Beethoven, Sudra Chandran ya da biz, hepimiz… Hepimiz birer engelli adayı değil miyiz? Duyamayan Beethoven 9. Senfoni’yi besteleyebiliyorsa, dilsiz ve kör olan Keller 5 dil öğrenebiliyorsa ve bacağı olmayan Sudra dans edebiliyorsa engel olarak kabul edilen ve “kısıtlılık” olarak tabir edilen şey nedir? Dilem Cengiz Ay, “engel” ve “engellilik” konusunu tarihi başarı öyküleriyle buluşturuyor.
Dünyadaki en muhteşem bestelerden birçoğuna imza atan Ludwig Van Beethoven’ın hayat serüvenini hemen hemen hepimiz biliriz. Müzik doğrudan kulağa hitap eden bir sanatken, o en iyi bestelerini işitme engelinin en ağır düzeyde olduğu zamanlarda yapar. 1770 yılında Almanya Bonn’da doğan Beethoven, ilk müzik derslerini babasından alır. Daha sonra ailesinin geçimine katkıda bulunmak için kilisede piyano çalmaya başlar. İlk bestesini ise 13 yaşında yapar, 1786-1790 yılları arasında Kont Walstein’ın orkestrasında viyole çalar. Mozart’la tanışabilmek için Viyana’ya gider, kısa bir süre olsa da onunla beraber olma şansını yakalar. Ancak annesinin hastalığı sebebiyle geri dönmesi gerekir. 1798 yıllarında ise işitme sorunu oldukça artar, nerdeyse dünyayla iletişimi kesilir. Yıllar içerisinde tamamen sağır olan Beethoven, günümüzde de en çok bilinen bestesi 9. Senfoni’yi bu şartlar altında yazar, yönetir. Senfoniyi ilk kez çaldığında, salondaki alkışları duymaz. Seyircinin alkışladığı ve onları selamlaması gerektiği işaret ile bildirilir. Beethoven’ın müzikle kurduğu bu ilişki aslında engellerin nasıl ortadan kalktığını gösterir. O müziği ruhuyla ve dehasıyla duyumsamıştır.
Sudra Chandran ise ismini belki de hiç duymadığımız Hindistan doğumlu bir kadın dansçıdır. 1964 yılında doğan Chandran, şehirlerarası bir yolculuk esnasında kaza sonucu bir bacağını kaybeder. Fakat bacağını kaybettiği için dansa küsmek yerine, daha çok sarılır ve Hindistan’ın en başarılı dansçıları arasında yerini alır. Takma bacağı ile dans eden Sudra Chandran, dünya çapında birçok ödül de kazanır. Yapılan mesleklerin herhangi bir engelle ilgili olmadığını kanıtlayan bir diğer isim ise Hellen Keller’dir. 1880 yılında dünyaya gelir, 19 aylıkken ateşli bir hastalık geçirir. Hastalık görme, işitme ve konuşma duyularını yitirmesine sebep olur. Fakat ailesi ondan vazgeçmez. Kendini sağır çocukları eğitmeye adayan, telefonun mucidi Graham Bell ile görüşürler. 5 dil öğrenen Keller, dünyada kör, sağır ve dilsiz olarak lisans belgesi alan ilk insan olur. Kitaplar, makaleler yazar, dünyayı gezip konferanslara katılır. 1964 yılında ise Amerika’nın en büyük madalyası olan Özgürlük Madalyası’nı alır.
Bunlara eklenebilecek birçok başarı hikâyesi var. Elbette bir insanın hayattaki başarısı ya da başarısızlığı tanınmış olmasıyla ilişkili değildir. Yine de göz önünde olan, “başarmış” olan kişiler bizlere umut verir, yol gösterir. Peki, sağır olan Beethoven 9. Senfoni’yi besteleyebiliyorsa, dilsiz ve kör olan Keller 5 dil öğrenebiliyorsa ve bacağı olmayan Sudra dans edebiliyorsa engel olarak kabul edilen ve “kısıtlılık” olarak tabir edilen şey nedir? Tüm duyu ve organlarımızın yüzde yüz çalışıyor olması engelli olmadığımız anlamına gelmez. Çünkü engel çoğu zaman zihnimizdedir. Korkularımızdadır. Yapmak isteyip cesaret edemediğimizdedir. Kendimize ve dünyaya inandığımız zaman gerçekten engel kabul edilebilecek şeyler ortadan kalkar. Fiziksel olarak engelli kabul edilen vatandaşların ise sıkıntısı medeniyet toplumu içerisindeki sorunlardır. Yollar, trafik, insanlar bir çeşit tehdit oluşturduğu için hayata dâhil olamazlar. Engelli vatandaşların çoğu zaman hayata dâhil olamaması, engelli olduklarından değil, toplumsal ön yargılar sebebiyledir. Aslında kendini engelli kabul etmeyen toplumun, yaptığı hataları ve duyarsızlığını başkalarına yükleme çabasıdır. Engelli ya da değil her bireyin fark etmesi gereken olgu dünyanın bizden ibaret olmadığıdır. Bu sorunlara dikkat çekebilmek amacıyla 1992 yılında Birleşmiş Milletler 3 Aralık’ı Dünya Engelliler Günü ilan eder. 1993 yılında ise üye ülkelerden “engellilerin topluma kazandırılması ve insan haklarının tam ve eşit ölçüde sağlanması” amacıyla bu özel günü kabul etmelerini ister. 10-16 Mayıs tarihleri Engelliler Haftası olarak kabul edilirken, 3 Aralık ise “engelliler günü” olarak bilinir. Prosedürde birçok yenilik getirilmiş olsa da, bugün hala uygulamadaki aksaklıkları görebiliyoruz.
Başka hayatları keşfedebilmek, kendimizden başka insanlara farklı bakabilmek için önce o hayatları anlamamız gerekir. Kendi varlığını merkeze koymaktan vazgeçmek isteyen insanlar için 2013 yılından beri İstanbul’da çok güzel bir sergi var. Değişim anlamaktan geldiği kadar temas etmekten de gelir. Serginin adı “Karanlıkta Diyalog.” 1988 yılında Almanya’da Prof.Dr. Andreas Heinecke tarafından oluşturulan proje İstanbul’a adapte edilmiş. İstanbul’un sesleri, kokuları ve dokularıyla buluşturan serginin önemli özelliği gezinin tamamen karanlıkta gerçekleşmesi. Görme eyleminin yalnızca gözle yapılmadığını duyumsamak için büyük bir fırsat. Sergiyi gezerken rehberiniz ise görme duyusunu kaybetmiş biri olacak. Böylece yeni bir görme deneyimini, görmeyen biriyle keşfetmek hem empati kurmanızı hem de dünyayı farklı algılamanızı sağlayacak. 3 Aralık Dünya Engelliler Günü’nde ve daha sonrasında “duyarlı olalım” demekten öteye bir şey yapmak isteyenler için güzel bir deneyim olacaktır. Bilgi için; http://www.dialogistanbul.com
Dilem Cengiz Ay