Neden Fransızlar bir garip… Benim kaderimi neden bir Fransızın vereceği oy şekillendirebiliyor… Almanlar niye öyle de İngiziler böyle… Amerikalılar neden hiçbirine benzemiyor… Bütün dünya neden birden Amerikan aleyhtarı oldu. Bundan dört yıl önce dostluk kardeşlik ve barış derken ne oldu… Neden ABD yönetimi birkaç yıl arayla radikal değişim gösterdi. Acaba gerçekten bir değişim oldu mu? Peki, biz nasılız? Onlar bize, biz onlara nasıl bakıyoruz…
Bu hafta Türkiye’nin kader haftasıydı. Kaderimizi Fransız Cumhurbaşkanı, Alman Şansölyesi, Hollanda Dışişleri Bakanı, AB Parlamentosunun bir üyesi, Güney Kıbrıslı bir milletvekili (liste uzayıp gidebilir) belirledi… Peki, onlar neye göre hareket etti? Siyaset sosyolojisi üzerine ve detayları ortaya çıkaran çok sayıda yayın yok ne yazık ki. Bireyler gibi ülkelerin de karakterleri, toplumların ortak davranışları, görüntüleri var… Böyle bakmaya alışık değiliz… Bundan böyle alışmalıyız!
Robert Kagan, ‘Carnegie Endowment for International Peace’ kıdemli ortaklarından, aynı organizasyonun Amerikan Liderlik Projesi Başkanı. Washington Post’ta ayda bir köşe yazıyor. Uluslararası ilişkiler üzerine yoğunlaştığı kitapları bulunuyor. 1984 ile 1988 yılları arasında Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nda görev yapmış.
Kagan’ın son kitabı “Of Paradise and Power; America and Europe in the New World Order” başlığını taşıyor. Bu kitapta Kagan’ın anlattığı konular bire bir Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkisine ışık tutmuyor. Ancak anlattıkları tarihi bir perspektif içinde günlük yaşantımıza ve geleceğimize ışık tutuyor. Bu çalışmayı sizinle paylaşmak istememin özel nedeni, bizim gibi hayata tek bir pencereden, mümkünse bizim evin penceresinden bakmayı alışkanlık haline getiren Türklerin artık başka hayatlar ve düşünceler olduğunu da kabul etmesi gerektiğini anlamasını kolaylaştırmak.
Kitap, ABD’nin yeni dünya düzeni içinde almak istediği yeni rolü, bu yeni rolün algılanış şeklini aktarıyor. Avrupa ile ABD arasındaki güçler mücadelesini de tarihsel bir perspektifte sunuyor. Kitap başından sonuna kadar iki kıtanın farkları üzerine kurulu. Ancak anlıyoruz ki bu farklar bugünün eseri değil. Yani, Bush geldi böyle oldu, diye bir yaklaşım içine girmek biraz tembellik oluyor. Kökleri daha önce atılmış, gelen her Amerikan Başkanının da dozu kendince ayarladığı bir ayrılıktan söz etmek mümkün.
AB ile Türkiye ilişkisi bundan 41 yıl önce anlamlı sayılacak bir dönemece girdi. 41 yıldır bu kulübün üyesi olmaya ve aslında Avrupalı olduğumuzu kanıtlamaya çabalıyoruz. Yeri geliyor, ‘biz farklıyız ve mutluyuz’ diyoruz; yeri geliyor, ‘farklıyız ama değişeceğiz’ diye söz veriyoruz.
Acaba, farklıyız çünkü farklılar anlıyorum, birlikte yaşayabiliriz ve neden olmasın diyebilir miyiz?
Robert Kagan, Avrupa ile ABD arasındaki farkı esprili bir şekilde anlatmanın yolunu astronomiyi kullanmakta bulmuş. Avrupa’nın Venüs’ten Amerika’nın Mars’tan geldiğini söylüyor. Hani şu meşhur kadın erkek benzetmesinde olduğu gibi…
ABD ve Avrupa arasındaki anlaşmazlık, sürtüşme, algılama farkı, çatışma, iki kıta halkının farklı kültür, geçmiş ve deneyimlerden gelmelerinden kaynaklanıyor.
Nelerin farklı olduğunu gösteren birkaç başlık sıralayayım mı;
- ABD ile Avrupa stratejik bir kültür birliğine sahip değiller.
- Her iki kıtanın dış politikasını yönlendirme ve uygulama şekilleri birbirine taban tabana zıt.
- ABD’nin dış politikasına şöyle kabaca bir bakmak bile; güç kullanmaya başvurmak konusunda büyük bir endişe taşımadığını, dolayısıyla daha çabuk ve daha kolay güç kullanma yoluna gittiğini görüyoruz.
- Dış politika kulvarından dışarıya çıkmadan ABD’nin diplomasiyle uğraşacak zaman yaratmak konusunda Avrupa’dan daha az sabır gösterdiğini söyleyebiliriz.
- Bir de tabii, neredeyse tüm dünya vatandaşlarının bildiği bir başka şey; Hollywood yapımlarından fırlama bir dış politika… Bakılan her yerde iyi ve kötü; çirkin ve güzel; arkadaş ve düşman gibi ayırımlar görmek, görmüyorsan da yaratmak gerekiyor…
- Amerikan politikası, ikna etmek üzerine kurulu değil. Yönlendirmek hatta zorlamak, oraya buraya doğru itmek üzerine kurulu.
- Amerikan politikası işi noktalamaya konsantre. Diğer bir ifadeyle sonuç odaklı bir politikadan söz etmek mümkün. Hedef, sorunların çözülmesi, tehlikelerin bertaraf edilmesi.
- Tek taraflı bir politika tercihi yaptığını söylemeye de artık gerek bile yok herhalde.
- ABD’yi Avrupa’dan ayıran temel özelliklerden bir tanesi de uluslararası örgütler üzerinden hareket etmek konusunda ciddi bir alerjiye sahip olmak. Bu örgütlerin yukarıda biraz da atlayarak sıraladığım politika unsurları adına büyük bir engel oluşturduğunu bilmeyenimiz yok. Ama ABD’nin de buna tahammülü yok.
- Tabii bu özelliğin ardından, ABD’nin diğer ülkelerle işbirliği yapmaya pek de gönüllü olmadığını, davranmadığını söylemek hiç kimseyi şaşırtacak bir bilgi olmasa gerek.
- ABD politikası gereği, uluslararası örgütlerle, başka ülkelerle bir uzlaşma içinde çalışmaktan ne kadar az hoşlanıyorsa, uluslararası hukuktan da bir o kadar az haz ediyor.
- ABD, yalnızca gerekli gördüğü zamanlarda, o da son çare olarak bu unsurların onayını alma yolunu deniyor.
Avrupa tarafına bakıldığında Avrupalıların baktıkları her şeyde daha karmaşık bir resim gördüklerini söylemek mümkün.
- Avrupa adım attığı her şeyde detay arar.
- Sofistike sözcüğü sanki onlar için yaratılmış.
- Yaptım bitti, oldu bitti; “güm.. pat.. küt..” diye bir şey yok. Bol konuşma, bol tartışma… Bizim kendi Avrupa Birliği maceramıza baksanıza. Kim seyreder bu filmi Allah aşkınıza. Benim yüreğim daralır, biliyorum. Hep gözyaşı hep karamsarlık. İstemem de, seyretmem de… Avrupa’yla devam edelim…
- Avrupalılar başarısızlık karşısında daha yumuşak, daha tahammüllü bir görüntü veriyorlar. Sonuç odaklı olmadıkları için, sonuca ulaşmak üzere uzun zaman çalışmayı, uzun yollar kat etmeyi göze alabiliyorlar.
- Avrupalılar, daha barışçıl çözümlerden yana tavır sergiliyor, böyle olabilmesi için ellerinden gelen her şeyi yapabiliyorlar.
- Özünde Avrupa deyince bolca görüşme, sonsuz diplomasi, inatla ikna etmek, uluslararası kurallar ve kanunlar, uluslararası örgütler ile tarafsız görüşler… İşte akla gelenler. Çocuklara belki okullarda işin bu kısmını öğretmek gerek. Ama bu film gişe hasılatı yapmıyor işte.
- Avrupa deyince tek ses ve tek renk algılamak mümkün değil. Eski kıtada birden fazla millet pek çok farklı etnik köken bir arada yaşamanın yöntemlerini bulmaya çabalıyor.
- İngilizler, Avrupa kıtasının suyla bölünmüş bir parçası olsalar da görüş, anlayış ve duygu açısından daha Amerikalı görüntü veriyorlar. Bu nokta da eğer genellemeler ve özel durumlardan söz etmek gerekirse, İngilizler bir yana Fransız – Alman koalisyonu bir yana demekte fayda var.
- İngilizlerin Amerikan görüntüsüne karşın, Fransız ve Almanlar daha bağımsız ve gururun ön plana çıktığı politikalarla karşımıza çıkıyorlar. Şaşırtacak derecede güvensiz oldukları söyleniyor.
- Diğer yandan Avrupa artık daha büyük bir kıta. AB yeni üyeleri bünyesine kabul ederken, kıtanın rengi de çeşitleniyor. Doğu ve Merkezi Avrupa, yani yeni Avrupalı üyeler şaşırtacak derecede Amerikancı ya da Amerikan görüşlerine yakın. Bunun en önemli nedeni yıllarca altında ezildikleri Sovyet tehdidi.
- Avrupa’daki çok seslilik yalnızca farklı ülkelerin farklı kültürlerinden adet, örf ve geleneklerinden kaynaklanmıyor. Her biri kendi içinde kaynayan bir kazan. Bu görüntüyü hazmedebilmek için son seçimlerin ardından Avrupa Parlamentosu’nu gözlerinizin önünden geçirmeye çalışın. Fransa’da de Gaul’cüler bir yanda, Sosyalistler bir yanda, aşırı milliyetçi Le Penciler ise diğer yanda sergiledikleri mazara…
İşte bu yüzden Avrupa’da tek ses, tek nefes olmak pek mümkün değil.
Kagan çalışmasında Başkan Bush’un dünyada savaş rüzgarları esmesine neden olan Başkan olarak tarihe geçmiş olabileceğini bir önceki Başkan Bill Clinton’ın da , Irak, Afganistan ve Sudan’ı bombaladığını unutmamak gerektiğini anımsatıyor. Söylemeye çalıştığı şu, devlet politikaları kişilere bağımlı değil, süreklilik arz ediyor.
Kagan, Avrupalıların son dönemde ABD’yi daha katı ve saldırgan gösterme eğilimlerine karşı temkinli olmayı da öneriyor. Tarihsel bir yaklaşım içinde bu durumu değerlendirmek gerektiğine, davranış şekillerini gücün belirlediğini söylüyor. Bu görüntünün yaklaşık 2 yüzyıl önce değiştiğini savunan Kagan, Avrupa’nın güçlü olduğu dönemde davranış kalıplarının bugünkü Avrupa’yı gölgede bırakmayacak kadar sert olduğunu, güç dengesinin ABD leyhine dönmesiyle bu tür davranış sergilemek hakkının neredeyse tamamen ABD’ye geçmiş olduğunu anımsatıyor.
Avrupa ile ABD’nin birbirini çok iyi anladıkları gibi bir ütopyayı rafa kaldırmanın zamanı geldi. Artık kimse kimseyle anlaşamıyor. Bunun da en önemli nedeni güçlerin dengesizliği. İsterseniz “güç uçurumu” diyebiliriz.