Kriz Ne Kadar Sürer? Daha Ne Kadar Derinleşir? Ne Zaman Eskiye Döner?

Adeta 5N1K. Hayatımızı, “ne-ne zaman-nasıl-niçin-nerede-kim” yanıtlarına hapsettik. Yanıtlar belli aslında, söyleyesi yok insanın…

Sinan Ülgen dış politika, ekonomi ve güvenlik uzmanı. Kariyerinde diplomat olarak çıktığı yolculuğa erken evrede “dur” diyerek, danışmanlık – araştırma – düşünce tankı gibi her anlamda algısı zor işlere soyundu. Kurucularından olduğu Ekonomi ve Dış Politikalar Araştırma Merkezi (EDAM) ile İstanbul Ekonomi Danışmanlığını ifade edersem, Ülgen’in çalışmalarına dair gereken ipuçlarını sağladığımı sayarım.

Bu devirde Ülgen’le ne konuşulur? Tabii ki siyaset-ekonomi-strateji. Hangisi konuşulacak olursa gerek içerik gerek algı açısından ateş üstünde yürümek gibi…

Hepinizin anafor misali içine çeken krize meydan okuma telaşında olduğunuzu düşünüyorum. Kafanızdaki soruları varsayımla 3’e indirdim: Kriz ne kadar sürer? Ne kadar derinleşir? Ne zaman eskiye döneriz?

Bu röportajda “…bana göre… benim fikrim…” gibi başlayıp “…3 vakte kadar… yarı yarıya-iki misli… gelecek yıl bu zaman…” gibi yanıtlar beklemeyin.  Onları elini sallasan danışman ve teknik direktöre çarptığımız güzel ülkemizde, her gün konuşanlara bıraktık, huzurluyuz. Okuyunca nerede nasıl durduğumuzu anlayacak, kendinize bir çıpa koyacaksınız.

Söyleşinin tamamını Youtube kanalımdan izleyebilirsiniz.

 

İçinde bulunduğumuz durumu kısaca nasıl özetlersiniz?

Bu konuşmayı 2018’in son döneminde yapıyoruz dolayısıyla herkesin gündeminde Türkiye ekonomisine ilişkin tereddütler var. Yavaşlama herkes tarafından hissedilmeye başlandı. Benim her türlü ortamda karşılaştığım sorular: Bu ne kadar sürecek? Ne kadar derin bir durgunluk yaşayacak ve ne kadar sürede eski ekonomik büyüme seviyelerimize dönebileceğiz?

Cevabınız?

Bunun hem Türkiye’ye özgü hem de Türkiye’den bağımsız dünya ekonomisine ilişkin dinamikleri var. Şu anda Türkiye’nin karşılaştığı temel sorun, ağırlıklı olan Türkiye’ye özgü dinamikler. Dünya ekonomisi bazı zorluklar yaratabilir ama Türkiye’nin durgunluğa girmesinin temel nedeni kendi içindeki dinamikler ve geçmiş tercihler.

Neler sıralayabilirsiniz.

Açıkçası konuyu basitleştirmek gerekirse; Türkiye son 10 yılda dünyada var olan geniş parasal likiditeyi ülkeye çekti. Bu; kamu daha az, özellikle özel sektörde borçların artması demek. Şimdi kendi başına belki çok olumsuz bir şey değil. Türkiye sermayesi kıt olan bir ülke, dolayısıyla dışarıdan sermaye ithal etmesi, başkalarının tasarruflarıyla büyümeyi tercih etmesinde olağandışı bir durum yok. Burada mesele, o parayı biz ne yaptık? Yurt dışına borçlandığımız parayı önümüzdeki vadede yüksek verimlilik, yüksek katma değer üreten yeni atılımlara mı yönlendirdik, yoksa betona mı? Birey olarak düşünün; bankadan borç aldınız… banka neye bakar? Borcu geri ödeyebilme kapasitenize bakar, dolayısıyla borcu alıp gidip bunu tüketime döndürdüğünüzde sizin borcu ödeyebilme kapasitenizde bir değişiklik olmamış demektir. Yatırıma dönüştürdünüz ise yatırımdan elde edilecek gelirle borcu daha rahat ödeyebilirsiniz. Ülkeler de aynı… parayı ne yapmış; ileride borcu ödeyebilecek kapasiteye mi erişmişler yoksa farklı şekillerde mi kullanmışlar? Türkiye’nin karşılaştığı sorun bu. Nihayetinde alabileceğiniz borcun da bir sınırı var, o sınıra gelindiği zaman uluslararası çevrelerde ülkeye ilişkin olumsuz algılar oluşuyor. Türkiye bugün bu noktada.

Altını çizelim; özel sektörün borçluluğu söz konusu ki, daha önceki krizlerimizden farklı olan da bu. Bugün sorun daha kritik mi, yoksa daha rahat çözülebilir miyiz?

Ben daha kritik görüyorum. Kamu tarafında borçluluk olsa, büyük bir sorun olsa da Türkiye geçmişte kamu borçluluğundan kaynaklanan krizleri nasıl çözebileceğine dair bir tecrübe edindi. Bunda bir tecrübesi yok. Daha zor dalga dalga yayılabilecek bir süreç. Zordaki işletmeler para sıkıntısına düşünce kendi tedarik zinciri içerisinde sorun yaratıyor. O tedarik zinciri içinde büyüyen sorun nihayetinde bankalara yansıyor ve zincirleme etki oluyor. Çözümü daha zor çünkü diğer tarafta devlet ilave vergiler koyabilir, yurt dışından fonlama bulabilir. 2001’de IMF’ye gidip 18 milyar dolar bulduk. Burada işin çözümü daha zor. O parayı ekonomiye enjekte etmeniz özel şirketlerin bilançolarını düzeltmeniz lazım. Bu ABD’nin 2008’de karşılaştığı krize benziyor; aynı derinlik olacak değil ama nitelik itibarıyla…  Orada da hem hane halklarının hem bankanın bilançosu bozulmuştu. Onu düzeltmek kamu bilançosunu düzeltmekten daha zor.

Türkiye’yi bekleyen çok ciddi bir sorun var ki, psikolojik.  Konuşulmayan konulardan bir tanesi de bu. Jenerasyonlara yayılan bir kriz bekleniyor. Görüşünüz?

Doğru. 2001’e oranla daha derin olma ihtimalinin bir başka göstergesi de o zaman bankacılık sektöründeki sorun kamu borçlanmasıyla giderilmişti. Türkiye’de hane halklarının borçluluk oranı o dönemde çok daha düşüktü bugün halkın borçluluk oranı yüksek. Bu da demek oluyor ki ekonominin tekrar rayına oturabilmesi, sağlıklı tüketim ivmesinin kazanılmasından geçecek. Zor çünkü borçluluk oranları artmış durumda. Borçluluk seviyesi tekrar normal bir tüketim döngüsüne girme yönünde ciddi bir engel.

Bu kez ters köşe olduğumuz nokta ilk defa kendi krizde olan aileler, krize düşen çocuklarını ya da yakınlarını destekleyemeyecekler.

Şimdi açıkçası bunu genelleştirmek çok kolay değil. Özel sektörün borcunun tetiklediği ve içerde tüketimi doğrudan etkileyen krizler nasıl atlatılır, bunun cevabı da reçetesi de daha zor çünkü.

İlk soruya dönelim, küresel dinamikler neler?

Dış konjonktür bize ne kadar yardımcı olacak veya tam tersi işimizi ne kadar zorlaştıracak. Gelişmelere baktığımız zaman kısa vadede; 2019’da 3 temel risk kategorisi var bunlardan birincisi Amerikan Merkez Bankası’nın yürüttüğü para politikası. Amerikan Merkez Bankası bir süredir faizleri yükseltme yönünde bir irade sergiliyor. O zaman da Türkiye gibi gelişme yolundaki ülkelere giden paranın yönü değişiyor. Yükselen faizler Amerika’ya gidiyor. Borçlanma maliyetimizi artırıyor, Türkiye’nin bulması gereken para daha maliyetli hale geliyor.

İkinci faktör uluslararası ticaret savaşları, burada da Trump yönetiminin önemli bir sorumluluğu var. Başkan’ın yönetim tarzı ticaret savaşlarını tetikleyen unsur oldu, birçok ortağıyla ticaret savaşlarını başlatma tercihinde bulundu. Avrupa Birliği ile şimdilik askıya alınmış gözükse de ticari ihtilaf her an geri gelebilir. Bir dönem Meksika ve Kanada’yı tehdit etti, sonunda Nafta Anlaşması’nın yeni versiyonunu imzalamaya muvaffak oldular. Şu an en büyük konu Çin. Çin ile Amerika arasındaki ticaret savaşlarının hem başlamış olması hem de kısa vadede ne şekilde bir çözüm bulunabileceğine dair ortada bir yerleşik kanaatin de beklentilerin de olmaması uluslararası ticaret sistemini kötü etkiliyor. Nerede, nasıl; Çin’deki büyüme üzerinde görüyoruz, Amerikan borsalarında görüyoruz…  Dünyada ekonomik tedirginlik var. Türkiye’yi bekleyen riskler bunlar. Üçüncü kategori de dış kaynaklı siyasi riskler; Türkiye – Avrupa, Türkiye – ABD  ilişkileri. Buralarda olumsuzluklar Türkiye algısını etkiliyor. Türkiye’nin riski de nihayetinde Türkiye’ye yapılacak veya yapılmayacak olan yatırımı veya Türkiye’ye gelecek olan sermayenin maliyetini yakından ilgilendiriyor.

Yani rüzgârlar bizim lehimize esmiyor.

2019’da bu zorluklar var, aşılamaz mı?…  Daha rahat aşılabilmesinin bildiğimiz yöntemleri var. Ben burada tekrar bu risk algısının altını çizmek istiyorum buraya dikkatle bakacak olan ki, bu hem şirket yöneticileri açısından hem kamuoyu açısından böyle. Nihayetinde sizin yönetim sorununa sahip olduğunuz ülke veya şirket bakımından “risk algısını nasıl düşürürüm” diye bakmanız lazım.

Günün mantıklı yöneticisi risk algısını nasıl düşürebilir?

Bugünün mantıklı yöneticisi karşılaştığı riskleri iyi tahlil edebilen bir yönetici, öncelikle iyi tahlil noktasına ulaşabilmek için ne gerekiyor arka planında kişilerin farklı alışkanlıklarına göre değişebiliyor. Bazıları dış yayınları izleyebilir, gazeteleri düzenli takip eder, bazıları güvendiği kişilerden danışmanlık alır, bazıları yatırım raporlarını okur ama bir şekilde bu risk tahminini yapması gerekiyor. Şu anda Türkiye’deki şirket yöneticilerinin konuya özellikle ağırlık vermeleri gerektiğini düşünüyorum. Birçok meziyetimizin yanında bir olumsuzluk da; olması gerekenden daha içine kapanmış bir ülkeyiz: “Etrafımızda ne oluyor, olan bizi nasıl etkileyecek?…”  Türkiye’de vatandaşın da yöneticilerin de az eforla sağlıklı bilgi kaynaklarına ulaşmasının ortamı ortadan kalktı. TV’de gazetede içeriye seslenen, belli bakış açısını yansıtmakla mükellef olan içerikleri görüyorsunuz. Risk algısını oluşturabilmek anlayabilmek açısından biz geriden başlıyoruz.

Öğrendikçe düzgün yorum-sentez yapabiliyoruz, ancak her iki kişiden birinin “bilen” olması karşısında zorlanmamak elde değil…

Ya danışman ya da teknik direktör değil mi?…

 

 

 

Paylaş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir