Türkiye’de yer yerinden oynuyor. Küçük dilinizi yutmanız an meselesi, dikkat! Yaşlandığımızda torunlara anlatılacak bir durum. Kimin eli kimin cebinde belli değil. Torunlar bu garip masalı dinler mi, o da belirsiz ya! Ama anlatılmayacak gibi de değil. Gelin görün ki, bu masalda ne diyeceğini bilen yok.
Güç Kimde?
Yıl, 1971…
Stanford Üniversitesi öğretim üyelerinden psikolog Philip Zimbardo, “”Stanford Hapishane Deneyi”” olarak anılan bir çalışma başlattı.
Yer, psikoloji fakültesinin bir hapishane görünümü verilen bodrum katı…
Amaç, insanoğlu ve güç ilişkisini irdelemek.
Deneye 18 kişi katıldı. Hepsi orta sınıfa mensup erkekti. Özenle seçildiler. Zimbardo tarafından sınava tabi tutularak “”tutuklu”” ve “”gardiyan”” olmak üzere ikiye ayrıldılar.
Mahkumlar ve gardiyanlara rollerine uygun şekilde davranmaları söylendi.
Denekler üzerinde gerçekçi bir etki yaratmak için gardiyanların, üniforma; tutukluların ise çubuk çizgili tek tip giysi giymeleri şart koşuldu.
On gün sürecek olan deneyin ilk iki-üç gününde her şey normaldi. Ancak kısa süre içinde kişilik bölünmeleri, gruplaşmalar başladı.
Denek olmayı kabul eden tutuklu ve gardiyanlar, rollerini öylesine benimsediler ki, gardiyanlar zalimleşti; önceleri isyankar tavırlar sergileyen tutuklular ise gördükleri şiddet ve aşağılama karşısında uysallaştı.
Deneyi izleyen araştırmacılar bile, bilim adamı olduklarını unutup gardiyan gibi davranmaya başladı. Gardiyanlardan bir tanesi çılgın ve kontrolsüz bir hal alırken, mahkumlardan biri de kural tanımaz ve asi tavırları yüzünden gardiyanların bir numaralı hedefi oldu.
Deneklerin birbirlerine yaptıkları işkence bir süre sonra dayanılmaz bir hale dönüştü. Sonunda bir mahkum öldü, iki tanesi psikolojik komaya girdi, iki kişi de yaralandı.
Güç ve insan ilişkisini araştırmak üzere yola çıkılan bilimsel deney bir trajediye dönüştü!
Çalışma, durduruldu. Deneyi yürüten Doktor Zimbardo, bu şok edici tablo karşısında deneyin bir daha asla tekrarlanmamasını istedi.
Yukarıda kısaca özetlediğim hikaye Deney adlı filmden alıntı. Film, yazar Mario Giordani’nin 1971 yılında Stanford Üniversitesi tarafından gerçekleştirilen çalışmadan esinlenerek yazdığı Black Box adlı kitabından bir uyarlama.
Hikaye şöyle başlıyor: Eski bir gazeteci olan ve hayatını taksi şoförlüğü yaparak kazanan Tarek Fahd gazetede gördüğü ilanda, yapılacak bir deneye katılanlara 4000 Mark verileceğini öğrenir. Tarek, deneye katılarak hem para kazanmak hem de çalıştığı gazete ile arasını düzeltmek üzere bir plan yapar. Deneye katılanların arasına karışır.
Tarek hayatının birkaç gün içinde dramatik bir şekilde değişeceğinden habersiz; güç ve insan arasındaki ilişkinin çarpıklığına tanıklık edeceğini bilmeden, hayatının en acı ve en acımasız deneyimini yaşar…
Sizce güç kimin elinde?
Eline güç geçiren herkes onu kötüye kullanmalı mı?
Neden biz, elimize bir parçacık güç geçtiğinde kendini bilmez bir hal alabiliyoruz?
Tarih güç ve onu ele geçirenlerin neler yapabildiğini gösteren renkli örneklerle dolu. Ama onları masal diye çocuklara anlatmak olmuyor.
Çocuklar kabus diye uykularında ağlamaya başlıyor!
Baba Modeli
Eleştirdiğimiz kişileri, beğenmediğimiz yönlerine rağmen neden ilginin tam ortasına yerleştiririz sizce?
Türkiye’den söz etmiyorum. Daha doğrusu yalnızca Türkiye’den söz etmiyorum.
Örneğin, ABD Başkanı George W. Bush, pek çokları tarafından kıyasıya eleştiriliyor. İcraatı beğenilmiyor. Ama nedense bütün Amerika, Oval Ofis’te çalışan, Beyaz Saray’da oturan kişilerle özdeşleşiyor. Sanki dünya onların etrafında dönüyor. İnsanlar onlarla yatıp onlarla kalkıyor.
Washington’da hal böyle, Ankara’da durum farklı mı?
Başbakan ofisinde çalışamıyor, başbakanlığa dahi gidemiyor, her gün, “”öldü, ölecek”” deniyor ama bir türlü gündemden inmiyor.
Herkes onu konuşuyor. O sürekli konuşturuyor.
Avusturya’da da durum böyle Avustralya’da da… Hindistan’da, Arjantin’de de…
İnsanoğlu neden lidere böylesine bağlanır? “”Grup Psikolojisi ve Egonun Analizi”” başlıklı çalışmasında Sigmund Freud bu soruya yanıt veriyor ve garip durumumuzu yorumluyor.
Nasıl olursa olsun, nerede olursa olsun, lider hangi konumda olursa olsun; insanlar bir onu görmek ister, lider etrafında toplanmak istiyor.
Freud liderin fiziki, psikolojik durumu her ne olursa olsun, insanların yine de etrafında toplanmak istediğine dikkat çekiyor.
Freud ve analizlerinin, daha çok seks ve şiddet üzerine yoğunlaştığı sanılır. Oysa ünlü bilim adamı hayatının önemli bir bölümünü “”güç””, “”otorite”” ve “”etki”” kavramları ile insanoğlu arasındaki ilişkiyi anlamak ve yorumlamakla geçti.
Liderin neden liderliğe talip olduğunu anlamak kolay.
Ucunda güç, ucunda maddi olanaklar, ucunda etki, ucunda prestij ve saygınlık olduğunda birinin neden liderliğe soyunmak istediğini anlamamak mümkün mü?
Peki, ama takip edenler neden takip ederler?
Freud soruyu aynen şöyle yöneltiyor; lider aciz ve kapasitesiz olduğunda, ya da lider kötü, hatta şeytani olduğunda dahi takip edenler neden takip ederler?
Araştırmalar ortaya çıkarıyor ki, takip etmek, birini peşinden gitmek dürtümüzü çocukluğumuzda ediniyoruz. Korunma içgüdüsü.
İnsanların önemli bir bölümü otoriteye gereksinim duyarmış. Düşünebiliyor musunuz, yemeğe ihtiyaç duyduğumuz gibi, saygı duymaya ihtiyaç duyabiliyoruz… Hem de karşılığı her ne olursa olsun!
Nasıl ki birey daha bebekliğinde korunma içgüdüsüyle bir babaya gereksinim duyuyorsa, insan toplulukları da “”baba rolü””nü üstlenecek birine gereksinim duyuyor.
İster dövsün, ister sövsün, ister sevsin.
İnsanların otoriteye tutkuyla bağlı oldukları, boyun eğmeye ihtiyaç duyduklarını bilimsel olarak kanıtlandığını bilmek rahatlatıyor mu sizi bilmiyorum.
1920′lerin felsefe ve bulgularının 2000′lerde geçerliliğini sürdürdüğünü görmek içinize su serpti mi?
Narsist Liderler
Liderlik, konu olarak psikolojinin en renkli başlıklarından biri. Bizi bize anlatıyor. Ama bir başka alan var ki, orada da liderlik üzerinde büyük tartışmalar kopuyor:
İş dünyası ve buna bağlı olarak yönetim bilimi diyebiliriz.
Liderler artık yalnızca siyasetle özdeşleşmiyor. Gücün zaman içinde el değiştirdi. Farklı rol ve renkteki insanların eline de geçti. Yaşadığımız şartlar, tek liderden değil birçok liderden söz etmemize neden oldu. Liderin tarifini zenginleşti. Ama etrafında toplanan insanlar değişmedi Topluluklar liderini aramaya, onu takip etmeye devam etti.
Biliyorsunuz, liderin tarifi hem var hem yok. Liderin tarifi hem kolay hem zor. Daha doğrusu liderin pek çok tarifi var. Lideri lider yapan özellikler zaten onu tanımlıyor. Bunların arasında bir üçlü var ki sormayın gitsin: Karizma, vizyon, ego! Alın size narsist bir lider. Araştırmalara göre sayıları inanmayacağınız kadar çok.
Yapılan bir araştırmada, narsist liderlerin geçiş dönemlerinde önemli roller üstlenebildiklerine dikkat çekiliyor. Allah vergisi stratejik düşünme yetenekleri, korkusuzca risklere atılmaları, başkalarını etkileme ve onları peşlerinden sürükleyebilme özellikleri liderliğini üstlendikleri toplulukları bir başka geleceğe taşıyabiliyor.
Ama unutmamak gerekir ki, yine yapılan araştırmalar narsist liderlere ihtiyaç duyulduğu zamanlar olduğu gibi, çoğu zaman da uzak durulması gereken tipler olduğunu ortaya koyuyor.
Neden?
Duygusal olarak yalnızlık çektikleri, güvenilmez oldukları ve şaşaya köle oldukları gözlenen narsist liderler, bazen başında bulundukları şirket ya da kurumları belayla tanıştırabiliyorlar. Kontrolsüz hareketleri aşırıya kaçan duygu ve risk alma yetileri kendilerini de şirketlerini de batırmalarına neden olabiliyor.
Narsist bir liderle çalıştığını bilen şirket yönetimlerinin, lideri kontrol ettikleri sürece böyle bir kişilikten yarar sağlayacağı da tartışmanın diğer yönü.
İlginç değil mi?
Narsist liderler büyük resmi görebilme yeteneğine sahipler. Bununla da kalmıyor, geleceğe yönelik vizyoner fikirler geliştirebiliyorlar. İyi konuşuyor, yaratıcı stratejiler geliştirebiliyorlar. Peşlerinden inanamayacağınız kadar çok insanı sürükleyebiliyorlar.
Bunlar güçlü yönleri.
Her çıkışın bir de inişi var; ya zayıf yönleri?
Başarıyı tattıkça, asla yıkılmayacakları gibi bir duyguya rahatlıkla kapılabiliyorlar. Temkinden nefret ediyor, yanına bile yaklaşmıyorlar. Riski seviyor, onsuz yapamıyorlar. İstedikleri bilgiye açık, diğerlerine kapalı bir tutum izliyorlar. Eleştiriye hassas, yanlışlarının bulunmasına ortaya çıkarılıp yüzüne söylenmesine sıcak bakmıyorlar. Farklı ses ve görüntüye tahammülsüz oluyorlar. Grup çalışması yapar gibi görünseler de “”evet efendim””cilere bayılıyorlar.
Empati kurmaktan söz edip, bu yaklaşıma en son kafalarını çevirenler de onlar oluyor. Yarışma tutkusuyla yanıp tutuşuyorlar, her ne pahasına olursa olsun zafer peşinde koşabilecek kadar gözlerini karartabiliyorlar.
Yapılan araştırmalar narsisti gördüğünüz yerde teşhis etmenizi kontrol altında tutmanızı ve ondan muhteşem liderlik özellikleri bekleyebileceğinizi gösteriyor.
Ama?
Sizce bu narsist liderler yalnızca iş çevrelerinde mi yaşıyor?
Yoksa biz onları günlük hayatımızda ve daha büyük resimde biraz daha ileri gittiğimizde kaderimize hükmeden siyasi liderler arasında görmüyor muyuz?
Mutsuz Müşteriler Fısıltı Gazetesi
Araştırmalara göre, mutsuz bir müşteri yaşadığı kötü deneyimi ortalama 13 kişiye anlattığını; hikayeyi duyan 13 kişinin de yaklaşık 2 yakınına daha aktardığını gösteriyor.
Kısaca ürün ya da hizmetinizle memnun edemediğiniz bir müşteri ortalama 26 kişiyi olumsuz etkiliyor.
Satış eğitimlerinde kullanılan bu araştırma bir kez de şirket içinde insan kaynakları göz önünde bulundurularak denenmiş.
“”Ehhh ne de olsa çalışanlar da müşterimiz”” denmiş.
Aslına bakacak olursak birbirimizle çalıştığımız sürece hepimiz birbirimizin müşterisiyiz. Memnun etmemiz ve memnun edilmemiz gerekiyor. Canımız sıkıldığında bu tatsız deneyimi en az 26 kişiye aktarabiliyoruz.
İç müşteriler açısından en kritik durum işten ayrılma zamanlarıymış. İşten çıkarılan kişi, sahtekarlık ya da yüz kızartıcı bir takım suçlamalarla karşılaşmıyor, suçlamalar zaten sağlam bir zemine oturmuyorsa, işten çıkarılan her kişiye çok ciddi bir ayaklı gazete muamelesi yapmak gerekiyormuş.
Sözün özü şu; korkmak gerekiyor.
İşten ayrılan kişiye aynen işe girişte yapıldığı gibi özen gösterilmesi gerekiyor. O artık bordrodaki bir çalışan değil, ama neredeyse o kadar önemli biri olmaya devam etmektedir.
Son günlerde Ankara’da yaşananlar bana nedense geçtiğimiz günlerde görüp ilgimi çeken bu küçük araştırmayı anımsattı.
DSP eski milletvekili ve Başbakan eski yardımcısı Hüsamettin Özkan’ın “”baba”” yerine koyduğu Bülent Ecevit’in yanından ayrılmasından sonra patlak veren gelişmeler sizce iç müşteri durumuna özen gösterildiğini mi, yoksa tam tersine mi işaret ediyor?
Hüsamettin Özkan bu kadar çok kişinin onunla beraber partiden ayrılacağını daha önce akıl edebilmiş miydi bilmem. Bizim de, onun da mutsuz müşterileri şaşkınlıkla izlediğimiz ortada.
Sizce de iş dünyasına özelmiş gibi görünen bazı yaklaşımlar, tespitler fazlasıyla siyasete, hayata dair değil mi?
Diyor ki uzmanlar; “”Siz, siz olun kimseyi çıkış mülakatı yapmadan kapının önüne koymayın. Hakkını verin ve dinleyin!””
Ve yine diyor ki uzmanlar; “”Siz siz olun bu mülakatı noktaladığınızda o kapıyı çok sert kapamayın bakarsınız bir gün geri dönmek isteyebilir, sonra açamazsınız.””
Kıssadan hisse!
Çıkar mı dersiniz?
Yukarıda birbirinden bağımsız gibi görünen, bana göre her biri diğerini tamamlayan yaklaşım ya da deneyimleri yorumlamayı size bırakıyorum.
Ben, torunlarıma daha renkli masallar anlatmak istiyorum.
Anlatacak bir şey bırakırlarsa…