Nasıl Marka Olunur?

İsminizin marka olmasını hayal ettiniz mi hiç? Yanıtınız, şüphesiz, “evet”tir. Bu yazıyı kurumsaldan çok bireysel marka yolculuğu teması üzerinden okumanızı rica edeceğim. Herkesin hayallerini süsleyen konunun markalaşmak olduğunu az çok biliyorum. Bilmediğim neden ve nasıl sorusu. Bir bilene danışmak istedim. Mustafa Can yaratıcı marka danışmanı. Marka bir isimden, bir logo veya renkten öte. Marka olmak bir reklam tanıtım kampanyasından fazlası. İster fikir ister ürün, her ne üretiyorsanız başından itibaren planladığınız bir süreç olmak zorunda. Özeti bu. 

Bu anlatılan kadar kolay değil! Nedeni sistemli olmak zorunda, ne istiyorum sorununun yanıtı net olmak zorunda. Çalakalem değil planlı… bir anda değil, uzun yıllara dayanan sabır gerektiren bir yolculuk olmak zorunda. Her alanda değil, sınırlı ve seçilmiş alanda… saldırgan bir iştahla değil, doymasını bilerek, bilinçli olmak zorunda. 

Unutmadan bir de samimiyetle. Kendiniz olarak. Başkalarının hayallerini ve hikayelerini giymeden. Vasattan kaçarak, özgün olmak kaydıyla. 

 

Marka olma hayali hepimizin. O yolda yürümek üstte özgün altta herkes için meşakkatli bir serüven. Bu söyleşide aradığınız ipuçlarını size sunabiliyorsam, ne mutlu bana.

 

YAPRAK ÖZER: Mustafa Can, yaratıcı marka danışmanı. Yaratıcı marka danışmanı ne demek nasıl olunuyor? Marka her eve lazım mı? Herkes marka olmalı mı? Yalnızca ünlüler mi marka olmalılar? 

MUSTAFA CAN: Yaratıcı marka danışmanlığı diye tarif etmemin gerekçesi şu, markalaşma sürecinin iki temel ayağı var. Bunlardan bir tanesi işletmeyle alakalı. Muhasebe, işletme ve ölçme sistemleri üzerine giden tarafı çok önemli ayaklarından bir tanesi. Bir marka sistemi böyle kuruluyor. Mühendislik yaklaşımı getiren bir ayak. Markalaşma özü itibarıyla bir hikâyeler bütünü. Organizasyonu birbirinden bağımsızmış gibi görünen hikâye parçacıklarını zihinde doğru zamanda hatırlanacak şekilde hikâye bütünlerine dönüştürme çalışması. Bir taraftan da bu hikâye fikirlerinin ki, görsel hikâyeler olabilir, kavramsal hikâyeler olabilir, olay ya da davranış hikâyeleri olabilir, organize edilmesi tarafı. Ben markalaşma sürecinin bu tarafıyla ilgileniyorum. Yani ben işletme, muhasebe, bütçesel tarafa geldiğinde başka mühendislere teslim etmeyi tercih ediyorum. Ama hikâyemiz fikir ise o benim işim oluyor gerçekten. Bütünsel olarak da yaklaşabiliyorum. 

 

YAPRAK ÖZER: Marka olmazsa olmaz mı? 

MUSTAFA CAN: Bunu iki taraflı birden anlatayım. Çünkü son 10-15 yılın içerisinde dünyada bir şey değişti. Bilim bundan 30-40 yıl öncesinde bir şeyler buldu. Teknoloji ile son 15 yıldır hayatımızı, gerçekten dokumuzu etkileyecek şekilde değiştirdi. Biz birkaç yüz kişilik gruplar halinde yaşayan yapılardık. Ben bunu tarif ederken kabile yapısı diye tarif ediyorum. Yani bizim annemiz babamız, eşimiz dostumuz, işte o dostların birinci derece tanıdıkları falan diye yayılan yakın çevre. Bu çok yavaş değişir. Çatı hiç değişmez, dış yapılar, işte babanın arkadaşları değişir, ondan kaynaklı küçücük değişikler olur. Bu yapı, sosyal hayatımızdaki var oluş biçimimizin tamamını etkileyen bir yapıdır. Yani biz bununla evleniriz, bununla iş buluruz, bununla sosyalleşiriz, bununla eğleniriz falan. Bizim zihinsel düşünme yöntemlerimiz de bu yapıyla, mesela başarı, başarısızlık, kariyer gibi soyut kavramları da bu yapının kendisine göre organize eder. Şimdi güzel bir örnektir, öyle 150 kişilik bir yapıda sizin yaş kuşağınızda ortalama olarak 10-12 kişi var olur ve siz başarıyı çeşitli biçimlerde paylaşırsınız. Yani o 10-12 kişiden birisi ev yemeklerini güzel yapmasıyla ünlüdür, birisi çok para kazanmasıyla ünlüdür, başarılıdır, bir tanesi sporcudur başarılıdır, bir tanesi şudur budur. O başarıyı aramızda paylaşırız. Başarısızlık çok uzun süre üstümüze hükmedilen öykü olarak kalmaz. Ama bu son 10 senenin içerisinde biz göçmenleri de, şimdi doğan çocuklar da yani dijitalin göçmenleri olan bizleri de, yerlileri de belirgin şekilde etkileyecek şekilde değişti. 

 

YAPRAK ÖZER: Neden?

MUSTAFA CAN: Çünkü klan kültürümüzü deforme ettik, komşuluk ve benzeri ilişkiler, o sosyal bağlarımızı zayıflattık, onun yerine tüm dünya ile aynı masada olduğumuz bir dijital evren kurgusu içerisinde var olmaya başladık. Yani orada ayırdığımız vakti sosyal medyada geçirerek harcıyoruz ve bu bizi dijitalde olduğu varsayılan 3-3,5 milyar insanla aynı masaya koyuyor. 

 

YAPRAK ÖZER: Buna mecbur muyuz? Hiç mecbur değiliz. Facebook’ta yaşamaya mecbur değiliz. Neyse, bu başka bir konu. Bende birdenbire bir dışa vurum oldu. 

MUSTAFA CAN: Hayır. Çok haklı bir refleks. Bu refleksi biliyorum. Tüm göçmenlerle biz bu refleksi veriyoruz. 

 

YAPRAK ÖZER: Ben niye göçmenim ki? 

MUSTAFA CAN: Sonradan öğrendik. 

 

YAPRAK ÖZER: Göçmen olmaya karşıyım. Nedir yani? Atom çekirdeğini parçaladıkları bir şey yok. Biraz kafa yorsanız her şeyi yaparsınız, fakat delice zaman harcıyorsunuz. Bu acayip bir şey. 

MUSTAFA CAN: Ama şimdi şöyle dijitali kullanma biçimi yeni düşünme formülleri organize ediyor. Az önce azıcık anlattığım gibi yeni şeylerle oluşuyor. Şimdi biz o yeni şeyleri öğrendik. Yeni kuşak bunları öğrenmedi, bunlarla doğdu. 

 

YAPRAK ÖZER: Televizyona doğanlar gibi yani. 

MUSTAFA CAN: Evet, o yüzden onun orijinal kültürü yani hard diskine yüklü ana yazılım öyle gelirken biz o yazılımı sonradan yükledik. Avantaj ya da dezavantaj diye tarif etmiyorum, sadece farlılık olarak tarif ediyorum. O yüzden bizde bir önceki veri de var yeni veri de var. Avantaj olarak kullanabilirsek iyi olur. 

 

YAPRAK ÖZER: Oh biz çok zenginiz. 

MUSTAFA CAN: Eğer ikisini kullanabiliyorsak zenginiz. Bir de bunların birbirini kesmesinden kaynaklı kullanamayan kişilerde var. Yani ikinciyi kullanamıyor ya da birinciyi kaybediyor. 

 

YAPRAK ÖZER: Marka niye lazım? 

MUSTAFA CAN: Şundan kaynaklı gerekiyor, eğer çok kalabalık bir ortamda bir aradaysanız birbiri için tanımlanır hale dönüşme zaruriyeti doğuyor. Çünkü öteki türlü eğer kendini tanımlanır tutmazsanız tarif edilir, bilinir tutmazsanız o milyarlık datanın içerisindeki herhangi biri olarak kayboluyorsunuz. 

 

YAPRAK ÖZER: Yani özelleşmek. 

MUSTAFA CAN: Özelleşmek ya da ihtiyaç durumunda tanımlanmak gerekiyor. Doğru tanımlama yani anahtar kelime ve etiketlerimizin atanması gerekiyor ki, biz birbirimizi bulabilelim. İyi niyetli olma halinde bile.

 

YAPRAK ÖZER: Aslında siz romantik bir süreçten söz etmiyorsunuz. 

MUSTAFA CAN: Evet. Eğer kendi bireysel tarifinizi doğru yapmazsanız, kesinlikle bir iş başvurusunu dijital ortamdan yapacaksınız, o iş başvurusunda ön toplantı için bile seçilirken dijital olarak varlığınız kontrol edilecek eğer orada kendinizi tanımlamayla alakalı doğru kelimeleri, doğru tavrı güzel tarif edilebilir bir hale dönüştürmediyseniz fark edilemiyorsunuz. Belki siz çok özel yeteneklere sahip bir insansınız, belki bu yeteneklere bu firmanın ciddi ihtiyacı var ama birbirlerini göremedikleri için, algılayamadıkları için birbirleriyle buluşamıyorlar. 

 

YAPRAK ÖZER: Markalaşmak başında dikkat çekeyim ya da ünlü olayım gibi algılansa da hayatımızı sürdürülebilir hale getirirken rahat ve algılanabilir olmak adına gerekiyor herhalde. 

MUSTAFA CAN: Aynen öyle. Yeni dünyanın yeni teknolojilerine uyumlu bir iletişim modeli. Markalaşma bu arada bir iletişim zarureti. Marker’lama, işaretlemeyle ilgili bir şey. Yani soyut kavramlarda formül işaretler, formül hikâyeler organize etmeyle ilgili bir şey. Yani bu gerçekten standart bir iletişim yöntemi. 

 

YAPRAK ÖZER: Marka olmanın faydası nedir? 

MUSTAFA CAN: Karşılıklı birbirimizi seçebilmek ve hikâyesinde sağlıklı bir yere oturuyor olmak. Yani size hitap edilen birkaç isimle birden var oluyorsanız, hani bir şeyle tarif ederken isminiz belli değilse bir sürü karmaşaya ve yanlış anlamaya neden olursunuz. Size ihtiyacı olanlar verinin içerisinde sizi bulmakta zorluk çeker. Bu basitlikte. Şirket adını doğru koymak, adını soyadını doğru tanımlama ya da işte bunun görüntüsüne doğru karar vermek ki, amaç bu zaten.

 

YAPRAK ÖZER: Dış görüntüye kadar uzanıyor değil mi? 

MUSTAFA CAN: Giyim kuşama kadar varıyor da bunun bir yeri ya da noktası var. İnsanlar, az önce sizin dijital ortamlarla ilgili verdiğiniz refleks gibi bir refleks veriyorlar. Mecbur muyum arkadaşım? Haklısın çünkü tüm dünyada da böyle yapılmış bu kişisel markalaşma lafı girince, kişisel gelişimle ortak küme yapmış hikâyenin kendisi. Sabahleyin 05.30’da kalktın mı, sporunu yaptın mı, portakal suyunu içtin mi, yoga yapıyor musun, araban ne marka falan gibi.

 

YAPRAK ÖZER: Yorucu yolculuk.

MUSTAFA CAN: Dünyada da, Türkiye’de de böyle bir bakış açısı, böyle bir formül oluşmuş. Bu formül gerçekten 1980’li yılların çok kapital etkili bir formülü ve uygulamalı bir karşılığı yok. Markalaşmada hikâye bu değil. Kendini tanı, tanımlanır hale getir, doğru tarif edebilir durumda ol, faydanı tanı, bir de fayda üretiminden bahsedeceğiz, faydan ne ise, sen ne yapabiliyorsun da markalaşmak istiyorsun. Bu bir yönetici olma vasfı da olabilir, bir akademisyen de olabilirsin, sen bir sporcu da olabilirsin, bir şey yapma ile alakalı bir durumun vardır. Şimdi bir de şöyle bir yanılsama var, eğer biz ticari bir başarıdan bahsedeceksek rakibimiz Steve Jobs değil. Ölçekler ve formüller, olduğu lokasyon, işlediğin konunun biçimi, işte 3,5 milyar insanla aynı masaya gelmenin yanılsaması. Yani başarıdan konuşacaksak Steve abi başarıyı yaptı zaten seninki de laf mı? Çünkü biz 3,5 milyar aynı masada olunca hikâyede karşılaştırmalara giriyoruz. Bundan çıkmak gerekiyor. Markalaşmayı bu bakış açısıyla elden geçirdiğim bir modelim var. 

 

YAPRAK ÖZER: Modelinizin püf noktalarından söz eder misiniz? 

MUSTAFA CAN: Bir örnek eğlendiğim şeylerden bir tanesi; özellikle kadınlarla çalışmaların içerisinde kızlık soyadı, evlendikten sonraki soyadı, ikisini bir kullanalım, ayrı kullanalım gibi karmaşa markalaşmaya başlarken adın ne sorusuna cevaplamakta zorluk yaratan bir arena oluyor. Sürprizi de oluyor. Kalabalık eğitimlerde herkes adını biliyor mu diye soruyorum ve tabii ki herkes bildiğini zannediyor. Erkekler de lakaplar, arkadaşlarının rehberlerinde hangi isimlerle yer alıyorsun bir kontrol edelim. Sosyal medyanı hangi isimle açmıştın sorusu da çok şaşırtıcı bir sürü hikâye çıkarıyor. 

 

YAPRAK ÖZER: Sosyal medyada kullandıkları kedi, köpek, çizgi kahraman fotoğrafları da apayrı bir şey. 

MUSTAFA CAN: Evet, apayrı bir hikâye. Bunu şeyle ayırmak gerekiyor. Sosyal medyamı çok kapalı ve kişisel tutacağım. Sadece tanıdıklarımla hikâyemi yürütüyorum. Bu da bir tercihtir. Ama kamuya açık ve aynı zamanda beni beğensinler, benim içerik durumum var, ben burada bir şey anlatmak istiyorum. İşte az önce anlattığımım birbirini tanımlayamama durumu. Belki de çok iyi birisi, belki de onla çok iyi arkadaş olacak. 

Şöyle bir vaktimiz yok, abi sen bana arkadaşlık isteği göndermişsin ama kimsin, bir gelsene aşağıda kahve içelim gibi bir zamanlamamız yok. Trajik ama 80 öncesinde böyle yapıyorduk. Onunla tanışmak için emek sarf ediyordu, zaman ayırıyordu, bir şey yapıyordu. 

 

YAPRAK ÖZER: Bence geriye dönüş var. Bunların bir kombinasyonu olmalı. Olmak durumunda olacak. 

MUSTAFA CAN: Her gidiş geliş kendi içerisinde küçük zikzaklar barındırmakla beraber evrimleşiyoruz, yani kültürel evrim. 

 

YAPRAK ÖZER: Bireysel markayla kurumsal marka deneyimleriniz birbirinden çok mu ayrılırlar? Marka olmanın özü ikisinde de ilkesel olarak aynı değil midir? 

MUSTAFA CAN: Şöyle bir şey değişiyor, aslında ilkesel olarak doğru söylüyorsunuz.

Temel fil ayakları aynı yerlere oturuyor. Ama eğer ticari bir markalaşma ile ilgili konuşuyorsak bir hedef kitle ya da hedef sosyokültürel gruplar konuşurken, bireysel markalaşmayı konuşuyorken bireyin kendisini, kendi olmayı, kendini anlamayı, bilmeyi daha çok konuşuyoruz. Bu arada bu bir tercih. Genel kurallar hep aynı, hikâye oluşturuyoruz. Daha doğrusu hikâyemizi tanımlıyoruz. Mesela çok sorduğum tuhaf sorulardan bir tanesidir, özgeçmiş, hakkında yaz diyorum. Herkes oraya başarılarıyla dolu bir hakkında yazıyor. İşte bilmem ne üniversitesine girmiş. O üniversiteyi şöyle puanlarla bitirmiş. Sonra hemen 4. ayında şöyle bir iş bulmuş falan. 

 

YAPRAK ÖZER: Bu bir CV aslında.

MUSTAFA CAN: Evet. Ayrıca bu kimseyi ilgilendirmiyor. Bana şimdi sırayla neden sorusunun cevabını ver. Neden bu üniversiteye girdin? Eğer iyi hikâyen yoksa yani başarılı olmak istiyordum, en iyisi o idi, oraya girdim, bu kötü hikâye. Bu seni değerli kılmaz. Orada derin bir kişi oluşmuyor. Yani burada bana zihninle, yapınla gerçekçi bir neden üret.

 

YAPRAK ÖZER: Ve yaratıcı. 

MUSTAFA CAN: Ve yaratıcı. Mesela gerçek olması. Bunu zorladığımızda altından şu çıkıyor, benim dayım doktor, ben ona özendim. İşte öykü bu… hikâye bu, bu seni markalaştırıyor. Oradaki neden sorusunun cevabındaki, oluşturduğun hikayeler sana çok eğlenceli bir background oluşturuyor, marka kimliği oluşturuyor. 

 

YAPRAK ÖZER: Hikâye yazma kısmında bence işin tadı tuzu kaçtı gibi geliyor. 

MUSTAFA CAN: Evet, uydurursan tazı tuzu kaçıyor. 

 

YAPRAK ÖZER: Herkes hikâye yazıyor ya da yazdırabileceğini söylüyor. Hikâyesi olmayan bir insan bir başkasına hikâye yazmak konusunda yardımcı olabilir mi? 

MUSTAFA CAN: Çok net üzerinde durduğum şeylerden bir tanesi, gerçek olmak zorunda olmasıdır. Çünkü gerçek olmayanın kokusunu özellikle birebir ilişkilerde alabildiğimizi zannediyorum. Bunu tarif edemesek bile, o hoşlanmadığımız anlar var ya, böyle küçük küçük hoşlanmadığımız şeyler, o hoşlanmadığımız şeyler karşı taraftaki yalan söylediğinde oluşuyor. Bizim bunu sezdiğimizi zannediyorum. Bu arada beden dili, mikro mimik okuma, düşünme yöntemlerinin toplam argümanlarından bir tanesi. 

 

YAPRAK ÖZER: Danışmanlığınızda bunlar da var mı teknik tarafa mı giriyor? 

MUSTAFA CAN: Bir seans halinde ilk tanışma anını ve ortalama bir masa iletişimini beden dili ve mikro mimik üzerine anlatıyorum. Bu benim üzerinde yarı profesyonel çalıştığım bir alan. O bir seansı profesyonelce doldurabiliyorum, geri kalanı yarı profesyonel oluyor. 

 

YAPRAK ÖZER: Yapılan hataları sıralamışsınız. Bir iki tanesini, paylaşmak istiyorum. Biri şu: Her yeni fikre ikna olmak ve tutarsızlığa kapılmak. 

MUSTAFA CAN: Konumlanma sorunu.

 

YAPRAK ÖZER: Belki de şu soruyu mu sormak lazım, ne istiyorum, ne olacağım, yolculuk nereye gibi o kendi kendine sorulan sorulardan verilen yanıtların üzerine kurulan bir şey. 

MUSTAFA CAN: Derinleşme her zaman daha maliyetli, ödülü daha yüksek olan bir şey. Ama maliyetinin yüksekliğinden kaynaklı kaçındığımız bir şey. Biz de derinleşmek yerine yüzey kaplamaya çalışırız, alan kaplamaya çalışırız. Konumlanmayı o yüzden zaruri hale getirmek, ticari markalaşmada da öyle, kişisel markalaşmanın hikâyesi de öyle, mümkün olduğunca derinleştir, derinleştikçe zenginlik doğuyor, ödülü de daha büyük oluyor. 

Türkiye pazarının en büyük problemlerinden bir tanesi gerçekten her konu ile ilgili derinlik eksikliğidir. Biz, dijital dönüşüme başlıyoruz der, tablet verir, konuyu bitiririz. Bizdeki dijital dönüşüm bununla alakalıdır. Konuyu anlama hikâyesi başkadır. 

 

YAPRAK ÖZER: Bir de öncelik seçememek var. Her şeyin çok öncelikli olması. 

MUSTAFA CAN: Çok klasik reklamcı öyküsü vardır ya, masada iki pinpon topunu atarsan hiçbirini tutamazsın. Bir tanesini atarsan onu karşı taraf yakalar öyküsü. Bu hikâye, yani doğru söylüyorsunuz. Aynı anda özellikle planlanmamış bir ekolojiyle konuşuyor olmak karşı tarafın hiçbir şey duymamasına neden oluyor. 

Şu hikâyeyi seviyorum. Bunu Steve Jobs da bir konuşması içerisinde kullanmış. “…Bu o kadar önemliydi ki, önemli bulduğum 10 konuyu bunun için katlettim.” Yani terk etmek, gerçekten bırakmak gerekiyor. Aynı anda ikisi, aynı anda beşi gibi bir durum yok. Önceliklendirmek zorundasınız. 

 

YAPRAK ÖZER: Evet. Çok kritik. Çok basit gibi görünüyor, herkes yaparmış gibi görünüyor. Bir de karşı tarafa, tabii bu müşteriyi ilgilendiren şeyler ama belki ben burada kurumsal için düşündüğünüz şeyleri teker teker anlatmamalıyım ama bir iletişim planının olmaması mesela cımbızla çekecek olursam bu marka olamamanın sebeplerini. 

 

MUSTAFA CAN: Bizde bu çok sıklıkla rastlanılan ve ayırt edilen aslında patron şirketi ilişkisinin durumudur. Patron şirketlerini kurumsal şirketlerden ayıran temel formül cirosal yapısı ya da hükmettiği hizmet ya da mal grubu değil, yönetim biçimidir. Patron şirketleri merkezde bir kişi etrafında maksimum 9, minimum 4 kişinin asiste ettiği bir formülle yürür. Patronların aklına anlık olarak bir şey gelir, bir şey olur o yanındaki asistan grubu da hemen yönetir ve yönlendirir, onlar da onu yapar. Bir patron şirketi o yüzden patronun yürüme, fark etme refleksine bağlıdır. Yani patron kapıdan içeri girerken kapının kenarında yatan güzel bir kediyi görüp, bundan sonra bu kedileri besleyin der, çalışanlar besler. Bir sonrasında, bunlar çok oldu kaldırın der, kaldırılır. Ben buna patron refleksi diyorum. Türkiye yönetimsel olarak bu modele çok yakın, sıklıkla karşılaştığımız bir model. Bu da çok maliyetli, hele de bir kurum formunun altında gerçekten çok maliyetli. Yani çok büyük bir kadroyu devamlı yanınızda tutmak zorundasınız. Basit bir sosyal medya içeriği organize etmeniz gerekiyor, arkadaşınızın postunda “5 Aralık tarihinde bir paylaşım gördünüz, dünyada kadın haklarıyla ilgili, Atatürk 1934 yılında kadınlara hak vermiş”. Bunu gördüğünüzde biz de bu konuyu çok önemsiyoruz, biz de post yazalım dediğinizde en iyi ihtimalle vasat çıkarırsınız ve biz Türkiye’de vasat cennetiyiz. Bundan çıkmanın tek yolu o planlamayı yapabilmek. Şimdiden bakacağım, 5 Aralığı göreceğim, 5 Aralık’taki fırsatı algılayacağım ve tadını çıkara çıkara, grafiklerini çiğneye çiğneye, metni öyle mi yapalım, böyle mi yapalım diyerek yapacaksın ki, vasatın üstüne çıkasın. Yaptığına değsin. Senin için de iş üretmen anlamlı ve lezzetli bir hale gelsin. Yapılan işte dönüşüme neden olsun. 

 

YAPRAK ÖZER: Bireyim iletişim planı olmalı mıdır? 

MUSTAFA CAN: Bireyde, anlık fırsatları ve networkleri yönetmeye bağlı olarak yapı farklılaşıyor. Biraz daha farklı şeyleri var ama kesinlikle olmalı. Proje planları olmalı. Fayda üzerine bu faydayla alakalı, faydayı ne zaman neye dönüştüreceksinle ilgili vaat oluşturtmaya çalışırım. İki sene sonra bunu yapmış olacağım… bir buçuk ay sonra organize etmiş olacağım gibi. Mesela bireysel markalaşmada en enteresan etkenlerden bir tanesi, en çok gözden kaçan şeylerden bir tanesi davranış hepsinden büyüktür. 

 

YAPRAK ÖZER: Ne demek istediniz? Anlayamadım. 

MUSTAFA CAN: Yani siz muhteşem bir yazar olabilirsiniz, muhteşem bir entelektüel bakış açısı olan düşünce insanı, vs. olabilirsiniz. Eğer siz görünür bir alan içerisinde davranışlarınızda o muhteşemliğin yansıması olacak bir kimlik karakteristik özelliği göstermezseniz, garsona kötü davranırsanız, hayvanları sevmezseniz birden yıkım dediğimiz şey oluşuyor. 

 

YAPRAK ÖZER: Bu arada samimiyet galiba değil mi? Öncelikle kendinle samimi olmak herhalde.

MUSTAFA CAN: Evet.

 

YAPRAK ÖZER: Marka olmak olduğumuzun dışında bir şey mi olmaktır? 

MUSTAFA CAN: Kesinlikle değil. İşte zaten o portakal suyu yoga şakasını bu yüzden yapıyorum. Başarılı insan bunları kullanıyor, sen de bunları kullan, seni olmadığı bir şeye itmeyle alakalı. Hayır. Olduğun şeyin okunur olmasını, olduğun şeyin görünür olmasını, olduğun şeyin anlamlı anlatılabilmesini sağlamak. Türkiye pasif agresif insan yığını ile dolu. Çok sık rastlıyorum. Çünkü bir potansiyeli var, gerçekten bir dönem bir şey ile ilgili çabalamış ama doğru anlatacak arenayı kuramamış, kurmamış ya da bununla ilgili pozisyonlanmamış, o yüzdende hep ömrü boyunca ana hikayesi benim değerim bilinmedi olan pasif agresif bir insan kimliği tipi var. Yazık, buna gerek yok. Kendini ifade et ve ne kadarsan o kadar ifade et. Başarını Steve Jobs ile ölçmeye gerek yok. Çok saçma bir karşılaştırma modeli. Senin başarın sadece bu mahalle ile ilgili olabilir. Fırıncı olabilirsin ve bu mahallede alınan ekmek ile ilgili olabilir. Sen kendini doğru ifade et, ürününle, biçiminle, dilinle, bu yeterli. Bu zaten sağlıklı bir ekonomi, sağlıklı bir ilişkiler modülü doğuruyor. 

 

YAPRAK ÖZER: Barışık olma değil mi? Bir marka olmak için en başta bir insanın kendisini okumasından söz ettiniz ya da ben şimdi öyle ifade ediyorum, tanıması tanıdığı şeyi sevmesi. 

MUSTAFA CAN: İşte o başta kendi hikâyelerini fark etme, şu hakkında bölümünü yazarken kendi hikâyelerini fark etme, kendini anlama ve sevme ile ilgili bir yol haritası çıkartıyor. Ama burada özellikle kayıtta iken bunu altını çizerek söylemek istiyorum, hiçbir şekilde spritüel ya da kişisel gelişimle ilintili değil bu hikâye. 

Bence yalanı herkes anlar. Benim fikrim budur. Bu eğitime gerek olan bir şey değil. Bu sapiens olma karakterimizde olduğunu zannettiğim bir şey. Birilerini o yüzden gerçek, samimi buluyoruz, birilerini de bulmuyoruz. Bunu ayırt etmede çok evrimsel bir güdü olduğunu düşünüyorum. Hızla anlayabiliyoruz. 

 

YAPRAK ÖZER: Marka yolculuğunda kadınlar mı, erkekler mi size daha çok ihtiyaçlarını ifade ediyorlar? 

MUSTAFA CAN: Gerçekten hiç böyle bir ayırım yapmadım. Pratik olarak elimde bir şey yok. Sadece kadınlar daha çok ödev yapıyor. Her işte olduğu gibi ödev yapmak önemli bir süreç. 

 

YAPRAK ÖZER: Danışmanlık verdiğiniz kişiler hep beyaz yaka mı? 

MUSTAFA CAN: Hayır. Sporcu, akademisyen gibi başka kişilerde olabiliyor. Hatta göreceli olarak beyaz yaka az. Var ama az. 

 

YAPRAK ÖZER: Marka olan en büyük faydayı nerede görüyor? Marka yolculuğunu düzgün tamamlayan. 

MUSTAFA CAN: Çatışma alanları azalıyor. Bir sürü şeyi anlamayla alakalı fırsatı doğuyor. Yani orayla çatıştığı bir şeyde orayı anlamayı ve biçimlemeyi yapıyor. Sıklıkla konuyla ilgili yön değiştiren oluyor. Benim talebim bu değilmiş oluyor. Daha doğrusu markalaşmayla ilgili değil markalaşmanın fayda konusunda talebim bu değilmiş, bunu şimdi fark ettim diyor. Bu değil bunla ilgilenmek istiyorum diye tavır değişikliği gösterir oluyor. Ama en önemlisi insanların iletişimi rahatlıyor. Aslında en çok yaptığımız, oluşturan şey o. Kesinlikle ve kesinlikle de ben herkeste de ekonomik anlamda bir aşamada, bir sürecin içerisinde kesinlikle bir fayda oluyor. Faydanın ölçeğini tarif edemiyorum. Ama sürecin ekonomik olarak bir sonucu oluyor. 

 

YAPRAK ÖZER: Şöyle bağlamak istiyorum; şahane bir projeniz var. Bu geçmiş gazeteleri, adı geçmiş gazete, çok güzel ve ücretsiz bir proje. 1929 yılına kadar geriye giden geçmiş gazetelerden belli bir algoritma içinde pek çok olayı araştırabildiğiniz enteresan bir çalışma kısaca anlatır mısınız?

 

MUSTAFA CAN: Türkiye’deki yazılı basında en büyük karma arşiv birkaç yıldır yayında olan gecmisgazete.com olarak bizde. 1929 yılından başlıyor. Aslında bir günlük gazete ama geçmiş gazetelerden oluşan bir günlük gazete. Bugüne ait işte hangi gündeyseniz geçmişe ait 80-90 yıl içerisinde neler olmuşu görebildiğiniz bir gazete. Kesinlik tarihte bugün değil. Amacımız o değildi. Kültürü, duyguyu, nostaljik dokusunu yakalamak için kullandığımız bir gazete. Şu duygu oluşuyor gerçekten, şimdi içinde yaşayıp da ne olduğunu bilemediğimiz bir sürü öykünün kaynağını orada yakalıyoruz. Çok şaşırtıcı veriler var. Niye Türk kahvesini bu kadar seviyoruz dan ne kadar uzun süre kahve yokluğu yaşadığımızı hatırlıyoruz. Bir sürü araba ve makyaj markasının daha 1929 yılında, Cumhuriyetin yeni yıllarında nasıl reklamlar verdiğini görüyoruz, nasıl dönüştüğümüzü görüyoruz. Politik anlamda birilerini niye sevdiğimizi, birilerini niye sevmediğimizi hatırlatacak çok fazla içerik oluyor. 

Söyleşiyi youtube kanalımdan izleyebilirsiniz.

Paylaş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir