Back to the Future (Geleceğe Dönüş) yıllar önce çekilmiş bir film. Biraz komik, biraz bilim kurgu… Nedense çoğumuz anımsıyoruz çünkü teknolojinin de artık sinema eserlerini çoğaltıp yaygın seyire sunduğu bir zamana denk geldi. Pek çok ilgili ilgisiz insan filmi izledi. Aslında fimin başrol oyuncusu genç yaşında Parkinson hastalığına yakalandı. Bu hastalığa zamanda yolculuk yaptığı kadar kolay bir şekilde çare bulamadı… Demek ki teknoloji onun bize sunduğu hayal kadar ilerlememiş.
Saçma bulsak da bulmasak da, filmi izlerken, “Ay ne hoş olurdu zamanda yolculuk” deyip durduk herhalde. Düşünsenize bir zaman makinesi, sizi fırt oraya fırt buraya taşıyıp duruyor. Bir bakmışsınız zamanın çok gerisinde ilkel bir toplumda, bir bakmışsınız gelişmiş bir çağda yaşamınızı sürdürüyorsunuz.
Aslında zaman makinesine hiç gerek yok biliyor musunuz. Örneğin şu sıralar Trabzon’a yolunuz düşerse Ortaçağ’da mıyım demeniz işten değil. Sakarya ha keza… Yarın öbürgün bir başka kışkırtılmış mahalle, ilçe ya da il… Madımak Oteli’ni anımsayın yeter.
Merak etmeyin bu yazının konusu can sıkan kanlı olaylar değil. Ben, sizi zamanda yolculuk serüvenine davet etmek istiyorum.
SİZ BEKLEYİN PROTOTİPİNİZ GELSİN
Yakın bir gelecekte doktora gideceksiniz, hani o da fiziki olarak gitmek zorunda kalırsanız, sekreter size, “bir dakika oturun lütfen, doktor önce prototipinizi inceleyecek sonra sizi görüştüreceğim” diyecek. Nasıl yani?… Prototipiniz de kim. Bunun adına biomekanik ve bilgisayarlı fizyoloji diyorlar. Tıp bu alana doğru hızla ilerliyor.
Şöyle gelişeceğini söylüyorlar: Doktora gidiyorsunuz, önce sizden küçük bir kan örneği alıyor. DNA haritanızı çıkarıyor. Hemen bir vücut taraması yapıyor. Sonra bilgileri bir bilgisayara yüklüyor. Tepeden tırnağa bir profiliniz çıkarılması için herhalde en fazla birkaç dakika geçmesi gerekiyor. Tanıştırayım sizin prototipiniz.
Örneği biraz dramatize edeceğim. Sakın üzerinize alınıp üzülmeyin. Diyelim akciğerlerinizde kanserli bir doku tespit edildi. Doktor sizin üzerinizde çalışmaktansa, prototipiniz üzerinde çalışıyor. Bir tedavi yöntemine bağlı kalmaktansa aynı anda birkaç tedavi yöntemini kullanabiliyor. Vücudunuzu deneme tahtası yapmak yerine prototipinizi hırpalıyor. Hangi ilaca nasıl yanıt vereceğinizi prototipiniz söylüyor.
Bilim adamları bu anlattıklarımın Back to the Future filmi kadar hayal olmadığını söylüyorlar. Topu topu birkaç on yıl ötedeymiş. Siz deyin 10, ben diyeyim 20. Ne farkeder 30 olsa… O kadar yakın bir gelecek!
Biyoloji mühendislerinin geliştirdiği bu yöntem ‘Physiome Project’ olarak anılıyor. İnsanoğlunun iskelet yapısının bilgisayardaki prototipini çoktan çıkartmışlar. Dünyanın ilk dijital ciğer ve kalp sistemini bilgi işlemde geliştirmişler. 300 milyon hücrecik… Nefes alıp nefes veriyor. Şu anda sindirim sisteminin inşaa edilmesi süreci yaşanıyor. Yakında sinir sistemi, bağışıklık sistemimiz, cildimiz, böbrek ve idrar yolları ardından üreme sistemi gelecek. Benim arada atladığım olabilir…
Size bir haberle birkaç müjde veriyorum. Aranızda çocuğu olanlar, onları farklı mesleklere yönlendirebilirsiniz, genç ve hala uzmanlıklarınızı geliştirebilecek cesaret ve zamana sahipseniz durmayın siz de girin bu alana. Birbirinden ilginç meslekler sizi bekliyor. “Bizim ülkemizde yok ben ne yapayım” diyorsanız, size diyecek ve yapacak bir şeyim yok. Siz bildiğinizi yapın. Geçmişte kanser ya da benzer “çaresiz” hastalık geçirmiş, ya da geçirmiş yakını olanlar için de bu haber bir başka müjde… Çarenin tükenmediğini gösteriyor.
CEZANIN BÖYLESİ
Şimdi sizi zaman yolculuğunda bir başka noktaya götürmek istiyorum. Mekan Pakistan’ın kırsal alanı. Burada insanlar arasındaki ilişkiyi yasalar değil, kabile benzeri grupların kendi ürettikleri yasalar düzenliyor. Bizde farklı sanki…
Dönelim hikayeye. Bir kadının dramı. 2002 yılında 30 yaşındaki bir kadın ihtiyar heyetin verdiği karar yüzünden herkesin gözü önünde dört “gönüllü” maganda tarafından ırzına geçilerek cezalandırıldı. Onun adı Mai. Kadının bir suçu yoktu. O kimseyi incitmemişti. Hani bunun bir ceza olduğunu düşünürseniz birine fenalık yapmış olmasını bekliyorsunuz. Hayır onun suçu yok. Suç 12 yaşındaki erkek kardeşin. O da dünyanın en büyük suçunu işlemiş. Bir kızla yan yana yürürken görülmüş. Cezayı aile adına Mai’nin çekmesine karar verilmiş. Nasıl bir kararsa…
Bu tür cezalara çarptırılan kadınların ya bu utançla yaşamaları ve kimseye tek bir kelime etmeden cezalarını çekmeleri ya da kendilerini öldürmeleri düşermiş. Mai nedense ne kendini öldürmeyi ne de susmayı becerebilmiş. Adalete başvurmuş. Tecavüz edenlerin cezalandırılmasını istemiş. Time Dergisi geçtiğimiz yıl Mai’yi kahraman ilan etmişti. Nazar değdirmiş olmalı. Mai davayı kazandı, altı erkek ölüm cezasına çarptırıldı. Mai 8 bin 300 dolar tazminat aldı, o da parayı bir köy okulu açmak için kullandı…
Ancak birkaç ay önce mahkeme kararı geri çevirdi. Baskılara dayanamadıkları söyleniyor. Altı adamdan 5’i serbest, bir tanesi ömür boyu hapse mahkum edildi. Mai “acı içindeyim” diyebiliyor.
FÜZYON ÇOK MODA
Şimdi yolculuğumuz Kuzey Avrupa ülkelerine. Bilmem ister miydiniz. Size de sormadan yapıyorum ya bu yolculuğu artık kusuruma bakmayın ne olur. Füzyon kelimesini duymuş muydunuz. Okulda fen derslerinde duymayanlar şu sıralar pek moda olduğu şekliyle “füzyon mutfağı” gibi alanlarda kullanıldığını biliyor olmalılar. Duymayanı dövüyorlar. Gençler arasında aşçı olmak çok moda ya şu sıralar. Birbiri peşi sıra açılan yeni restoranlarda füzyon mutfağı var. Sentez de diyebilirsiniz, ne ararsan var da diyebilirsiniz…
Aklınızda olsun bu yeni bir geçim kapısı. Çoluğu çocuğu yönlendirebilirsiniz. Benim çevremi birden çocuğunu yurt dışına (İsviçre, Avusturya ve Fransa’ya) aşçılık okuluna gönderen anne babalar sardı. Eskiden babası aşçı olanlar söylemeye utanır. Şimdi oğlunu ya da kızını aşçı yapmak için sağa sola koşturan anne babalar var.
Konuyu dağıttım yine, bu füzyonun yemekle alakası yok. Kopenhag’da sayıları giderek artan cafe/bar tipi yerlerden söz ediyorum. Avrupa’nın diğer kentlerinde de yaygınlaşıyor. Masaya oturuyorsunuz, garson geliyor “kahve mi çay mı çamaşır mı” diye soruyor. Size sorsalar ne diyeceksiniz? Siz ya çay ya kahve dersiniz Allah bilir. Ama onlar bir kahve bir çamaşır, bir çay yanına elmalı tart ve çamaşır yanıtını verebiliyorlar.
Bekar yaşayanların sayısının yüksek olduğu bu kentlerde insanlar çamaşırlarını yıkayacak zaman sosyalleşecek aralık, nefes alacak bir zaman dilimi bulamıyor. Akıllı işletmeciler çareyi içinde çamaşırhanesi olan cafeler açmakta bulmuşlar. Arkadaşını çağır sohbet et, yemeğini ye aradan çıksın, bir de çamaşırını yıka ve kurut. Başka ne isteyeceksin kardeşim.
Diyelim çocuğunuz henüz bir baltaya sap olamadı, işte size ona bir balta hediye etme fırsatı. Füzyon Cafe… Adı çok havalı Nişantaşı, Etiler civarında ve belki Bağdat caddesinde tutabilir. Sizin bir girişim fikriniz var ama neye girişeceğinizi tam bilemiyorsunuz. Hadi girişin- benden söylemesi…
KAYBOLAN KADINLAR
Hep Avrupa’da turlamak olmaz. Yine Asya’ya gideceğiz. Bu kez Çin ve Hindistan’dayız. Harvard Üniversitesi öğretim görevlisi ve Nobel ödüllü Amartya Sen’in bir araştırmasından söz edeceğim. Sen, Çin, Hindistan ve civar ülkelerde kadın sayısının olması gerekenden eksik olduğunu buldu. 100 milyon kadın eksik. Neredeler bilinmiyor. Kayıp…
Daha sonraki araştırmalarda Sen’in 100 milyon diye ifade ettiği rakam 60 milyona çekilmiş ama hangisi doğru bilemiyorum. Zaten ne farkeder. Kayıp milyonlarca kadın var. Nerede bunlar. Bugüne kadar buna nedenin kız çocukların istenmeyen bebek olması nedeniyle aldırılması, düşük yapılması/yaptırılmasına bağlayanlar olduğu gibi istenmeyen kız çocukların doğumdan hemen sonra öldürüldüğünü iddia edenler de oldu.
Nedenler arasında bu tür bir vahşet olabileceği gibi farklı bir vahşet türü daha varmış meğer. Hepatit B! Meğer dünyanın her yanında Hepatit B yüzünden pek çok insan ölüyormuş, kadın ve erkek dengesi altüst oluyormuş ama hiçbir coğrafya Çin ya da Hindistan gibi değil.
Zamanda yolculuğa devam etmek isterdim. Bir başka sefer yine çıkarız. Ama her şeyi tadında bırakmak gerek. Ben bu yolculuğu kendi ülkemde arada fark görmediğim coğrafyalarda yapmak istiyorum. O zaman yazacak bu kadar sansasyonel şey olmayabilir. Varsın olmasın, yeter ki insanlar birbirini öldürmesin, linç etmesin. İstanbul’un bir semtinde Batı’yı diğerinde Orta Çağ’ı yaşamak bize yakışmaz. Türkiye gelişmiş ülkeler arasına katılmak istiyorsa, farklarını gidermek zorunda.