İşte bütün mesele bu. Yasaları düzenleyip geçirdik, zinayı kimilerimiz midemizin üstüne oturttu, kimilerimiz ikinci bir akının gelmesine kadar ohhh çekti ama sonunda bir şekilde içimize sindirdik…
17 Aralık’ta bize,“Hadi tamamdır yürüyün” derlerse Avrupalı olacağız inşallah.
Avrupalı Yaprak… Avrupalı Fadime… Avrupalı Şehsuar… Avrupalı Keramettin…
Pek de güzel geliyor kulağa!
Sevdim ben bu işi çocuklar. Avrupalı olmak istiyorum.
Hemen gidip gardrobu yeniliyorum, söyleyeyim. Biraz tuzlu olacak artık ama olsun. 17 Aralık’a yetişmem lazım.
Aklımdayken söyleyeyim, kocalarınızın, yakınlarınızın yüzlerinin ortasındaki kılları (siz Türkler buna bıyık mı diyorsunuz ne…) kestiriverin. Bakın İtalyan sokaklarında, Fransa sokaklarında öyle üzerinden kesilmiş kirpi gibi bıyıklarıyla dolaşan adamlar yok. Çok ısrar ederlerse top sakal, arkadan şöyle hoş bir at kuyruğu önerin gitsin…
Hemen kocaları Avrupalı yapın derim size!…
Benden söylemesi. Yumurta kapıya gelince başlayacaksınız, ama o zaman da sizin adamları değiştirmek zor, Avrupalı arkadaşlarımızı kandırmak imkansız olacak.
Sizce biz sonunda Avrupalı olabilir miyiz?
Bence Avrupalı mavrupalı palavralarını bir yana bırakalım da biz insan olalım, yeter.
Üstüne başına iki makyajla Avrupalı olunmuyor. Bir önerim var; Avrupalı olmayı acaba “Çağdaş Türk” olmakla eşdeğer tutsak nasıl olur…
Aklıma gelen, her gün yaşadığımız birkaç örneği sıralayacağım size.
Siz hiç ambulansla hasta taşıdınız mı?
Ben daha önce ciddi bir bakteri zehirlenmesi yüzünden ambulansla hastaneye kaldırılmıştım. Ne olup bittiğini hasta siz olduğunuzda farketmiyorsunuz. Sizi sağlığınıza kavuşturacak en hızlı araçlardan birinin içinde olduğunuz için şükredip, bir an önce hastaneye ulaşmak için dua ediyorsunuz.
Bir de siz birini taşımayı deneyin bakalım. Benim böyle bir deneyimim de oldu.
Şu kadarını söyleyeyim, hiç bu kadar utandığımı hatırlamıyorum. İnsanlığımdan, gördüklerimden, yaşadıklarımdan. Hiç bu kadar aşağılanmış hissettiğimi hatırlamıyorum.
Güzide halkımız ambulansa yol vermiyor biliyor muydunuz… Muhterem vatandaşlarımız ambulansla oyun oynuyor biliyor muydunuz… Saygıdeğer halkımız arkasından geçiş izni isteyen ambulansa direnip, üşenmeden camını açıp, hangi şeritten gitmesi gerektiğini gösteriyor, biliyor muydunuz…
Acı acı sirenler çalarken, kazara ambulansa yol veren hemen tekrar onun peşine düşüyor. Aklınca ambulansın rüzgarından yararlanıp gideceği yere erken gidecek.
Bazıları da bana kalırsa düpedüz hasta. Adam doldurmuş arabasına çoluk çocuk ailesini, yüzünde iğrenç bir sırıtma, ralli şoförü mübarek. Asla bakmıyor ambulansa, bakarsa suçlu olduğunu kendisi de anlayacak. Devekuşu. Bir bakıyorsunuz ambulansın önünde, bir bakıyorsunuz sağında sonra solunda, bir ara arkada kalıyor ve o da ne… yine önünde sağında ve solunda.
Bu nasıl bir zevktir sizce…
Sizce bizim Avrupalı olup olmamamıza ambulanslara yol verme katsayımız mı karar verecek? Hiç değil. Bizim insan olma katsayımız verecek ama…
Sizce biz Avrupalı olabilir miyiz?
Sizce bizim Avrupalı olmamıza gerek var mı?
Sizce biz insan olsak daha iyi değil mi?
Ben çadaş bir Türk olmak istiyorum.
Çağdaş bir Türkiye’de yaşamak istiyorum.
Aşağıda size birkaç alıntı yapacağım;
√ “Vergi borcumuzun bir gün nasılsa affa uğrayacağı beklentisinde olmamalıyız. Kayıt dışı kalarak işimizi büyütmeyi beklememeliyiz.”
√ “Ürettiğimiz tarım ürünlerinin dünyada fiyatları düştü diye, devletin bu ürünleri bizlerden daha yüksek fiyattan alıp, çöpe atmasını beklememeliyiz.”
√ “Hayatımızı garanti altına almak için devlette iş bulmayı amaçlamamalıyız”
√ ”İktidara geldiğinde işimize yarar diye, siyasi partileri desteleyip, özel bankalardan alamadığımız krediyi, kamu bankalarından alacağımızı düşünmemeliyiz.”
√ “Sosyal devlet anlayışını yanlış yorumlayıp, 20 yıl çalışarak, 40 yıl boyunca emekli maaşı almayı beklememeliyiz.”
Ne ayıp değil mi? Kim yapıyor bunları? Kırmızı biber süreceğim hepsinin ağzına.
Yukarıdaki satırları, değişik örneklerle uzatabilirim. Bu Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun İstanbul Sanayi Odası’nın bu hafta içinde, üçüncüsü gerçekleştirilen Sanayi Kongresi’nin açılışında yaptığı konuşmasından aldığım ufak tefek parçalar.
Peki kim yapıyor bu söylenenleri. Kim yapıyor bu ayıp şeyleri. İşadamları değil mi… Kim yol gösteriyor buna. Kim izin veriyor bunlara. Devlet değil mi?
Bugüne kadar neden izin verilmiş peki? Ben kimin ne yaptığını, kimin ne yapmaması gerektiğini, bu işe neden bugüne kadar “dur” denmediğini ve bundan sonra nasıl dur denebileceğini anlamadım. Kim kimden ne istiyor, niye istiyor, daha önce neredeymiş…
Sizce bizim Avrupalı olmamız mümkün mü?
Sizce biz Avrupalı olmalı mıyız yoksa daha farklı öncelikler mi benimsemeliyiz…
İstanbul’daki tüm dere yatakları, buralara yapılan çarpık yapılaştırmadan dolayı temizleniyor.
İstanbul İstanbul olalı hiç bu kadar zulüm görmedi. Yağmur yağdı, trafik durdu, evleri su bastı, insanlar öldü… Bir değil birkaç kez oldu.
İnsanlar sefil, perişan… Direniyorlar. İnsanlar devlete direniyor. Bir gecede üzerine kondukları Hazine arazisini sahiplenmek için direniyorlar. Oy zamanında onlara buralara yerleşebilmeleri için gerekli kolaylık gösterilmişti. Siz hiç Sarıyer’in tepelerine çıktınız mı. Keçilerin zor tırmanacağı dik yollardan belediye otobüsü geçiyor, su var, elektrik var. Dağ taş tapusuz. Bir zamanlar gazetecilere tapusuz bir evde oturduğunu iftiharla sunan Başbakanın direktifleriyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin azmiyle yakında tüm dere yatakları temizlenecek inşallah.
Peki İstanbul Büyükşehir Belediyesi daha önce bu çarpık yapılaşmaya neden dur demedi? Bu yapılaşmanın olduğu sırada bir zamanlar İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı koltuğunda bugünkü başbakan oturmuyor muydu? Bütün suç bu hükümetin mi? Hayır. Tüm hükümetler, ideolojik görüşleri her ne olursa olsun aynısını yapmadılar mı…
Sizce biz Avrupalı olabilir miyiz?
Bundan birkaç hafta önce gazetelerde yayınlanan bir haberi okurken küçük dilimi yutacaktım. Rauf Denktaş’ın torunu Rum kesiminden pasaport başvurusunda bulundu. Amacı AB vatandaşı olabilmek.
Karalamadır diye geçirdim içimden. Altından çıkar bir şey.
Ertesi gün tüm gazetelerde torunun yaptığının son derece doğru ve normal olduğunu, kendisine bu izni bizzat verdiğini açıklayan Rauf Denktaş tüm gazetelerin birinci sayfasında yer alıyordu. Günlerce ağzım açık dolaştım. Pes yani! KKTC Cumhurbaşkanı torununa Rumlardan AB kimliği alınacak.
Martin Wolf Financial Times’in baş ekonomisti. Bu hafta içinde Türkiye’deydi. Türkiye’nin küresel ekonominin bir parçası olup olmadığını tartıştı. Aslında tüm anlattıkları birbirinden ilginç verilerle doluydu. Ama bir tek cümle her şeyi özetlemeye yetti; geçtiğimiz 20 yılı har vurup harman savurdunuz. Wolf ve diğer konuşmacı Arie de Geus’la akşam yemekte birlikteydim. Sizce 17 Aralık’ta ne olur diye sordum. Wolf önce bilmiyorum ne olur diye yanıt verdi. Sonra bugün işbaşında olan tüm hükümet ve devlet başkanlarının büyük olasılıkla tamamdır yürüyün diyeceklerini ama türlü şartlar öne süreceklerini, Türkiye’nin tam üyeliğinin söz konusu olduğu zamanlarda görevde olmayacakları için çok rahat davranacaklarını söyledi. Kendilerinden sonra geleceklere bir tür kazık atacaklarını açıkca dile getirdi. Benden sonra tufan.
Tamam, tam üyelik öyle kolay bir şey değil, ama bizim için pek de önemli değil. Bizim için önemli olan Aralık ayında tamamdır yürü denmesi.
Wolf konuşmasını yapmadan önce Başbakan Yardımcı Doç. Dr. Abdüllatif Şener bir konuşma yaptı. Klasik açış konuşmalarından biriydi. Düşük ses tonu ve isteksiz bir ifadeyle başladığı konuşmasını dinlemek ve uzunca bir süre konsantre olmak mümkün değil. Kimbilir aynı gün içinde daha kaç yerde konuşacak, toplanacak, icraatta bulunacak. Neyse birden irkilip, kulak kesildim… Şener varoluş teorisini anlatmaya başlamış. Darwin’le alakası yok. İlk 24 saatin son bilmem kaç saatinde sırasıyla hangi hayvanların vücut bulduğunu söylüyordu. Ben dinazorlara yetiştim. En son da insanlar yaratılmış… Küreselleşmenin tartışıldığı bir toplantıda ne demek istediğini, Türkiye’nin küresel ekonomi içinde nereye oturduğunu ben anlamadım. Merak ettim, nasıl tercüme edildi diye…
Wall Street Journal gazetesinin 6 Ekim tarihli sayısında Atatürk’ün rüyasını dinci bir hükümetin yerine getirdiği yazılıyordu. Norman Stone imzalı yorum yazısının anonsu birinci sayfadan da verilmiş. Sizce bundan kim utanç duymalı, on yıllar boyunca Türkiye’yi idare eden ya da en azından yürütmede söz sahibi olan Cumhuriyet Halk Partisi mi? Sayın Deniz Baykal ve Sayın İsmail Cem sonunda biraraya gelmeyi başardılar. Siz onların gönül birliğiyle mi yoksa zaruretten mi geldiğini düşünüyorsunuz. Gazete şöyle diyor; “başları bağlı cahil kadınlar mutfakta, sakallı kuzenleri dışarıda…” Görüntü aynen böyle. Daha da ötesi, Türkiye’yi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne şikayet etmiş bir dışişleri bakan eşine sahip bir hükümet, şimdi onu Avrupa Birliği normlarına yakınlaştırmak için gelmiş geçmiş hükümetlerin hepsinden daha fazla çaba harcıyor.
Devletin bittiği yerde ben başlarım diyen bir mafya lideri, önce tutuklanıyor, sonra salıveriliyor; yıllar önce susurlukta kaybolan çanta bir zamanlar milletvekili olan biri tarafından, “o zaman dellilleri gizlemiştim, şimdi sırası” denip adalete teslim ediliyor. Bir başka mafya lideri yurt dışında “Ben devletime karşı gelmem, kimseyi de getirtmem” diye demeç veriyor.
Sizce biz Avrupalılaşabilir miyiz?
Sizce bizim Avrupalılaşmaya ihtiyacımız var mı?
Benim kendi adıma yanıtım; ben çağdaş bir Türkiye’de çağdaş Türk vatandaşları arasında yaşamak istiyorum. Yasaların uygulanmayacağını bile bile Avrupa standardına uymak adına değil, benim bir vatandaş olarak daha iyi ve çağdaş koşullarda yaşayabilmem için yeniden düzenlendiği, giden gelen tüm hükümetlerin vatandaşına hizmet için mevkileri işgal ettiği, devlet çarklarının vatandaşına rağmen değil vatandaşı için işlediği, şeffaf, sürekliliği olan sürdürülebilir bir Türkiye istiyorum. Kurallara uyan, sevgi ve saygı gösteren ve gören bir Türk vatandaşı olmak istiyorum.
Ben önce Dünyalı bir Türk sonra Avrupalı olmak istiyorum.