoğunluğu Sünni olan 282 bin Müslüman daha bulunduğu biliniyor. Ülkedeki Müslüman sayısının 41 ülkeden gelen göçmenlerle 3.2 milyona ulaştığı söyleniyor.
Fransa
Laiklik vurgusunun en güçlü olduğu Avrupa ülkesi Fransa. Laiklik Cumhuriyetin birliği, dini ve felsefi geleneğin çoğulculuğuna saygı, vicdan özgürlüğü prensipleriyle tanımlanıyor. Almanya’daki din-devlet ilişkisinin getirdiği sistemden farklı olarak, Fransa’da 1517’deki Reform hareketleri değil, 1789 devrimi bu ilişkiyi şekillendirdi. Burada Protestan-Katolik rekabeti yerine, “kiliseye bağlı olanlar” ve “bağlı olmayanlar” (laikler) gruplanması görülür. Bu ayrımla beraber Fransa’da yüzde 83-88 arası Katolik bulunuyor. Geri kalanın yüzde 2’si Protestan, yüzde 1’i Yahudi, yüzde 5-10’u Müslüman ve yüzde 4’ü bağımsızlardan oluşuyor.
Fransa’daki ilk laiklik hareketlerine baktığımızda, 1789’da kilisenin mal varlığına devlet tarafından elkonulduğunu görüyoruz. Bu, sekülerleşme dönemidir. Laikleşme süreci ise, ancak bir yüzyyıl sonra, 1886’da eğitimin laikleştirilmesiyle ve 1905’te dine özerklik tanınmasıyla gerçekleştirilir. Ancak tarih boyunca Almanya-Fransa arasındaki mücadelelerden etkilenmiş bazı sınır eyaletlerinde, Fransa’nın geçirdiği laikleşme sürecinin yaşandığı söylenemez. Fransız Anayasası’nın birinci maddesi, vicdan hürriyetini sağlıyor ve dinlerin serbestçe yaşamasını garanti ediyor. Buna göre, her ne kadar Cumhuriyet, hiçbir dini ve dini topluluğu “tanımıyorsa” da, dinler sivil toplumun bir parçası olarak kabul ediliyorlar. Bu şekilde devlet, dini cemaatlerle bazı noktalarda irtibat kuruyor. Kanun ve kiliselerin iç yönetmelikleri ancak pozitif hukukla çatışmadığı ölçüde kabul ediliyor.
Son yıllarda Fransa’daki tartışmalar en çok eğitim üzerine yapılıyor. Önemli başlıklarsa şunlar:
1) Devletin eğitim kurumlarının dışında dini bir eğitimi mümkün kılacak bir tatil günü konusunda bir türlü uzlaşma sağlanamıyor. Farklı günlerde tatil denemeleri yapılsa da bu tartışma sürüyor.
2) Eğitim programının yapısı için de benzer bir tartışma yürütülüyor. Bir grup, felsefe, tarih ve edebiyat derslerinde dini olayların anlatılmasını savunurken, diğer bir grup müfredata dini bilimler ya da dinler tarihi adı altında özel bir disiplin konulması taraftarı.
3) Anayasaya göre “eğitim bütün dinlerden bağımsız” olmalıdır, fakat Katolik bayramlarda okullar tatilken, azınlıkların dini bayramlarında devam etmesi bu anlayışta bir çelişki ortaya koyuyor.
Bugünkü durumdaysa, Fransız hükümetinin okullarda türbanı yasaklamasıyla beraber eğitimde hâlihazırda yaşanan bu tartışmalara İslami örgütlenmelerin tepkileri de eklendi. Fransız hükümetinin resmen tanıdığı ülkedeki 5 milyon Müslüman adına konuşma yetkisine sahip bir kurum olarak 2003 Nisan ayında ilk liderlerini seçen Fransız Müslüman Konseyi’nin birinci gündem maddesinin eğitimde Müslümanların hakları ve türban olması bu anlamda çağrıştırıcı değildir. Fransa’daki Müslüman derneklerine ve camilere aktif olarak katılan Müslümanları temsil eden ve bir şemsiye organizasyon şeklinde örgütlenen bu yapıda, farklı dernek ve camilerden seçilen ve atanan temsilcilerin 41 sandalyesi bulunuyor.
İslamiyet’in bölgede tanınan bu dört dine dahil edilmemesi bir eleştiri konusudur. Burada görüldüğü gibi, bölge nüfusunun yüzde 3’üne denk geldiği ve Fransa’da son derece baskın bir nüfusu oluşturduğu halde İslam resmi olarak tanınan bir din değildir. Bunun için bu vilayetlerdeki Müslümanlar, devletçe “resmen” tanınan dinlere verilen ayrıcalıklardan da yararlanamıyorlar.
Hollanda
Giderek Fransız laikliğine yaklaşan bir tutum sergileyen Hollanda’da dini bakımdan çoğulcu ve hoşgörülü bir ortam hakim. Hiçbir dini grubun tam olarak hakimiyet kuramadığı Hollanda toplumunda Katolikler ve Protestanlar belirgin iki grup olarak yeniden karşımıza çıkıyor. Hollanda toplumunda yüzde 31 Katolik, yüzde 21 Protestan, yüzde 4.4 Müslüman, yüzde 3.6 diğer dinlere mensup ve yüzde 40 da bağımsız bulunuyor. İstatistiklere yansımasa da Hollanda’da Yahudi nüfus önem taşıyor. Ülkede 1939’a kadar büyük sayıda olan Yahudi cemaatinin Naziler tarafından katledilmesiyle bugün Hollanda’da ancak 10-15 bin arası Yahudi yaşıyor.
Hollanda’da bir dine inanmayanların bu kadar yüksek bir orana sahip olması ve toplumda baskın bir dinin olmaması aslında tesadüf değil. Hollanda tarihine bakıldığında, 17. ve 18. yüzyıllarda hiçbir dinin burada tam olarak egemen olamadığını görürüz. Ancak 16. ve 17. yüzyyıllarda Katolik İspanya’yla bölgedeki Protestanlar arasında yapılan kanlı din savaşları ancak 80 yıl sonra yapılan “din barışı” ile sona erebildi. İki mezhep arasında yapılan ittifaklar, dini hoşgörü ve dini çoğulculuk (pluralizm) geleneklerinin yerleşmesinde etkili oldu. Fransız işgalinin etkisiyle şekillenen 1798 Anayasası, dinlerin eşit olduğunu ve devletle kilisenin birbirinden ayrıldığını ilan eden ilk anayasadır. Din kurumlarının kamusal hayatla ilişkisi 20. yüzyılın başlarında gruplar için bir içe kapanma süreci oldu. Birbiriyle ilişkisiz ama kendi içlerinde son derece kuvvetli dini ve ideolojik gruplaşmaların toplumsal hayatta belirleyici bir rolü vardı. Fakat 1960’larla beraber Katolik, Protestan ve sosyalist grupların kaynaşması ve aralarındaki katı engelleri kaldırmaları ülkedeki sekülarizasyon sürecinin hızlanmasını ve daha geçirgen bir toplumsal yapı oluşmasını sağladı.
Bugün bakıldığında, ülkede en etkili siyasi baskı grupları Sosyalist ve Katolik sendikalardan oluşan Hollanda Federasyonu Sendika Hareketi ve Protestan Sendikası ile Katolik ve Protestan İşverenler Derneği Federasyonu ve Kilise Barış Konseyi’nin başı çektikleri gruplardır. Hollanda Anayasası’nda dinle ilgili maddelerin ve düzenlemelerin diğer Avrupa ülkelerinin anayasalarına oranla çok az olması dikkat çekiyor. Hollanda Anayasası’nda dinlerin özgürlüğü garanti altına alınmıştır. Anayasanın birinci maddesine göre “din ve inanca yönelik ayrımcılık yasaklanmıştır”.
Devlet hiçbir dini veya ideolojik örgütün iç işlerine müdahale etme hakkına sahip değildir. Anayasanın 6. maddesine göre ise, bir kimse kanuni sorumluluklara zarar vermeyecek şekilde inancını ya da dini görüşünü özgürce ifade edebilir. Müslümanlara baktığımızda, Türk veya Fas kökenli 500 bin nüfuslu Müslümanın ülkedeki dördüncü dini grubu oluşturduğunu görürüz. Müslüman okullar, anayasanın garanti ettiği dini inançlara göre eğitim hürriyetine sahipler. Ancak ülkedeki Müslümanların artan talepleri, toplumsal değerlere entegre olmalarını tehdit ettiği gerekçesiyle resmi mercilerde ve kiliselerde endişe yaratıyor.
Yunanistan
Yunanistan’ın diğer Batı-Avrupa ülkelerinden farklı şekilde kurumsallaşmış din-devlet ilişkisi onu bu ülkelerden ayrı tutmaktadır. Halkın büyük bir çoğunluğunun Ortodoks olduğu toplumda dinin bireysel boyutlarda geliştiğini görüyoruz. Gelenekle modern arasında çelişkili bir yol izleyen Yunanistan aslında Ortodoks bir Doğu Avrupa ülkesi özelliği gösteriyor. Yunan halkının yüzde 0.5’i Katolik, yüzde 0.2’si Protestan, yüzde 0.05’i Yahudi, yüzde 1.3’ü Müslüman ve yüzde 96’sı Ortodoks’tur.
Öyle ki, Katolikler Katolik okuluna gider, Katoliklerden alışveriş yapar, dini içerden evlenme (endogami) yapar vs. Sadece her grubun (Katolikler, Protestanlar ve sosyalistler) elitleri kendi aralarında ilişki kurarlar.
Ortodoksluk tarih boyunca Yunanlıların milli kimliklerini korumalarının önemli bir aracı oldu. Osmanlı hakimiyetinde oldukları süre boyunca kimliklerini, gelenek ve göreneklerini kaybederek asimile olma korkusu Yunanlıların Ortodoksluğa sıkıca bağlanmalarının nedeniydi. 1829’da Osmanlı İmparatorluğu’ndan bağımsızlık elde edinceye kadar geleneksel Yunan ulus milliyetçiliği Ortodokslukla özdeş kullanılıyordu. Yunanlıların bağımsız bir ulus devlet kurmalarının ardında bugün de bu duyguların toplumda güçlü bir etkisi olduğunu görüyoruz.
Yunanistan Anayasası inanç özgürlüğünü garantiye alır, fakat burada laik şekilde bir kilise-devlet ayrılığı görülmez. Aksine, Ortodoks Kilisesi Anayasada Yunan devletinin resmi “egemen” ve “üstün” dini olarak
tanınır. Yunanistan’da güçlü toplumsal etkiye sahip kilise, devletin bir bölümü gibi görülür. Yunan devletinin resmi olarak Eğitim ve Din Bakanlığı adı altında bir bakanlığa sahip olması kilise-devlet ilişkilerinin içiçeliğini bize gösterir. Yunan Ortodoks Kilisesi’nin devletle ilişkisi Anayasanın 3. maddesinde yer alır. Buna göre;
a) Yunan-Ortodoks dogması hakim dindir,
b) Yunan Kilisesi, Fener Ekümenik Patrikliği ve diğer bütün Ortodoks kiliseleri ile doktrinel olarak ayrılamaz bir bütündür,
c) Kilise kendi kendisini yönetir. Eğitim ve Din Bakanlığı’nın yönlendirmesiyle hükümet tarafından bazı mali yardımlar da sağlanır. Buraya ayırdığı bütçeyle devlet, din adamlarının maaşlarını öder, onlara din eğitimi imkânı sağlar ve Ortodoks kilise binalarını korur. Kilisenin çeşitli örgütleri kamu hukukunun tüzel kişisi statüsüne sahiptir. Bunların yanında devletle kilise birçok sosyal konuda ortak çalışma yürütürler.
Kilisenin, rahatsız edildiğini hissettiği durumlarda, devletten koruma isteme hakkı var ve “sapık” olarak nitelediği fikirlere karşı önlem alabilme hakkına da sahip. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nce “kınama” kararı verilen Yunanistan, Anayasası’nda din değiştirmenin (proselytism) yasak olduğu tek Avrupa Birliği ülkesi. Ülkedeki dini azınlıklar, toplu ibadet etme özgürlüğünden yoksun olmalarının yanı sıra, mahkeme önünde temsil hakkına da sahip değiller. Bununla birlikte, hükümetin ve Ortodoks Kilisesi’nin izni olmaksızın toplu ibadet eden dini cemaatler hakkında polisin soruşturma açma hakkı var. Bu çerçevede, ülkede yaşayan 130 bin Müslümanın toplu ibadet hakları da kısıtlanıyor. Özellikle Batı
Trakya’da yaşayan Müslüman Türklerin sınırlı hakları, son dönemdeki iyileşmeyle beraber, Nisan 1993’te yapılan oylamada, Avrupa’nın direktifleri doğrultusunda, nüfus cüzdanlarında dinin belirtilmesini şart koşan yürürlükteki yasayı iyileştirmek için sunulan kanun taslağı hem iktidar partisi hem de muhalefetteki sol partiler tarafından parlamentoda reddedilmiştir.
İtalya
Vatikan’daki Papalık kurumunun etkisi kuşkusuz İtalya’yı Katolik Kilise’nin en güçlü olduğu ülke yapıyor. İtalyan halkının yüzde 96’si Katolik olmasına rağmen Protestan ve Yahudi cemaatleri de burada varlıklarını sürdürüyorlar. Müslüman cemaat ise hızla artan nüfusuyla İtalya’da etkisini arttırıyor. 1984’te İtalyan devleti ile Vatikan arasında imzalanan “yeni konkordato” Katolikliğin devlet dini olmasına son verdi. Fakat Katolik Kilise’yle İtalya devleti “insanın ve ülkenin ilerlemesi için” ittifak yapacaklarını söyleyerek fiili olarak bu ayrılığın önünü kestiler. Böylece gerek devlet gerekse kilise, “Katoliklik prensiplerinin İtalya halkının tarihi mirasının bir parçası olduğunda” hemfikir oldu. Aslında bu “yeni” konkordato pek de yeni bir uygulama öngörmüyordu. Sadece 1929’da faşist rejim ile kilise arasında yapılan Latran anlaşmalarının yeniden düzenlenmiş haliydi. Bu anlaşmalarla Vatikan bağımsız bir devlet haline getirilmiş ve Papanın Katolikliğin devlet dini olarak ilan edildiği İtalya devletini tanımasıyla sağlandı. Bunun sonucunda, mümkün olan her yerde Katolik kilisesinin kurumsal pozisyonlarının bugün de korunduğunu görüyoruz.
İtalya’da çok güçlü bir toplumsal etkiye sahip olmasına rağmen Katoliklik anayasal olarak belirtilmiyor. Aksine, İtalyan Anayasası’nın 3. maddesi dini ayrım yapılmaksızın herkesin kanun önünde eşit haklara sahip olduğunu ifade ediyor. 8. maddedeyse “İtalyan hukukuna aykırı olmayacak şekilde Katoliklik dışındaki diğer bütün mezheplerin kendi örgütlenmelerini kurmakta özgür” oldukları belirtiliyor. Bunların devletle ilişkisiyse örgüt temsilcileriyle yapılan anlaşmalar esasında hazırlanan kanunlarla düzenleniyor.
İtalyan Anayasası’nın dini özgürlükleri düzenleyen 19. maddesinde ise bütün dini cemaatlerin kendi inançları doğrultusunda bireysel ya da kurumsal olarak ibadet edebilecekleri ifade ediliyor. Cemaatler,
özel ve kamusal alanda dinlerini yayabilir, ahlaka aykırı olmamak şartıyla dinlerinin gerektirdiği törenleri serbestçe yapabilirler. Anayasada bu kadar özgürlükçü bir yapı öngörüldüğü halde, halkın yüzde 96’sının Katolik olması pratikte bunu engelleyebiliyor. İtalya’da yaşayan Müslümanlar, ülke nüfusunun yüzde 2.4’ünü oluşturuyor. Yaklaşık 1 milyon 380 bin Müslüman aslında azımsanamayacak bir sayı oluşturuyor.
Danimarka
İtalya’daki Katolik egemenliğinin yerini Protestanlığa bıraktığı Danimarka’da, 4 milyon 600 binlik bir nüfusla halkın yüzde 95’i Lutherci Protestanlık mezhebine mensuptur. 5 milyon 400 bin nüfusu olan ülkenin yüzde 3’ünü diğer Protestanlar ve Katolikler, yüzde 2’sini ise Müslümanlar oluşturuyor.
Lutherci Protestanların Danimarka’da bu kadar yaygın bir din olması aslında 16. yüzyyıla dayanıyor. Bu dönemde Kilisenin yerleşik Katolik dinden saparak yeniden örgütlenmesiyle Lutherci Kilise bir devlet kilisesi oldu. Böylece hem politik güçlerini hem de mal varlıklarının bir kısmını kaybeden piskoposlar da devlet memuru olup burjuva ve köylüler arasında örgütlenmeye başladılar. Kilisenin malvarlıkları ve eski ibadet yerleri ise sekülerleştirilerek devlet işlerinde kullanıldı. 16. yüzyyıl Danimarkası’ndaki sistem ikili hükümranlık denilen Lutherci doktrin üstüne kuruluydu. Buna göre, “laik Hristiyan” bir yargıç dünya işlerini ve insani bir kurum olarak kiliseyi ilgilendiren işleri yapıyordu. Bunun sonucunda, dönemin bir karakteristiği olarak “laik kafalı” kiliseler ortaya çıktı. 18. yüzyyıllardaki modernizasyon sürecinde ise dinin kişiselleşmesiyle beraber, tek resmi din Lutherci Protestanlık olarak tanındı.
19. yüzyıldaysa birbirine zıt iki akım çekişme yaşadı. Bunlardan ilki devletle kiliseyi birbirinden ayırmaya yöneliktir. İkincisiyse, devletin kilise
üzerindeki etkinliğini artırmayı hedefler. Bu ikinci akımı savunanlara göre, devlet hem dini çoğulculuğu sağlayacak, hem papaz sınıfına karşı Hristiyan bireylerin haklarını savunacak, hem de kilise karşısınnda her papazın hakkını koruyacak bir kurum olacaktır. Lutherci Kilise’nin milli kilise unvanını almasıyla beraber Vodualarla yapılan anlaşmalarla, bu mezhebin yaptığı dini evlilikler resmi nikah olarak kabul ediliyor.
İtalya’da Katolik dini nikahları da resmi nikah statüsünde kabul görüyor. Bunun için ikisini birden yaptırmak mecburiyeti yok. İtalya’da Katoliklik inancının bu kadar köklü ve yaygın bir gelenek halinde toplumsal hayatta yer bulması sonucu, bütün Avrupa’da çok daha önce kabul edilen boşanma ve kürtaj hakları İtalya’da ancak 1974’te yapılan bir referandumla Anayasal hak olarak resmen kabul edilebildi. Yine bu dönemde, devlet parlamentosunda onaylanan yasalarca kiliselerin demokratikleştirilmesi süreci de başladı. Bu süreçle beraber kiliselerde demokratik seçimler
yapıldı ve kilise meclislerinin etkinliği artırıldı.
Danimarka’da, kilise-devlet ilişkileri yönünden Fransa’dan tamamen farklı ve hatta ona zıt bir model var. Çünkü burada kiliselere yapılan devlet müdahalesi bizzat kilise tarafından istenmiş ve “kilisenin laik isteği” adı altında gerçekleşti. Bugün Lutherci Kilise, Danimarkalı kimliğinin bir sembolü olarak korunuyor. Danimarka Anayasası’nın 6. maddesine göre “Kral Lutherci Kilisenin bir üyesidir.” Anayasaya göre Lutherci Kilise
Danimarka Ulusal Kilisesi ya da “Halkın Kilisesi” olarak kabul ediliyor. Böylece ülkedeki en güçlü dini kurum olan Lutherci Kilise’nin anayasal bir güvenceye sahip olduğunu söylemek gerekiyor.
Danimarka halkının yüzde 90’ını bir arada tutan kilisenin 10 piskoposu (ya
da kilise müfettişi) var ve merkezi gücünü Kral adına hareket eden Kilise İşleri Bakanlığı’ndan alıyor. Danimarka’da bugün Hıristiyanlıktan sonra ikinci büyük din İslam. 5.3 milyonluk ülke nüfusunun 200 binini Müslümanlar oluşturuyor. Bu sayı, toplumun yüzde 2-3’üne karşılık geliyor.
Ancak buradaki Müslüman cemaatler, Hıristiyanlardan ve Yahudilerden farklı olarak, anayasal statüye sahip değiller. Diğer iki grup Danimarka Anayasası’nda “dini cemaatler” olarak resmen tanınırken İslam
bunların arasında yer almıyor. Bunun için Müslüman cemaatler daha çok dernek örgütlenmeleri olarak kendilerini ifade etmeye çalışıyorlar. Örneğin şu an Danimarka’da resmi olarak cami bulunmuyor. Genelde
cami işlevi görebilecek toplu ibadet alanları kiralanarak bu ihtiyaç gideriliyor, ancak bunun için de Müslüman cemaatlerin Danimarkaca bir isim altında dernek olarak başvurmaları gerekiyor.
İngiltere
İngiltere, 60 milyonluk nüfusunun 40 milyonu Anglikan mezhebine bağlı bir Krallık. Toplumun geri kalanı ise farklı dinlerin taraftarlarını barındırıyor. 1.5 milyon Müslüman, ülke nüfusunun yüzde 2.5’ini oluşturuyor. Ayrıca Hindular yüzde 1, Sikhler yüzde 0.6 ve Yahudiler de yüzde 0.5’lik bir dilimle toplumda yer alıyorlar. İngiltere’de yaşayanların yüzde 15’i ise bir dine inanmıyor. Dini hayatın istatistiki verileri için en son 1951’de sayım yapılmadığından doğru yüzdeleri belirlemek zor. İngiltere’de dini aidiyetle
ilgili yapılan bir araştırma şu dağılımı ortaya çıkarıyor:
Anglikan kilisesi yüzde 55; İskoç kilisesi yüzde 6; Anglikan olmayanlar yüzde 5; Katolikler yüzde 12; diğerleri yüzde 8, hiçbir yere bağlı olmayan yüzde 15…
İngiltere’deki Birleşik Krallık ve Kuzey İrlanda ayrılığı bu ülkeye has farklı bir model ortaya çıkmasına neden olmuş. İngiltere’de düzenlenen Anglikan Kilisesi’ne karşın İskoçya’da 1690’dan beri Presbiteryen Kilise hakim konumda. Birleşik Krallığa bağlı Galli ve İrlandalılar’ın ise Anglikan Kiliseleri yok. İngiltere’deki Katolik hakimiyetinin 16. yüzyyılda I. Elizabeth’in çabalarıyla ortadan kaldırılması sonucu Kraliçe Elizabeth, “kilisenin yüce yöneticisi” sıfatını aldı ve “egemenlik yüce yöneticinin”di. Kraliçeye ilahi bir anlam ithaf eden bu unvan bugün de İngiltere Kraliçesi tarafından tanınıyor. Ancak bu döneme kadar ülkede hakim mezhep olan Katoliklik 17. yüzyyıldaki Püriten hakimiyeti ile sert bir şekilde toplumdan
dışlandı. Katoliklerin kamusal alanda yeniden eşit pozisyon elde edene kadar iki yüzyıl daha beklemeleri gerekecekti. 19. yüzyıla gelindiğinde hem Katolikler hem de Yahudiler parlamenter olma hakkını elde ettiler.
İngiltere’de yazılı anayasa olmadığı için yasal sistemi yerleşmiş gelenek ve görenekler ile tüzükler oluşturuyor. Bu sistemde “din özgürlüğü” başlığına oldukça geniş yer verilmiş. Buna göre herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir ve dini ayrımcılık yapılamaz. İnanç sahipleri dinlerinin gereklerini bireysel ya da toplu olarak, kamusal ve özel alanda yerine getirebilirler. Din değiştirme serbest olduğu gibi ateistler de toplumda inançlarını yayabilme hakkına sahipler. Dua etme ya da bir dini öğretme İngiltere’de devletin hiçbir müdahalesiyle karşılaşmıyor. Kilise ve dini
topluluklar düşüncelerini yazılı ve sözlü olarak yaymada tamamen özgürler. Bununla birlikte, İngiltere’de nüfus sayımında dinle ilgili bir araştırma yapılamıyor. Dini guruplara dair resmi verilerin 1951’e dayanması
da buradan kaynaklanıyor. İngiltere Kilisesi ve İskoç Kilisesi devlet törenleri için “resmi” kiliseler olarak kuruldu. Fakat bu kiliselerin üyelerinin ülkedeki diğer kiliselerdekilerden bir ayrıcalıkları yok.