Futbolun bile toplumu müzik kadar birleştiremediğini düşünüyor Cem Mansur. Müziğin pek çok konuda toplumlara, bireylere rahatlatan, eğiten, eğlendiren bir unsur olarak geri döndüğünü düşünüyor.
Mansur, müzik eğitimini sırasıyla İngiltere ve ABD’de aldı. Londra’da City University, Guildhall School of Music and Drama ve Leonard Bernstein’ın öğrencisi olduğu Los Angeles Filarmoni Enstitüsü’nde okudu.
1981–1989 arası İstanbul Devlet Operası şefliğini yaptı. Hollanda, Fransa, İtalya, Çek Cumhuriyeti, Romanya, Macaristan, Almanya, İsveç, İspanya, Meksika, İsrail, ve Rusya’da orkestra ve opera kuruluşlarıyla konuk şef olarak çalıştı. 1989–1996 arasında Oxford Şehir Orkestrası Birinci Şefliği’ni yaptı. 1998’de Akbank Oda Orkestrası Daimi Şefliğine getirildi.
Mansur, iş dünyasını müzikle birleştirmeyi ya da müziği iş dünyasıyla birleştirmeyi başarıyor. Öyle ki iki disiplin arasındaki giriş çıkışları çok doğal. Sanatsal performansının iyi olması, iyi algılanması için işdünyasının performans tekniklerini benimsiyor. mansur son yıllarda giderek artan bir sosyal sorumluluk grafiği sergiliyor. Müziğin toplum tarafından özellikle gençler tarafından daha yaygın bir şekilde algılanması ve yaşanması için uğraş veriyor.
Yaprak Özer: Farklı enstrümanlar, farklı sesler çıkartıyor, farklı müzisyenler farklı yorumlar yapıyor, herkesin yeteneği birbiriniden farklı… Bir sürü enstrüman ve insan ek bir ses çıkartıyorlar. Bu nasıl mümkün oluyor?
Cem Mansur: Başlarında duran ve o enstrümanlardan hiçbirini çalmayan kişi sayesinde. Bizim işimizin aslında biraz hastalıklı olabilecek, megalomaniye yol açabilecek tarafı da o. Çünkü müzikle ilgili bir şey yapıyorsunuz, sesle ilgili ve ses çıkarmayan tek kişi sahnede en büyük patron.
Yaprak Özer: Ben de tam “en büyük patron” üzerinden iş dünyasına gelmek istiyorum. Bu sizin yaptığınız işi iş dünyasına yapıştıracak olursak var mı benzerlikleri?
Cem Mansur: Sonsuz benzerlik var aslında. Çünkü bir orkestra şefiyle orkestra arasındaki ilişki ve çalışma ortamı bakıldığı zaman yöneten ve yönetilen ilişkisinin olduğu her yerde aslında paralellikler bulunabiliyor. Bu bir futbol takımı olabilir, bir belediye meclisi olabilir, büyük bir şirket olabilir veya bir orkestra olabilir. Çünkü bir orkestra şefinin orada yaptığı bir yöneticinin yapması gerekenden çok da farklı değil. Bir orkestra sefinin kendi alanında bu nedir: insanları motive etmek, insanları kendi uzmanlıklarını, kendi teknik bilgilerini, ilk işinin bütünleyici vizyonu dâhilinde kullanmalarını istemelerini sağlamak, eldeki zamanı iyi kullanmak. İnsan yönetiminin işin içinde olduğu her alanda sonsuz paralellikler var.
Yaprak Özer: İş dünyası terimleriyle konuşuyorsunuz. Yönetici misiniz, lider misiniz? Kendinizi hangisine daha yakın görüyorsunuz?
Cem Mansur: Bir orkestra şefinin sık sık yapmak zorunda kaldığı ama benim şahsen yapmaktan çok da keyif almadığım idari işler kısmı da var bir orkestranın yönetiminde. Asıl orada görülen ve yaptığım şey liderlik fakat bir takım şeyleri koordine etmek. Çünkü bestecinin yazdığını her müzisyen biraz farklı okuyabilir. Bunların bir vizyon altında ve insanların buna isteyerek katılabilecekleri bir vizyon altında olması önemli. Öte yandan yorum denen şeyin bir birlikteliği olması lazım. Bir de orkestralarda zaten şef kavramının ortaya çıkışı kendi kendilerini idare edemeyecekleri sayıya geldiklerindedir ve müzik aslında objektif olarak bakan bir çift göz ve kulağın çalmamanın, birebir ses çıkarıyor olmamanın, çıkarmıyor olmanın verebileceği objektiviteyle insanları koordine etmektir. Tamamen fiziksel tarafı var, o kadar insan aynı anda nasıl çalacak, birlikte nasıl hızlanıp, nasıl yavaşlayacaklar bunu birinin yapması gerekiyor.
Yaprak Özer: Aslında bu çok tartışılan bir konu, bu kadar net yanıt verebilmek için demek ki farklı bir gözle bakmak gerekiyormuş. Farklı bir alanda performans sergileyen biri daha iyi tarif edebiliyor diye düşünüyorum. Peki, lider doğulur mu yoksa lider olunur mu?
Cem Mansur: Bunun cevabını tam bilmiyorum aslında. Bu soruların tümünde olduğu gibi gerçek ikisinin ortasında bir yerde. Lider doğulur mu, orkestra şefi olunur mu, öğrenilir mi?… Evet, öğrenilir. Nota bilen her müzisyen bir orkestrayı yönetmesi gereken hareket dağarcığını edinebilir. Ama bunda çok etkili olur mu o ayrı bir şey. Lider doğulan bir taraf da var fakat çok ciddi bir şekilde geliştirilmesi gereken bir taraf da var. Biz orkestra şefleri biraz kemanı olmayan keman çalışması beklenen kişileriz. Aslında bir orkestra şefinin kendi başına çalışmasını beklemek biraz abes. Dolayısıyla ancak profesyonel bir orkestrayla çalışmaya başladığında düşe kalka öğreniyor işi insan ve gerçekten belki de iş dünyasında neredeyse sıfır tecrübeyle CEO koltuğuna oturması beklenen tek meslek.
Yaprak Özer: Peki, sizin bu meslekte demokrasi var mı, nasıl yönetiyorsunuz? Ağır bir disiplinle mi, nedir?
Cem Mansur: Ağır bir disiplin tarifinize bağlı. Disiplin tabii ki şart, müzik yaparken her müzisyenin kendi içinde kendi işine saygısı, kendi enstrümanındaki teknik becerisini belli bir seviyede tutmak konusunda göstermesi gereken disiplin tabiu ki kaçınılmaz bir şey. Yetiştirmemiz gereken bir program var. Ona bazen bir ürün diyoruz ve aslında kaba tabiriyle bir müşteri var, yani dinleyicimiz var. Bilet almış ve şu kadar prova sayısı ile ona o ürünü sunulabilir bir hale getirmeniz lazım. Dolayısıyla burada demokrasi nerede işin içine giriyor? Giriyor tabii. Çünkü benim yönetim tarzım aslında insanların bir şeyi isteyerek yapmalarını motive ederek yaptırmak. Yoksa, “şef benim”, benim istediğim olacak demek çok kolay. Bunu iş dünyasında da yapabilirsiniz veya insanların bilgilerinden faydalanarak fakat her kafadan ses çıkacak kadar bir ortam yaratmayacak kadar fikir almak ve başkalarının fikirlerini değerlendirmek önemli. Orada tabii ki demokrasi işin içine giriyor.
Yaprak Özer: Siz performanslarınızın sırasında, öncesinde ya da sonrasında zaman zaman açıklayıcı bilgiler vermeyi de bir görev ediniyorsunuz. Bunu yapmanızın sebebi nedir?
Cem Mansur: Şef olarak tabi ki herkesin farklı üslubu var. Çünkü herkesin bedeni kendi çalgısı bir yerde ve herkesin bedeni farklı, ruhsal birliği farklı, müziğe bakışı farklı olabiliyor ünlü bir bestecinin sözü var; “Müzikle ilgili konuşmak, mimari ile dans etmeye benzer.” Ben inanmıyorum. İnsanlarda klasik müziğe karşı müthiş bir önyargı var. Bilmeyiz, anlamayız, evde görmedik gibi. Aslında insanların anlayabileceği dilden, müzikal terminoloji dili kullanmadan pekâlâ insanlara dinlemek üzere oldukları eserle ilgili bir takım iletişim kanallarını açmak. Özellikle daha çağdaş daha soyut bir şeyse, ona kendilerini daha yakın hissetmelerini sağlamak. Müzikle ilgili konuşmanın mümkün olduğunu ve bizim görevimizin de aslında kısmen yaptığımız işi paylaşmak olduğunu düşünüyorum.
Yaprak Özer: Merak ettiğim bir şey var; aslında sizin icra ettiğiniz o müzikler yüz/lerce yım öncesinden bestelenmiş esasında. Tabi ki siz yorumunuzu katıyorsunuz çalarken. Ama her seferinde aynı parçayı çalıyorsunuz aslında. Her seferinde ayrı bir heyecanla mı oluyor, oluyorsa bunu nasıl başarıyorsunuz?
Cem Mansur: Var tabi, müzik yaparken aslında canlı müziğin bir vazgeçilmez olduğu ve bütün bu şaheserlerin yazıldığı zaman kaydedilmiş müzik gibi bir şeyin kimsenin hayal bile etmediği bir olgu olduğunu hatırlamak lazım, müzik yaparken de, dinlerken de. Çünkü müzik zaman içinde akan bir şey ve belki biraz ruhani, dini bir benzetme olacak fakat gerçekten onu yapanla onu o anda çalan arasında bir iletişim konusu müzik. Biz bugün kayıt dinlemeyi müzik dinlemek zannetmeye başladık. Ben de dinliyorum, değişik eser dinlemek için, tanımak için, iyi vakit geçirmek için. Ama müzik aslında canlı olarak ben çalıyorum, sen dinliyorsun ve bir şeyler oluyor aramızda. Bu olduğu için yorum meselesi aslında bir bestecinin söylemeye çalıştığı 100-200-300 yıl ötesinden niye bugünün insanı için bambaşka bir dünyanın başka bir gezegenin neredeyse hala geçerli olduğunu kanıtlamak ve o hislere tercüman olabilmek. Yorum olayı bazen biraz fazla büyük. Bir takım bazı yorumcular, orkestra şefleri dâhil bestecinin yazmadığı şeyleri, özgün olmak adına, farklı olmak adına çok tuhaf şeyler yapabiliyorlar. Bizim yorum özgürlüğümüzün aslında belirli sınırları var. Fakat onun için de bir şeyi hayata geçirmek önemli olan.
Yaprak Özer: Siz müzikte kariyer yapma şansını elde ettiniz. Hem de sesinizi sadece Türkiye’de değil, uluslararası platformda da duyurabildiniz. Müzikle Türkiye’de kariyer yapmak mümkün mü? Sizin geçtiğiniz yollar geçen çok fazla sayıda insan olduğunu sanmıyorum aslında.
Cem Mansur: Kariyer yapmak, şimdi orkestra şefi olarak soruyorsanız başka. Orkestra şefi olarak ülkemizde her ne kadar sayısı artıyorsa da yeterince hızlı arttığını söylemek mümkün değil, Müziğin gerçekten bir eğitim aracı bir ihtiyaç, uygarlık olarak algılandığı bir dünyada 75 milyonluk nüfusa bu kadar orkestra tabi ki çok az. Bu kadar konservatuar da çok az fakat aslında şu kültürün yerleşmesi gerekiyor; “bu bir meslektir, bu bir işe yarar”. ilköğretimden geliyor aslında. Müzik dersinin zorunlu bir dersten çıkması çok büyük bir sorun, belki en büyük eğitim aracının, uygarlığa giden en kestirme yatırım aslında okullarda bir yerde olmazsa da olur muamelesi gördüğü bir gerçek ve aslında sorun da burada başlıyor. Müzik bir işe yarar bir toplumda, müzisyen başkasının yapamayacağını yapar, yapmakla yükümlüdür ve müzik karın doyuran profesyonel bir meslektir.
Yaprak Özer: Karın doyuruyor mu gerçekten?
Cem Mansur: Bazen ama tabi ki bu Türkiye’deki orkestra müzisyenleri için yine karın doyurma kavramımıza da bağlı. Çok iyi çok profesyonel şartlarda çalışmadıkları da bir gerçek. Fakat o da bu kültürün bir parçası aslında sponsorlar açısından, destekleyenler açısından, devletin bakışı açısından.
Yaprak Özer: Meslek edindirme yolunda aslında epey bir çabanız var. Gençlere fırsat kapısı olan Ulusal Gençlik Orkestrasıyla ne söylemek istersiniz.
Cem Mansur: Ulusal Gençlik Orkestrası benim her zaman Türkiye’de eksikliğini duyduğum bir şeydi. Türkiye’nin bütün konservatuarların seçilen 100’e yakın müzisyenin çok iyi hocalarla ve benimle ayrıca çalışmaları ve kendilerini özellikle Avrupa’nın en önemli konser sahnelerinde göstermelerini sağlamak ve kendileriyle ilgili beklentilerini yukarı çekmek aslında. Yalnız kendilerini değil, dinleyicileri de. Fakat yapmaya çalıştığımız şeylerden biri de yalnız onları müzisyen orkestracı olarak profesyonelleştirmek değil müzisyen olarak sosyal sorumluluklarını farkına varmalarını sağlamak. Onlara bu geçtiğimiz yaz son derece ilginç projelere imza attık. Toplum Gönülleri Vakfı’yla yaptığımız bir takım sosyal çalışmalar oldu. müzisyen olarak sen kimsin senin işlevin nedir bu toplumda, sen başkasının yapamadığı neyi yapabilirsin elindeki kemanla gibi soruları yönlendirdik,yanıtlamalarına fırsat verdik.
Yaprak Özer: Peki, hepsi müzisyen oluyor mu sonunda?
Cem Mansur: Büyük çoğunluğu Türkiye’deki gençlik orkestrasının üyelerinin hemen hemen hepsi profesyonel hayata giriyorlar. Devlet konservatuarlarında lisans bölümünde okuyan insanlar bu mesleği seçmiş ve bütün zamanlarını enstrümanlarına nakletmiş insanlardır.
Yaprak Özer: Kaç yıldır süregelen bir çalışma bu?
Cem Mansur: Bu 4 yıldır, bu yıl önemli bir kabuk değişimi geçiriyoruz. Çünkü artık çok profesyonel bir şekilde yönetilmeyi hak ediyor.
Yaprak Özer: Siz mi seçiyorsunuz üniversitelerden?
Cem Mansur: Ben seçiyorum değişik grupta çalışan çok değerli çalışanlarımız üniversite, konservatuarlarını dolaşıyorlar. Biliyorsunuz bütün konservatuarlar üniversitelere bağlı Türkiye’de. Her yıl baştan seçiyoruz ve bir şey var bizim devlet orkestralarımızda olmayan herkes her yıl sınava giriyor ve herkes her yıl çok iyi olmaya devam etmek zorunda.
Yaprak Özer: Tahmin ediyorum 90 kişilik bir ekip var değil mi?
Cem Mansur: Geçtiğimiz yaz 97 kişi çalıyordu aktif olarak.