Hakkında çok konuşulan, ürettiği her kitapla gündeme oturmayı başaran, Türkiye’nin en çok satan yazarı Elif Şafak… Dünyada en fazla tanınan Türk edebiyatçılardan biri, genç güzel gizemli bir kadın. Gizemli haline karşın medyayı çok iyi kullanıyor, medya onu seviyor… Kendisine röportajlarda sorulmayan soru, konuşulmayan konu kalmamış gibi… Küçük bir araştırma yaptığınızda söylediklerimin ne kadar doğru olduğunu göreceksiniz. Başarı Hikayeleri’nde konuk olduğunda kararım tekrar ve ezber üzerinden gitmek değildi. Aşağıdaki sorularda umarım aradığınızı bulur, ben de sizleri farklı bir Elif Şafak’la tanıştırma fırsatı yakalarım.
Yaprak Özer: Yarı zamanlı Türkiye’desiniz. Londra’da yaşıyorsunuz. Bu yaşam şekli ne kadar sürecek?
Elif Şafak: Onu ben de çok kestiremiyorum. Biraz böyle hayatın akışıyla beraber gelişiyor. Önceden alıp da uyguladığımız kararlar değildi. Ben İstanbul’u seviyorum ve özlüyorum, bir dengeyi tutturarak yarı orada yarı burada bir hayat sürdürmeye çalışıyoruz.
Yaprak Özer: Mutlu musunuz Londra’da olmaktan, seviyor musunuz puslu havasını soğuğunu?
Elif Şafak: Seviyorum, ben yağmuru çok severim güneşle aram çok iyi değil… Hakikaten yazarken, düşünürken, okurken kapalı havaları daha kolay buluyorum. Kendimi daha iyi hissediyorum öyle havalarda. O açıdan iklimi beni rahatsız etmiyor, ama tabii çok ciddi bir hasret oluyor. İstanbul’u, buradaki dostlukları özlememek mümkün değil.
Yaprak Özer: Oradan burayı yazmak nasıl bir duygudur? Aslında orada bizi, bizimle ilgili şeyleri yazıyorsunuz… Neden böyle bir şey yapıyorsunuz.
Elif Şafak: Tuhaf bir psikoloji, ben buna biraz gurbet hali diyorum. Mesela buradayken okuduğumdan çok daha fazla gazeteleri okuyorum, takip ediyorum her şeyi… Ama belki İstanbul’dayken hepimize oluyor… Öyle anlar oluyor ki, insan biraz da gündemi takip etmemek istiyor. Böyle bir lüksü olsun istiyor. Yurtdışındayken öyle bir şey yok, tam tersi aslında; her şeyi daha yakından takip ediyorsunuz. Boyutlar değişiyor… Uzakta olmak demek, ruhen uzakta olmak demek değil aslında!
Yaprak Özer: Gurbetçilerin durumuna benziyor. Onlar da Türkiye’yi daha fazla yaşarlar, yıllar önce terk etmiş olsalar da daha fazla tutunurlar. Bu sizin için iyi bir şey mi, konsantrasyonunuz için olumlu olumsuz mu?
Elif Şafak: Bence iyi. İyi olduğunu zannettiğim inandığım bir şey. Biraz yerel, yarı evrensel bir dengeyi tutturmaya çalışmak, ben bunu çok önemsiyorum. Belki çocukluğumdan beri hayat hep böyle geçtiği için bana böyle yakın geliyor. Hep böyle yarı göçebe geçti, ben hiçbir zaman bir yere tam olarak yerleşemedim. Hatta evlenince geçer bunlar dediler geçmedi, anne olunca geçer dediler, geçmedi.
Yaprak Özer: Kafanızdaki gibi mi gidiyor? Kendi hikayenizi yazıp ondan sonra kendinizi oturtuyor musunuz?
Elif Şafak: Zannediyorum ben kendimden hareket etmeyi pek sevmiyorum. Benim için edebiyat ille de kendi başımdan geçenleri başka insanlara anlatmak değil, o yüzden hiçbir zaman çok otobiyografik olmadı benim çıkış noktam. Beni daha çok heyecanlandıran bir başkası olmaya çalışmak. Kendimi bir başka insanın yerine koymak, dünyaya bir de oradan bakmak, bambaşka biri olabilmek birazda ona bürünmek… Ben o halleri çok seviyorum yani kendim olmaktan çıkabilmeyi, bunun bana verdiği özgürlüğü seviyorum. Sanat bunu mümkün kılıyor. Gündelik hayatta öyle bir şansımız yok, hepimiz bir kimlik taşıyoruz bir kisve taşıyoruz ve bununla özdeşleşiyoruz ama edebiyatta bilhassa romancılıkta çünkü roman bireyi anlattığı için, bireyi anlamaya gayret ettiği için, o birey herhangi biri olabilir… 17. yüzyılda yaşayan biri olabilir… Sibirya’da yaşayan biri olabilir… Ben ona çok inanıyorum. Edebiyatçının yalnız olması gerekiyor zamanda ve mekanda tabiî ki kendimizden her zaman izler taşır ve yansıtır ama her yazdığımız otobiyografik olmak durumunda değil. Öbürü daha fazla heyecan veriyor bana.
Yaprak Özer: Yazarken, o karakter oluyorsunuz. Aslında bu bir özgürlük derken, siz kendinizi bir başka tutsaklığın içerisine, başkası olma haline sokuyorsunuz. Uzaktan bakınca kolay bir şey olmasa gerek diye düşünüyorum.
Elif Şafak: Doğru doğru haklısınız. Bu sefer de o karakterin üzüntülerini yaşamaya başlıyorsunuz, onun iniş çıkışlarını tecrübe ediyorsunuz. Onun da yarattığı bir bölünmüşlük oluyor ama ben galiba şunu seviyorum; kağıt üzerinde bir orkestra kurabilmek. Genelde benim romanlarımda çok farklı kökenlerden gelen, farklı fikirlere sahip, farklı hikayeleri omuzlarında taşıyan karakterler oluyor ve onlar bir araya geldiğinde ortaya çıkan sinerjiyi seviyorum. Daha hercai bir resim çıkıyor ortaya. Bütün renkleriyle, değişkenliğiyle bunları seviyorum ben galiba… O yüzden okura bırakmak istiyorum; okuduğu zaman karar versin, hangisini daha çok sevdiğine hangi sonucu çıkaracağına… Daha eşitlikçi bir yaklaşımla tepeden bakan dikte eden bir yaklaşımla değil, kendimi de eşitleyerek kendimi de unutarak yazmayı seviyorum galiba.
Yaprak Özer: Arada bir tanesini daha çok sevdiğiniz zamanlar olmuyor mu?
Elif Şafak: Oluyor, olmaz mı? Mesela “İskender”de oldu. Pembe’nin çok izi oldu mesela yazarken sevdim, etkilendim.Yunus karakterini sevdim oradaki küçük kardeşi… ”Aşk”ta Hz. Şems’i yazarken, içimin titrediği şeyler, sayfalar oldu. Hz Mevlana’da da oldu. İşin tuhaf tarafı kötü gibi görünen bir karakteri yazarken bile onu sevebiliyorsunuz. O şefkat olmadan bir şekilde vücuda geçmiyor.
Yaprak Özer: Zaten kötü davranamazsınız, onlar sizin bir parçanız gibi. “Depresyona girdiğim zamanlar olabiliyor’’ diyorsunuz. Bir boşluktan mı kaynaklanıyor?
Elif Şafak: Benim için en zor dönem kitap bittiğinde. Bitiyor roman, ben onu editörüme teslim ediyorum ve artık basım aşamasına geçtiğimiz o ara boşluk hakikaten ruhen düştüğüm bir dönem. Tam anlamıyla bir şey elinizden çekiliyor ve bir boşluğa düşüyorsunuz. Çünkü o ana kadar belki bir sene, belki iki sene bu karakterlerle yaşamışsınız ve her gün biraz daha eklemişsiniz üzerlerine, bir şeylerini değiştirmişsiniz. Öyle bir nokta geliyor ki, artık değişmeyecek, artık sizden çıktı, onun kendine ait bir hayatı var, kendine ait bir kaderi var, doğdu artık. Orayı kabullenmek yani romanın bağımsızlığını, kendi mecrası olduğunu kabullenmek bence bir yazar için çok zor ve bir çok yazar aslında dünya edebiyatında iki kitap arası depresyona giriyor. Araflar bizim için en zoru.
Yaprak Özer: Ağzımız alıştığı için, “depresyona girdim” cümlesini çok sık kullanırız. Hakikaten depresyonu hissettiğiniz bir dönem mi oluyor bu?
Elif Şafak: Doğru haklısınız, daha temkinli kullanmak gerekiyor kelimeyi. Çünkü depresyon dediğimizde süren bir halden bahsediyoruz. Benim bunu tecrübe ettiğim zaman da oldu… ‘’Siyah süt’’de bunu anlattım, kendimle dalga geçerek de anlattım. Ben yaklaşık sekiz ay süren bir depresyon yaşadım. İlk doğumdan sonra, ilk defa yazı benden gitti, çekildi, yazamadım. Yazamadığım için depresyonun etkisi çok büyük oldu, çünkü yazı benim için bir zamk, benim çok farklı seslerimi bir arada tutuyor ve bir dengede tutuyor. Ben sekiz yaşımdan beri yazıyorum. Bu demek değil ki, her gün roman yazıyorum ama her gün bir şeyler yazıyorum. Dolayısıyla yazının benim için bir sürekliliği var. O kesildiği an taşıması zor bir hal oldu benim için; daha kasvetli, ağır bir yük oldu. O yüzden haklısınız depresyon daha farklı bir ruh hali ama gündelik hayatta da belki küçük küçük düştüğümüz kuyular oluyor. Çıkıyoruz iki gün sürüyor, üç gün sürüyor. Bunun da çok sık yaşandığını düşünüyorum… Ve bunları da konuşabilmemiz gerektiğine inanıyorum. Çünkü işin doğası böyle halbuki biz özellikle kamusal alanda hep böyle bir güçlü görünelim işte kendimize belli bir şey veriyoruz vermek durumunda da kalıyoruz belli bir hal, belli bir rol ama belki içten içe hepimizin yaşadığı bir sürü en azından evhamlar, endişeler, düşüşler oluyor. Bunları da konuşabilmek gerek bence.
Yaprak Özer: Siz başarılı, güzel, kadın, romancı olarak pek çok kişinin öykündüğü, pek çok kişinin eleştirdiği ama sizde etten kemiktensiniz. Merak ederim sıradan insanların yaşadıklarını örneğin herkes gibi alışveriş falan yapar mısınız? Öyle sokakta tek başınıza yürür müsünüz?
Elif Şafak: Belki iki şeyi birbirinden ayırmak lazım, en azından ben kendi, kendime öyle düşünüyorum. Bir yazan kişi var yani romanı yazan, hayal eden, bir de Elif var sonuçta.
Yaprak Özer: Bu Elif’i tanısak; Elif ne yer, ne içer? Spor yapar mısınız örneğin?
Elif Şafak: Ben çok yürürüm, böyle düzenli spor yapmam ama çok yürürüm. Özellikle düşündüğüm zaman, bazen okuyarak yürürüm, elimde kitabımla yürürüm, düşerim bir yerlere tostlarım ama yürümeye devam ederim. Bir şeyler çalışırım bazen ama en çok yürürken düşünmeyi severim. Londra’da, İstanbul’da da her iki yerde de çok yürüyorum. Benim egzersizim böyle… Ama dediğiniz çok doğru gündelik hayatta sonuçta hepimiz gibi romancı da öyle, edebiyatçı da öyle, sanatçı da öyle… Süper marketten domatesini alan, evinin kirası ödeyen ya da bir yerde faturasını yatıran… Anlatabiliyor muyum? Çok, çok farklı bir şey değil.
Yaprak Özer: Herkes gibi bunları yapıyorum, diyorsunuz yani…
Elif Şafak: Tabi hepimiz yapıyoruz.
Yaprak Özer: İster istemez kendinizi de korumak zorundasınız. Çok göz önündesiniz, sokağa çıktığınızda çok tanınıyor olabilirsiniz. Normal hayattan mahrum kalmak zor ve haksızlık.
Elif Şafak: İstanbul bence öyle bir şehir ki, insanın birebir şehirle ilişki kurması gerekiyor. Mesela Ankara’da şehir ile kurduğumuz ilişki genelde çevremiz üzerinden gidiyor. İstanbul’da ise bence insanın çevresi buradaysa, dostlukları ayrıca güzel ama birde şehir ile kurduğumuz bir bağ var. Ondan bence kişinin kendisini mahrum bırakmaması gerekiyor. Yani çıkıp dolaşabilmek, ne bileyim sevdiğiniz bir yerden köfte almak… sevdiğiniz kitapçıya gitmek… Bir yerde oturmak… Bir çay evinde bir yerde taburenin üzerinde oturup denize bakmak… Birebir şehir ile kurduğunuz ilişkiler neyse ondan yoksun kalmamak… Ben bunu sürekli yapıyorum.
Yaprak Özer: İnsanlarla ilişkileriniz nasıl? Kalabalıklardan hoşlanıyor olabilirsiniz, hoşlanmıyor olabilirsiniz. Sokakta ki Elif nasıl?
Elif Şafak: Benim iki yanım da var. Çok asosyal bir halim de var, böyle kendi içine kapanan çekilen… Özellikle yazdığım dönemlerde öyle oluyorum ve öyle bir hal ki, kabuklaşıyorsunuz. Çok da fazla bir temasınız olmuyor dış dünyayla. Yazarken de bu tür dönemlerden de geçmemiz gerekiyor. Çünkü çok yalnız bir sanat, sanatların en yalnızı diyorlar. Okurken de yalnızız aslında, sadece yazarken değil… Ama bunu sürekli yapmamak gerektiğini inanıyorum.Tersi de var bende; mesela imza günlerini seviyorum, edebiyat etkinlikleri, okurla buluşmalar bazen beni o kadar etkileyen, duygulandıran anlar ki… Mesela anne geliyor, yanında kızıyla beraber, torunuyla beraber bu arada evdeki anneanne için kitap imzalamamı istiyorlar, dört kuşak aynı evde aynı ailenin içinde düşünebiliyor musunuz? Bunları görüp de etkilenmemek, duygulanmamak mümkün değil. O yüzden romancının bence okurla bağını kaybetmemesi gerekiyor. Bizim ilhamımızın, enerjimizin önemli bir kısmı da oradan geliyor.Yoksa açıkçası o kadar hoyrat da olabiliyor içimizdeki kültürel ortam bu tarafa çok kapılırsanız eleştirilere çok etkilenebilirsiniz de. Ama okurdan gelen enerji çok güzel insanı besliyor, insanı canlandırıyor. Birde belki bir sorumluluk da yüklüyor omuzlarınıza daha iyi yapabilmek için.
Yaprak Özer: Dokunmak istiyorlar size aslında siz de dokunarak yaşıyor ve yaşatıyorsunuz. Fakat sosyal mecrada pek çok takipçiniz var ama sizin onlara yeterince dokunmadığınızı düşünürlermiş. Böyle bir eleştiriye ne dersiniz? Sosyal mecrada çok aktif olmayı sevmiyor musunuz?
Elif Şafak: Aslında şTwitter’da oldukça aktif bir şekilde yer alıyorum. Facebook’ta yeni yeni şimdi epey bir filizlenmeye başladım. Web sitemiz de öyle… Ben önemsiyorum sosyal medyayı ve takip etmeyi de seviyorum. Şunu da gayet olumlu buluyorum mesela bir çok insan nerede yaşıyor olursa olsun Kayseri’de,Van’da hangi kesimden, hangi kökenden geliyor olursa olsun o sosyal mecranın verdiği demokratik, ulaşıma açık imkanların daha çok olduğu bir akışkanlık var. Belki gündelik hayatta olmayan. Bir yanıyla bence çok güzel, bir yanıyla da tabi ki herkesin her şeyi istediği gibi söyleyebildiği, bazen nefret söylemine varan lafların dolaşabildiği bir hali de var sosyal medyanın. Onu bir kenara koymak, ayıklamak, dikkat etmek lazım ama ben kendi okurlarım ile kurduğum ilişkiyi gerçekten çok önemsiyorum. Okuyorum mümkün mertebe, aralarda atıfta bulunuyorum onlara ama şuysa kastedilen onu yapmıyorum; böyle kişisel polemiklere girmek, başkalarına cevap yazmak o çok benim kendi içinde barışık olabileceğim bir tarz değil.
Yaprak Özer: Çok merak ediliyor olmak nasıl bir duygu? Birilerinin sizi sürekli merak ediyor olması ve ortada olmak bu nasıl bir duygu? Kendinizi korumasız hissediyorsunuz musunuz zaman zaman?
Elif Şafak: Aslında ben çok ortada olduğumu düşünmüyorum…
Y.Ö.: İşleriniz çok ortada ama yani siz olmasanız da…
Elif Şafak: İşlerim ortada, o başka.
Yaprak Özer: O Elif değil belki de, ama Elif Şafak çok ortada.
Elif Şafak: Romanlarım ortada ve öyle olması gerekiyor çünkü, hikayeler hepimizin. Hikayeler herkese ait. Bunun bir yere, bir elit kesim içinde hapsedilmesinden hoşlanmıyorum. Mümkün olduğunca çok insana… Ne güzel ulaşsın edebiyat. Hikayeler o kadar insanlığın ortak malı ki, o kadar evrensel ki, ama şahıs olarak o ben değilim. Şahıs olarak benim hiç önümde yok zaten.
Yaprak Özer: Ne enteresan tabi böyle bir şey bir yandan yazarak özgürleşen, öbür taraftan çok merak edilen, öbür taraftan kıskanılan… Öfkelendiğiniz oluyor mu?
Elif Şafak: Öfke!
Yaprak Özer: Sizde de bir öfke vardır değil mi? Yani insan sinirlenir.
Elif Şafak: Tabii ki tabii ki olmaz mı? Hepimizde var. İnsanız sonuçta ama çok öfkeyle hareket etmemek mümkün.
Yaprak Özer: Olabiliyor mu öyle? Ne yapıyorsunuz derin bir nefes mi alırsınız?
Elif Şafak: Şu mümkün yazarken öfke ile yazmamak, yazarken nefret ile yazmamak, birilerinin işte nasıl açığını bulurum da acaba altını oyarım ya da onun yamuğunu yakalarım duygusu ile yazmamak. Bu gayet mümkün ve böyle olması gerektiğine inanıyorum.Yoksa gündelik hayatta tabii ki insanız, öfkeleniriz, düşeriz, kalkarız, yer gelir biz de kıskanırız. Hani zannediliyor ki dışarıdan bakılınca bir şeyi başaran bir insan hayatında hiç kimseyi kıskanmaz. Kıskançlık hepimize özgü ve biz yazarlar çok kıskancız aslında, biz sürekli birbirimizi kıskanırız. Onun için bunlar benim bilmediğim duygular değil ki, ama önemli olan yazarken, üretirken bunlarla hareket etmemek.
Yaprak Özer: Ayırt edebiliyor musunuz? Yani bir dakika ben bu öfke ile yazamam, yazmamalıyım diyebileceğiniz anlar oluyor mu? Kendinizi mutlaka iyi tanıyorsunuz ama…
Elif Şafak: Tabi ayırt edebiliyorum. Şöyle insan bilir bir bilgisayarın başına geçtiğinde… Kendimizi biliriz kendi içimizde ki enerjiyi biliriz. Bazen öyle anlar olur ki ‘’Ben şu halde yazmayayım’’ derim. Giderim dolaşırım, yürürüm tekrar dönerim. Bir parça değişebilmiş ise ruh halim öyle yazmaya çalışırım. İlla da her zaman bunu yapabilirim aynı derecede diye iddia etmiyorum. Ama en azından benim kendi açımdan kulağıma küpedir bu çok nefret ile öfke ile art niyet ile yazmamak bence bir önemsenmesi gereken bir ilke.
Yaprak Özer: Neden bu kadar şimşekleri üzerinize çekiyorsunuz sizce?
Elif Şafak: Vallahi şimşekleri üzerime çekiyorum diye düşünmüyorum. Ben kendim hakkında o yüzden o şekilde cevap veremeyeceğim. Ben mesela o kadar muhabbet görüyorum ki okurlardan imza günlerinde, etkinliklerde, gelen maillerden, yayın evine ajansa gelen mektuplardan, web sitesine gelenlerden…Bulunduğun yere baktığımda çok şükür ben inanılmaz bir muhabbet görüyorum. Okur ile ilişkim açısından. Basında eleştiri alıyorsunuz. Yeri geldiğinde bir köşe yazarı veya öbür köşe yazarı bir şey yazıyor. Bunlar çok doğal, tabii ki olacak.
Yaprak Özer: Bu kadar eleştiri oluyor mu dünyanın her tarafında? Yoksa yaratıcı bir ortama ait duygularla yaşayan insanlar yine kendi duygularını da bazı iniş ve çıkışlarla ifade ettikleri için mi böyle bir şey yaşanıyor?
Elif Şafak: Bence dünyanın her yerinde buna benzer şeylere rastlayabiliyoruz. Türkiye’de bir parça daha hoyrat özellikle bence kadınlar söz konusu olduğunda daha hoyrat, bir de kadınların birbirine yakın gibi görünen yaşam tarzları olan kadınların birbirlerine yönelttikleri eleştirilerin tonuna dikkat ettiğimde bizde çok hoyrat o yüzden artı bir hırçınlık var bizde. Onu da maalesef görmek lazım mümkün olduğunca da aşmak lazım.
Yaprak Özer: Neden böyle? Oysa bizim kültürel dokumuzda kendimize yakıştırdığımız özellikler değil bunlar. Kendimizi daha yumuşak göstermek isteriz, misafirperver göstermek isteriz.
Elif Şafak: Benim bahsettiğim hoyratlık zaten okurdan gelen bir hoyratlık değil. Ben onu çok ayırt ediyorum.
Yaprak Özer: Ama ikisi birbirinden çok ayrılabilir mi?
Elif Şafak: İkisi birbirinden ayrı bence çünkü bizde kültürel bir elit var. Maalesef Türkiye’de kültürel elit biraz daha tek tek bir yere bağlı. Mesela tek bir yere bağlı derken İstanbul merkezli. Amerika’ya gittiğinizde biraz daha coğrafi mobilite var. Bizde biraz daha İstanbul’a bağımlı bir kültürel elitten bahsediyorum. Onun da kendi içinde tanışıklar, adacıklar, o adaların kendi içinde oluşturduğu diller var.O adanın dışında kalan bir insan aleyhine konuşmak o adaya kolay geliyor, öbür adada o oda aleyhine konuşuyor. Ben bütün bu adacıkların ötesine geçmek gerektiğine inanıyorum.Edebiyatın İstanbul,İzmir,Ankara üçgeninin dışına geçmesi gerektiğine inanıyorum. Ve en önemlisi de edebiyatın elitist olmaması gerektiğini düşünüyorum. O yüzden şimdi bahsettiğimiz bu hoyratlıklar daha elit kesim arasında kalan hoyratlıklar. Amasya’ya gittiğinizde, Sivas’tan yazan bir okurun mektubunu okuduğunuzda bambaşka bir dil var. Okur orada sadece bir şeye bakıyor. Kitabı eline alıyor kırk sayfa okuyor, eğer o kırk sayfa içinde sevmemişse hikayeyi medya ne yazarsa yazsın ve desin ki, ‘’Bu dünyanın en iyi kitabı’’ okumuyor o kitabı. Çünkü sıkılmış bırakıyor. Ama o kitabı sevmiş ise kalbinde bir şeye dokunmuş ise o kitap alıyor ananesine veriyor, yengesine veriyor, Almanya’daki kuzenine gönderiyor. O kuzen okuyor o kitabı tekrar gönderiyor. Bu muazzam bir şey, orası çok güzel.
Yaprak Özer: Başarınız pek çok kriterle ölçülebilir. Bu kriterlerden bir tanesi sanıyorum çok satıyor olabilmektir. Yadsınamayacak bir şey…En çok satan yazarlar listesinde birincisiniz.
Elif Şafak: Ben bu ölçümleri hakikaten nasıl yaptıklarını, neye göre yaptıklarını pek iyi anlamıyorum. Ama satış rakamlarından bahsediyorsak maalesef Türkiye’de gerçek satış rakamlarını hiçbir zaman bilemiyoruz. Çünkü çok ciddi bir korsan var hala Türkiye’de o bütün bir kültür dünyasını zedeliyor. Çünkü aynı zamanda çevirmenden, çalınan para demek, yazardan, herkesten bütün yayınevi içinde. Ama bir şeyi eklememe müsaade ederseniz, başarının ölçütü çok kitap satmak mı? Bir kitabın üzerindeki rakam sayısının artması mı? Hakikaten öyle hissedemiyorum, öyle bakamıyorum. Beni mutlu eden ille de bir şeyi başardım anlamında değil. Ama yüreğimi ferahlatan şeyler, anlar var. Bu da okur ile buluşmalar, bir hikayenin bir insanda azıcık bir etki yapmış olması, orada uyandırdığı bir güzellik… Biraz daha belki daha ruhani mi bakmaya gayret ediyorum
Yaprak Özer: Ben sizi anlamaya gayret ediyorum aslında. Çünkü bu sohbetlerde karşımdaki kişi eğer sanat ve türevi alanlardan geliyorsa, kazanıyor olmaktan çok rahatsız oluyor. Fakat kazanıyor olmak güzel bir şey değil mi? Yakın zamana kadar bir çok yazar kazanamadı, kazanamıyor. Yani onun yolunu açmak gerekmiyor mu?
Elif Şafak: Elbette ama Türkiye’de bu tablo çok büyük oranda değişmiş değil hala birçok insan çok ciddi zorluk çekiyor aynı anda yazdıklarıyla geçinebilmekte… Ben çok uzun seneler bunu yaşadım ve aynı anda yazarlığın yanı sıra başka işler yapmak durumunda kaldım. Böyle pat diye olmadı. Yakın zamanda belki daha rahatladım o anlamda ama ben yakın zamana kadar aynı zamanda üniversitede çalışarak, ders vererek, yazdım ve ikinci bir iş yaparak.
Yaprak Özer: Hala ikinci bir iş yapmak zorunda mısınız?
Elif Şafak: İkinci bir iş yapmak şu anlamda zorunda değilim. Ama edebiyat dünyasına çok az yazar aslında bu şekilde hareket edebiliyor. Eğer siz aileden varlıklı değilseniz ki bu birçok yazarın sadece Türkiye’de değil dünya edebiyatında da aynı zamanda gün boyu çalışmasını, başka işler yapmasını ya da mesela edebiyata daha az zaman ayırabilmesini tetikliyor, beraberinde getiriyor. O yüzden belki biz şundan rahatsız oluyoruz çok fazla bir vurgu oluyor. Kitaptan para kazanıyor, kazandılar gibi…
Yaprak Özer: Kitap Türkiye’de ihtiyaç maddeleri sırasında 235’inci sırada yer alıyor. Türkiye’de günde ortalama beş saat televizyon seyrediliyor. Kitap okumaya yılda sadece altı saat ayrılıyor. Bir araştırmada bizim kitap seçimlerimizin rastgele olduğu ortaya çıkmış. Siz yazan kişi olarak bu konuda ne hissediyorsunuz?
Elif Şafak: Tabi ki karşılaştırdığımızda insana üzüntü veriyor. Bu kadar kitap okuma ihtiyacını, çünkü bu bir ihtiyaç öyle bir ihtiyaç ki kitap okumadığınızda kendinizi boş hissediyorsunuz. Bir şeyiniz eksik, hayatınızda ki çok temel bir şeyin eksikliğini duyuyorsunuz. O ihtiyacın eksikliği duyulmaması tabi ki bizim açımızdan üzücü bir şey ama ben biraz daha temkinli bakıyorum bu tür araştırmalara çünkü az önce de konuştuğumuz gibi maalesef Türkiye’de çok ciddi bir korsan var. Güneydoğu’da, yazlık bölgelerde büyük şehirlerde aslında biz ne kadar kitap satılıyor tam olarak ne kadar kitap insanların eline geçiyor bilemiyoruz. İkincisi Türkiye’de batıdaki birçok ülkeden farklı olarak kitap kişisel bir mal değil. Bir insan bir kitabı sevdiği zaman özellikle kadın okur etrafındakilere okutuyor. En başta kocasına, erkek arkadaşına okutuyor. Dolayısıyla aynı kitabı aslında bazen dörtle çarpmanız lazım.
Bize özgü ayrıntılar aslında kültürel ayrıntılar. Ben bunları çok önemsiyorum. Bir de bizde çok duygusal bir okur var. Ne mutlu ki bize öyle özellikle. Kadın okura çok şey borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Mesela Amerika’da çok kitap basılıyor. İfade özgürlüğü açısından daha rahat çıkan kitaplara baktığınızda ama ilginç bir şekilde kitaplar çok çabuk buharlaşıyor. Bizde ise bir kitabın her şeye rağmen bir kalıcılığı var. Eğer bir insan bir romanı seviyorsa ilginç bir şekilde o romancıyı kendi ailesinin bir parçası olarak görmeye başlıyor. O romancının bir sonra ki kitabına da ilgi gösteriyor. Garip bir bağ, bir vefa duygusu, biz birbirimizi anlıyoruz duygusu var. Şimdi bunlar en çok Türkiye’ye özgü duygular,güzellikler bence. O yüzden bazı açılardan ben de eleştiriyorum, yetersiz buluyorum ama başka açılardan da bir edebiyatçıyı, bir yazarı mutlu eden çok ilginç ayrıntılar var Türkiye’de.
Yaprak Özer: Sizi bir mühendis gibi bakabilir miyim? Bir roman yazıyorsunuz. Bunun süresi 1-2 yıl olabiliyor içinde bir karakter değil birden fazla karakter oluyor. Bunun kurgusu nasıl başlar? Ön çalışma nedir? Siz bu mühendislik diye tanımladığım A karakterine yüzde 10, B karakterine yüzde 15 gibi ağırlıklar, yoğunluklar vererek nasıl ilerlersiniz? Yol boyunca aklınıza geldiği gibi gitmez herhalde bu… Bir kurgusu, bir aritmetiği vardır diye düşünüyorum.
Elif Şafak: Aslında tabi mühendislik çok ilginç bir kelime ve önemli bir teknik bence bu işi yaparken. Ben hep iki tür romancılık olduğuna inanıyorum. Biri bahsettiğimiz yol biraz daha mühendis gibi çalışmak… Matematiği var. Romancı kafasında bütün bir kurguyu yapıyor. Biliyor aslında hangi karakter ne zaman ne söyleyecek onun ağırlığı ne, o neye yol açacak. Biraz daha erkeksi bir yazım tarzı aslında. Ama bu demek değil ki sadece erkek yazarlar bu tarz yazıyor. Bu tarz yazan kadın yazarlar da var. Ve bunun ben dünya edebiyatında Türk edebiyatında çok iyi örnekleri olduğunu düşünüyorum. Çok güzel bunun ürünleri var. O yüzden saygı duyduğum bir tarz. Ama benim tarzım değil ben öyle yazmıyorum.
Yaprak Özer: Siz nasıl yazıyorsunuz?
Elif Şafak: Ben yazarken daha sarhoş gibi yazıyorum, tam ne yaptığımı bilmeden yazıyorum. Bunu derken neden bahsediyorum; bazen bir resimle yola çıkıyorum, bazen bir duyguyla, bazen bir his, bir sezgi, bir karakteri görüyorum. Mesela öyle anlar var ki bir romanı yazarken açılış sahnesini görüyorum ya da birkaç resim birbirini kovalıyor. Sonra ben o gördüğüm resimdeki karakteri anlamaya çalışıyorum. Kim bu? Nasıl bir insan? Daha bilinçaltı rüyalar bazen öyle şeyler oluyor ki, altı sayfa sonra, sekiz sayfa sonra o karakterin ne yapacağını ben de bilmiyorum. Kenarda tutmak istediğim bir karakter…
Yaprak Özer: Riskli değil mi?
Elif Şafak: Riskli. Ama yazı böyle. Bana göre böyle bir şey çünkü ancak bunu yaparsak kendimizi kaybetmeye başlıyoruz.
Yaprak Özer: Çok ‘git gel’leriniz olur. O karakter birden bir çılgınlık yapası gelir onun.
Elif Şafak: Yapıyorlar da zaten.
Yaprak Özer: Yapıyor mu?
Elif Şafak: Tabii ki.
Yaprak Özer: Ama bunları zapt etmek nasıl mümkün?
Elif Şafak: Tabii güzel soruyorsunuz, haklısınız. Ama ben kendimi bir kuklacı gibi görmüyorum. Yani benim elimde bu karakterlerin ipleri durmuyor. Ben onları yukarıdan yönetmiyorum. Ben neyi seviyorum? Onların peşine düşmeyi. Onlar beni yönlendirsin. Karakterler kendi kendilerini yaratıyor. Dil öyle bir şey ki, bir kelime öbür kelimeyi istediği için oraya gidiyor. Dilin kendine ait bir gücü var. Biz zannediyoruz ki, ben dili alır şekillendiririm hamur gibi. Bence değil. Dil bizi şekillendiriyor.
Yaprak Özer: Ama U dönüşleriniz olur o zaman. 360 derece dönebilirsiniz. O zaman bir takım şeyleri çöpe atarsınız. Tekrardan başlatıp, rafa kaldırırsınız.
Elif Şafak: Çok oluyor yazarken atıyorum da.
Yaprak Özer: Bunlar çok ekonomik değil ama…
Elif Şafak: Ama ekonomik bir iş değil zaten yazarlık. Yani mesela bazen yazarsınız altı ay boyunca ortaya 120 sayfa çıkar ve an gelir o 120 sayfadan 100’ünü atarsınız, geriye kalır 20 sayfa. Ben yazarlığın yazmak kadar yazdıklarından vazgeçebilmek sanatı olduğunu düşünüyorum.
Yaprak Özer: Vazgeçebiliyor musunuz?
Elif Şafak: Tabii vazgeçebiliyorum. Ben, ’’İskender’’i yazdığımda İskender bundan çok daha kalın bir kitaptı. O kadar çok bölümden, karakterden, ayrıntıdan vazgeçtim ki…
Yaprak Özer: Neden? Okunmaz diye mi?
Elif Şafak: Okunmaz diye değil. Çünkü romanı kurarken yaptığımız her şeyi, yazdığımız her şeyi kullanmak zorunda değiliz. Bazen on sayfa yazarsınız oradan geriye iki cümle kalır ama damıtılmış iki cümle odur özü. Kelimemin önemine inanıyorum yazarken.
Yaprak Özer: Görüyorum ki artık hepimiz daha hızlı bir hayat içerisindeyiz. Daha hızlı tüketmek zorundayız. Daha az kalın kitaplar… Böyle bir şey hissediyor musunuz? Kendinizde okurdan gelen bir baskı. Biraz daha yoğunlaşmış, biraz daha seri okunabilecek, daha hızlı ulaşılabilecek teknoloji ile artık bunlarda mümkün böyle bir baskı demeyeyim ama bir yaklaşım, buna nasıl yaklaşırsınız, nasıl bakarsınız?
Elif Şafak: Bence ilginç bir ayrıntı var.Çok haklısınız herkesin hızlandığı bir çağda yaşıyoruz artık. Hepimiz ayrı bir telaş halindeyiz, bir yerlere yetişmek durumundayız, sabrımız azaldı aslında değil mi? Vaktimiz yok bir şeye yoğunlaşmaya ama mesela hep böyle teoriler vardı yüzyıl öncede vardı, yakın dönemlerde de hız çağında romanın bir sanat olarak tutunamayacağını idea eden pek çok teorisyen oldu ve ilginç bir şekilde zaman onları haksız çıkardı. Bugün şöyle deniliyor; tam da bu kadar hızlı bir çağda yaşadığımız için insanların zaman zaman çekilmeye, bir kendine bakmaya, bir durmaya, durulmaya da ihtiyaçları arttı artık aslında. İlginç bir şekilde bu ikisi el ele gidiyor. O yüzden bu hız çağında romana olan talep düşmediği gibi tam tersine arttı. Mesela şu bekleniyordu kısa öyküler artacak roman… Tam tersi oldu çünkü her şeye rağmen tam da böyle olduğu için yaşadığımız yüzyıl zaman zaman o kadar özlüyoruz ki, kendi kendimizle yalnız kalabilmeyi o kadar ihtiyaç duyuyoruz ki, ben ne yapıyorum neyim diye bir düşünebilmeyi.
Yaprak Özer: Sizin bir romancı olarak günlük yazı yazmanızı anlamaya gayret ediyorum. Çünkü günlük yazılarınıza baktığımda onlarda bir temadan çok hakikaten günlük görüyorum. O da bundan mı? Yani geniş zamanlar ama o küçük olaylar, küçük toplumlar yerine küçük insanlar.
Elif Şafak: Ben çok büyük keyif alıyorum gazete yazarlığından. Bunu belli bir dengede tutmam gerektiğini düşünüyorum. Benim her gün yapabileceğim bir şey değil ama haftada iki kez yazıyorum Habertürk’de ve oradan gelen dönüşüm, orada ulaştığım gazete okuru, yazıları yazmak için verdiğim uğraş, bir bakmak, etrafından kopmamak, dünyadan…’’Dünyada neler oluyor, bitiyor?’’ sorusu bence bir yazar için önemli bir soru. Biz o kadar tekil bir dünyada yaşıyoruz ki oraya da fazla gömülmemek lazım. Bu seferde koparız, bu seferde fil dişi bir kulede yaşamaya başlarız. O yüzden ben gazete yazarlığının edebiyatçıları çok dengede tuttuğuna inanıyorum.
Yaprak Özer: Başarı nedir sizin için kendinizi başarılı görüyor musunuz?
Elif Şafak: Başarı benim çok odaklandığım bir kelime değil yani belki bir hedeften ziyade işimi yaparken üretebildiğim inşallah yaptığım şeyin bir sonucu diyelim. Ama yola çıkarken ben başarmalıyım diye yola çıkmıyorum.
Yaprak Özer: Sonuçtan başlayalım bence orada…
Elif Şafak: Sonuç olarak bence çok güzel.
Yaprak Özer: Güzel değil mi başarılı olmak, keyfini çıkarmıyor musunuz.
Elif Şafak: Tabi ki ama ilginç bir şey de var galiba evrenin de böyle kendi matematiği mi var? İnsan başarıya çok odaklanınca da sanki başaramıyor. Yanında başka şeyler de olmalı. Bir insan bu mesela çocukları mutlu etmek olabilir, bir başkası için birine hayrınızın dokunması olabilir. Yani işin içinde bence belki çok maddiyatla açıklayamadığımız başka bir takım unsurların olması da gerekiyor. Bu bir yumak ve oraya odaklandığınızda kendiliğinden gelen şeyin adı bence başarı. Biraz soyut bir açıklama oldu ama ben bunu çok hissediyorum, böyle olduğuna inanıyorum. Tabi ki güzel ama sonuçta hepimizin birey olarak şu yer yüzündeki vaktini güzel geçirmek amacı. Başkalarına da kendine de kainata da güzellikler getirerek ama kimi bunu matematik profesörüdür o aşkı yayarak yapar, kimi kelimelerle yapar, kimi bunu bir şey üreterek yapar, kimi evinde minnacık takı yaparak yapar. Ama her neyse yapabildiğimiz, elimizden gelen yeteneğimiz neyse onu açığa çıkartmanın sonucunda gelen şey başarı.
ELİF ŞAFAK KİMDİR?
Hakkında çok konuşulan, ürettiği her kitapla gündeme oturmayı başaran, Türkiye’nin en çok satan yazarı Elif Şafak… Dünyada en fazla tanınan Türk edebiyatçılardan biri, genç güzel gizemli bir kadın. Gizemli hali merak uyandırıyor. O medyayı, medya da onu seviyor… Kendisine röportajlarda sorulmayan soru, konuşulmayan konu kalmamış gibi… Gerçek hali, fotoğraflarından daha güzel, yumuşak, mesafeli ve sakin… Konuşmayacak izlenimi veriyor oysa her soruya sabırla detaylı yanıt veriyor.