Tepeden inme özgürlük bu kadar oluyor işte.
Savaşların haklısı haksızı olmaz.
Savaşların kazananı ve kaybedeni olur.
Savaşlardan kazançlı çıkanlar sayıca az, savaşları kaybedenler ise ne yazık ki sayıca çok…
Bu savaşın adı “Irak’ın Özgürlüğü Operasyonu”,
Güzel bir isim takmışlar.
Derslerde özgürlük kavramı üzerinde çok durmuş, çok okumuş ve çok tartışmıştık. Yazık ki, o zaman pek de bir şey öğrenememişim.
Şimdi daha iyi anlıyorum ki, özgürlük göreceli bir kavram. Benim özgürlüğüm bazen başkalarının tutsaklığı anlamına geliyor. Aynı şekilde başkalarının özgürlüğü de benim tutsaklığım…
Tepeden inme özgürlük bu kadar oluyor işte.
Savaşların haklısı haksızı olmaz.
Savaşların kazananı ve kaybedeni olur.
Savaşlardan kazançlı çıkanlar sayıca az, savaşları kaybedenler ise ne yazık ki sayıca çok…
Savaş, askerlik konusu artık daha önce olmadığı kadar yakın bana… Esir askerleri de gözümü kırpmadan izliyorum. Çocuklar yaralı, kadınlar ağlıyor, adamlar can çekişiyor… Onlara da bakıyorum.
Yemek saatlerimiz, genellikle haber saatlerine denk geliyor. Televizyon açık, biz yemeğimizi afiyetle yerken, haberlerden Bağdat halkının su kuyruklarına girdiğini, tüp gaz kuyrukları yaşandığını izliyorum. Pazar yerine düşen bomba… Hava saldırısının durduğunu sanan halkın birkaç parça yiyecek almaya gittiğinde yakalandığı füze…
Ekranda bir hastabakıcı kadın, Iraklı, yaralıların hepsine yetişemediklerini anlatıyor: “İleride bir adam, bize yalvardı, sesini duyuyoruz ama yanına gidemiyoruz, tepemizden bomba yağıyor. Yetişemiyoruz. Getirebildiklerimizi tehlike geçince getiriyoruz. Bu adama ulaşamadık.”
Sonra başka bir görüntü. Amerikalı esir çavuş, tamamen şaşkın, korku dolu, öğretilenlerin hepsini unutmuş… Ne duyabiliyor ne konuşabiliyor… Annesi babası binlerce kilometre ötede onu izliyor.
Ben de izliyorum. Dudaklarımdan şöyle bir cümle dökülüyor; “Eh olacağı buydu…”
Ne bu? Bana mı düşen bunları söylemek?
Acımasız mıyım ben artık?
Duygularımı mı yitirmişim?
Nasıl bu kadar kanıksayabilirim?
Ne biçim iş bu…
Leylek avı harekatı
Mevsim ilkbahar… Doğa canlandı. Çiçekler açmaya, etraf yeşermeye başladı. Bir de kuşlar… Onlar da mevsimsel hareketliliklerini artırdılar. Göç ediyorlar.
Nereden biliyor musunuz?
Bizim üzerimizden…
Çünkü Türkiye ve civar ülkeler kuşların göç rotasında.
Kuşlar yine harekete geçtiler. Ama bu kez canları pahasına…
Göç eden kuşlar uçaklar için büyük tehlike. Uçakların düşmesine neden oluyorlar. Pilotların hayatını, uçağın düşeceği bölgedeki insanların hayatını tehlikeye atıyorlar. Bir de binlerce dolarlık uçakları tehdit ediyorlar.
Kaka kuşlar bunlar!
Kötü şeyler.
Uçacak başka alan bulamamışlar mı?
İnsanoğlu her şeye çare bulur. Uçaklara zarar vermesinler diye kuşlar önceden yok ediliyormuş. Silahla sürülere ateş açılıyormuş…
Aman canım alt tarafı kuş…
Savaşların doğa üzerinde yarattığı tahribat, rakamlarla ifade edilemeyecek kadar yüksek.
Çukurova Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma geçtiğimiz günlerde küçük bir haber olarak kaldı. Bu araştırmaya göre savaşın olduğu bölge, göçmen kuşların uçuş yolunda. Kuşlar uçaklara zarar veriyor. Bu yüzden havada imha ediliyorlar. Kuşlar ölüyor. Sürüler halinde…
Körfez Savaşı sırasında, yüzlerce petrol kuyusu ateşe verilmişti… Ortama salınan dumanların etkisi Ortadoğu ve Türkiye’de günlerce hissedilmişti. Toksik gazlar, atmosferi, toprağı ve bitki örtüsünü kirletmişti.
Tarih tekerrürden ibaret.
Petrol kuyuları yine sabote ediliyor, gökyüzüne yine toksit gazlar salınıyor… Savaş, toprak, bitki, hayvan ve tüm canlılara yine zarar veriyor. Birçok canlı türü, bombaların, füzelerin ve uçakların sesinden ürkerek alanlarını terk ediyor. Üstelik, yaşama alanları, kirletilen veya yok edilen bu canlıların birçoğu endemik yani doğal olarak yetişen bitkiler ve bir başka bölgede yaşama şansları sınırlı olan türden.
Bilim adamları Toros Dağ sıralarında bulunan doğal hayvanların ölmesi veya ortamı terk etmelerinin yaratacağı dengesizliğin onarılamayacağını söylüyorlar.
Savaşın bütçesi
Milano Teknik Üniversitesi’nde hazırlanmış ilginç bir doküman elime geçti. Başlığı şöyle; “”Neden savaş olur; Amerika’nın 1991 yılında Irak’a giriştiği saldırının perde arkası””.
Bu doküman savaşın mali bilançosunu aktarıyor ve masrafları kimin karşıladığını araştırıyor.
Aşağıda özetle buradan yararlanarak aldığım bilgileri bulacaksınız. Hazin ve ilginç bir tablo.
1991 yılında Körfez Savaşı harcaması 40 milyar USD. Yaklaşık olarak 42 milyar Euro.
Soru; Peki 40 milyar USD’yi kim ödedi?
Akla ilk olarak Amerikalıların ödediği geliyor değil mi… Tabii bir noktaya kadar doğru. Ama hepsini ödemediklerini biliyoruz.
Bu miktarın yalnızca yüzde 25’inin (10 milyar USD) ABD tarafından; yüzde 75’inin ise Arap ülkeleri tarafından ödendiği söyleniyor. Özellikle de Kuveyt ve Suudi Arabistan’ın adları geçiyor. Nedense Türkiye’nin T’sinden söz eden yok.
Anımsarsanız o zamanlar bizi, “1 koyacaksın 5 alacaksın” diye uyutuyorlardı… Biz de uyuyorduk mışıl mışıl…
Soru: Peki bu kadar parayı nereden buldu bu insanlar?
O günlerde varil başına petrol fiyatı 15 USD idi. Körfez Savaşıyla birlikte varil başına petrolün fiyatı 42 USD’ye yükseldi. Böylece ortaya 60 milyar dolarlık ekstra bir kar çıkmış oldu.
Soru: Bu paradan kim yararlandı?
Arap ülkelerinde 50-50 kuralı var. Yarısı devlete yarısı da çokuluslu firmalara gidiyor. Böylece 30 milyar dolar petrol şirketlerinin cebine, 30 milyar dolar Kuveyt ve Suudi Arabistan’ın başını çektiği Arap ülkelerinin kasalarına gitti.
Ortadoğu’da petrol arama çalışmalarının en önemli bölümünü elinde tutan şirketlerin hepsi Amerikan. Bu şirketlerin kazancı olarak gösterilen 30 milyar doların 21 milyarı Amerikan hükümetine, 9 milyarı ise Amerikan özel sektörüne akıtıldı.
Kaç koydun, kaç aldın
Araştırmanın en can alan sayfasında bir tablo yer alıyor.
Tablo özetle “Kim kaç koydu, kaç aldı?” sorusuna yanıt veriyor.
Bu tabloya göre Arap ülkeleri 30 milyar koymuş, 30 milyar almış. Bir şey kazanmasa da kaybetmemiş…
Amerikan Hükümeti 10 milyar koymuş, 21 milyar almış ortaya 11 milyar dolarlık bir kar çıkmış… Hiç fena değil!
Amerikan özel sektörü, hiçbir şey koymamış, 9 milyar dolar almış… Buna da, “Yeme de yanında yat” derler.
Şöyle bir bakınca Amerika’nın, özeliyle kamu sektörüyle 20 milyar doları cebe indirdiği görülüyor.
İyi iş vallahi!
Türkiye raporun hiç bir yanında yok… Yok! Söylemiştim.
İzninizle benim yorumum; biz 5 koymuşuz nal toplamışız. O gün bugündür belimizi doğrultmakla meşgulüz…
Merak etmeyin hesap kitap işi burada bitmiyor.
Soru şu: Körfez Savaşı’nın faturasını kim ödedi?
Yanıt; petrolü kullananlar, yani biz, yani siz, yani hepimiz!
Bu arada araştırmanın başında sözü edilen 40 milyar dolarlık savaş harcamasının nereye gittiği sorgulanıyor.
Yanıt; Amerikan hegemonyasındaki savunma sanayiine.
Benim anladığım şu, savaş ciddi bir ekonomi.
Müthiş bir pasta
Savunma sanayii, ekonominin diğer sektörlerine benzemiyor. Diğer sektörlere benzemeyen en önemli yanı ürünlerinin hemen hemen hepsini hükümetlere satıyor olmaları. Yani müşteriler devletler.
Savunma sanayinin dünya çapında boyutu 200 milyar dolar civarında. Bu pastanın büyük bölümü ABD’ye ait. 11 Eylül’de yaşananlar hayatın pek çok yönünde değişiklikler yarattığı gibi savunma sanayiini de etkiledi.
ABD 11 Eylül’e kadar Amerikan şirketleri dışındaki kaynaklarla da alışveriş ederken, terör saldırısıyla birlikte daha fazla içe kapandı. Anlamı şu, alışveriş daha çok Amerikan firmaları içinde dönüyor. Böylece zenginlik dışarı da çıkmıyor, para içeride kalıyor.
Savunma sanayii ihracatının yıllık büyüklüğü 40 milyar dolar düzeyinde. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) bilgilerine göre bu rakamın yarısı Amerikan. Savunma sanayii üretiminin yüzde 40’ı ABD’ye ait. Bu ülkeyi İngiltere, Rusya ve Fransa izliyor.
Dünya üzerindeki savunma ticareti 1961 yılından sonra artış gösterdi. ABD, 1961 yılında kısaca ILN diye ifade edilen Uluslararası Lojistik Görüşmeleri denen bir zincir başlattı. Bu oluşum silah satışında proaktif davranabilmek üzere kurulmuştu. Yani müşterinin ayağımıza gelmesini beklemek yerine, pazarı biz oluşturalım mantığı…
Silah ticaretinin en kritik noktası, satılan silahların alıcıları. Çoğunlukla devlet isimlerini gördüğümüz listede terör grupları, yasadışı örgütler de yer alıyor. Devletlerin listede bulunması yüreğinize su serpmesin, bazılarının terör örgütlerinden zaten farkı yok.
Savunma sanayiini diğer sektörlerden ayıran bir diğer özellik de rüşvetin yoğun olarak yaşanması. Büyük paraların bu alışverişte söz konusu olması. Bu yüzden bu sektörün gerçek büyüklüğünü bilmek sanırım pek mümkün değil.
Sıprı’nin araştırmasına göre 1996 ile 2000 yılları arasında en fazla silah satın alan ülkeler arasında biz, baştan üçüncüyüz. İlk sırada Tayvan, ikinci sırada Suudi Arabistan var. Bizden sonra sırayla Güney Kore, Çin, Hindistan, Yunanistan, Japonya, Mısır, Finlandiya ve Pakistan geliyor…
İnsanın, Soğuk Savaş Dönemini özleyesi geliyor. Anımsayacak olursanız, dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan’ın kovboy filmlerinden fırlamış görüntüsüyle Şeytan İmparatorluğu diye suçladığı Sovyetler Birliği’nin başı çektiği Sosyalist Blok ile Batı dünyası.
Tamam savunma harcamaları her zamankinden daha fazlaydı o yıllarda. Ama ortada iki kutuplu bir sistem ve beğenelim beğenmeyelim bir denge vardı. Silahı üretenin, satın alanın, kullanacak olanın kimler olduğunu net olarak bildiğiniz bir dönemdi. Tehlikelerine karşın, acaba daha yumuşak zamanlar mıydı o zamanlar…
Peki ya Saddam
Başta bu savaş ve anlamadığım pek çok konu var. Her şeyi anlayan ve bilen birkaç kişi dışında kimsenin çok fazla bir şey bilmediğini biliyorum.
Bir lider neden liderlik eder.
Lider demek, parsayı toplamak demek midir? Lider nalıncı keseri gibi hep kendine mi yontmalıdır?
Lider olmak demek karşılık göstermeden sevilmek midir? Lider demek, önce ben sonra halkım demek midir?
Böyle olmasa gerek!
Şüphesiz ki, Saddam bir lider. Irak halkının lideri. Nasıl bir lider olduğu tartışmalı.
Saddam üzerine pek çok araştırma var. Bunların hemen hepsi, kişi olarak anlaşılmasında zorluk yaratan patolojik özellikleri olduğunu gösteriyor.
İlginç bazı özelliklerini sıralamak gerekirse: Saddam her şeyden önce bir kumarbaz. Risk almasını seviyor. Yaptığı hesapları zaman zaman tersine çevirip, kendisini izleyenleri şaşırtıyor.
Saddam’ın hesaplamalarını yaparken, fikirlerini tuhaf sayılabilecek ve kendisine göre bir anlayışa dayandırıyor.
Saddam’ın kendi dünyası dışındaki küresel yapıyı anlamakta güçlük çektiği belirtiliyor. Belki böyle söylemek hepten yanlış çünkü o dünyanın içinde bir parça olduğunu değil, dünyanın kendi etrafında döndüğünü ve belki de kendi dünyasından ibaret olduğunu düşünüyor.
Böyle bir yaklaşımın attığı adımlar ile verdiği kararların ne kadar sağlıklı olduğu tabii ki tartışılır.
Saddam kararlarını tek başına alan, sağına soluna fazla danışmayan, böyle bir ihtiyaç hissetmeyen biri. Adı üstünde diktatör. Şimdi kafanızdan geçenleri biliyorum, demokratik bir ülkenin seçimle gelmiş başkanlarının da başkalarının sözlerini değil, kendi bildiklerini okuduklarını görünce, Saddam’ın davranış şekli çok da yadırgatıcı gelmeyebilir.
Saddam’la ilgili önemli bir başka bilgi de, bilgiye ulaştığı kanalların sınırlı, eksik ve zayıf olması… Daha da ürkütücü olan Saddam’ın çevresindeki istihbarat kaynakları eksik ve yanlı bilgi vermekle kalmayıp, onun duymak istediği türden bilgileri verme eğilimi gösteriyor.
Siyaset bilimciler Saddam’ın kararlarının bu gibi nedenlerden dolayı yanlış hesaplanmış olduklarını söylüyorlar. 1980 yılında İran’ı işgal etmeye kalkması, 1990’da Kuveyt’i işgal etmesi, 1991 yılında giriştiği
Körfez Savaşı, 1994 yılında Kuveyt’i tehdit etmesi..
Peki ya bugün?
Bugün yaşananlarda onun hesapsızlığı yatmıyor mu?
Ölen çocuklar, acı çeken anneler, çaresiz yaşlılar, esir düşen babalar… Hangisi daha suçlu? Bush mu Saddam mı?
İnanın bilmiyorum.
Size notum var
Bu arada söylemeden geçemeyeceğim. Sanırım siz ve ben medyada ilk kez müthiş bir platforma imza attık. Yorumlarınız, görüşleriniz; bana katılmadığınızda kendinizi ifade edişiniz, gerekçeleriniz; zaman zaman birbirinize verdiğiniz karşılıklar müthiş.
Bu köşe siyaset köşesi değil. Aslına bakarsanız bu köşe bir platform. Sizin olmasını istediğim bir platform. Dolayısıyla bu köşede büyük laflar ve benim görüşlerimin daha az, bilginin çok, sizin yorumlarınızın yoğun, tartışmanın bol olmasını hedefliyorum. Çünkü yeniye, daha iyiye ve doğruya ancak böyle ulaşabiliriz.
Sizi daha fazla nasıl teşvik edebilirim bilmiyorum, ama bu çok seslilik ve çok renklilik hayatın gerçek tadı. Sizin ve benim başkalarına örnek olmamız gerek.
Dövmeden, sövmeden, hakaret etmeden de karşı çıkılabileceğini; katılmasan da öfkelenmeden karşındakini dinleyebileceğini; katıldığında onun görüşünü paylaştığını söylemekten utanmayacağını; insanların birbirini görmeden de elele tutuşabileceğini; öğrenmenin büyük bir keyif olduğunu göstermeye devam etmemiz gerek.
Sizler benim hayatıma değer ve keyif katıyorsunuz.
Bunu bilmenizi istiyorum.
Teşekkür ederim.