Türkiye’de neden akademik girişimci yok ya da çok az sayıda? En küçük örnek; neden Türkiye’den bir aşı çıkaramadık? Neden Türkiye’de patent sayısı çok çok çok düşük? Biz yeterli değil miyiz, akademisyenler mi zayıf, yoksa sistem mi? İkincisi! Neden Uğur Şahin, Türkiye’de üretemiyor ama Almanya’da üretebiliyor? Neden buradaki girişimciler soluğu Batı’da almak istiyor?
Ben Türkiye’nin iyi hem de çok çok iyi olmasını istiyorum. Bu sistemle çok çok çok değil, yeterince iyi olması mümkün değil. Sabah akşam otur, siyaset konuş, sabah akşam yorulmadan Dolar Euro çıkmış ne yapacağız diye dövün, sabah akşam aynı konuları pişir pişir!… Çok çok çok can sıkıcı!…
Klişe konuları bıraksak da artık icat çıkaran Türkiye’yi konuşsak, görün bakın klişe konuları sakız edenler susacak!…
Dr. Sevgi Salman Ünver’in, icracı meslekleri, eğitimci, danışman, mentor ve yazar… uzmanlığına baktığımızda, biyoteknolog, biyoenformatik ve moleküler biyolog. Ünver, yıllarca sahada uzman olarak çalışmış, girişim ekosisteminin özellikle akademide, spesifik olarak da tıp, biyoloji alanlarında sermaye, yatırımcı ya da destekçiyle buluşamadığını gördüğü için birikimlerini, üniversitede bu konuda ders vererek, kitap yazarak, danışmanlık hizmeti sunarak sürdürüyor. Kendisine girişte sırladığım soruları sordum, çok da güzel yanıtlar aldım, üzülmek serbest… Girişmek de!
İnterdisipliner alanda çalışan bir kadınla sizleri buluşturduğum için mutluyum. Ünver’in yolculuğunu biraz ben tarif edeyim biraz o anlatsın; Moleküler Biyoloji ve Genetik okumak üzere Boğaziçi Üniversitesi’ne gitmeye hak kazandığında çevresinden … ama sen çok da akıllısın, niye tıp seçmiyorsun… diyen ve eleştirenler çok olmuş; “Tutkum; yaşamı, canlıların birbiriyle yaşamdaşlığını anlama heyecanıydı. Hep de öyle devam etti.” Böyle başlamış yolculuk. Vah vah denilen Moleküler Biyoloji – Genetik alanında, lisans ve yüksek lisansını tamamladıktan sonra ABD University of Delaware’e Biyoteknoloji doktora çalışması yapmak üzere uçmuş; “Türkiye’ye dönüp, akademi mi yoksa sektörel tecrübe mi derken, ilaç sektöründe klinik araştırmalarla başlayıp, uluslararası firmalarda pazarlama, satış, iş geliştirme süreçlerinde bulunmuş; “…15 yıl ilaç sektöründeydim. Önem kazanacağını gördüğüm akademik ve biyoteknoloji girişimciliğin Türkiye’de “iyi” olması gerektiğini düşünerek 5 yıl önce Genomedis Biyoteknoloji’yi kurdum…” Ünver akademik girişimcilik üzerine çalışıyor.
Tıp ve biyoloji alanında çok kıymetli hocalarımızın buluşlarla ortaya çıktığını ancak bir sermaye grubuyla birleşemedikleri için, buluşların raflarda kalıp hayata geçemediğini, kendilerinin de küskünler kervanına katıldıklarını görerek çok üzüldüğüm anlar olduğunu saklayamam. Uzatmayayım soru cevaplarda çok ilginç bilgiler var.
Söyleşimizi youtube kanalımdan izleyebilir, Spotify‘dan dinleyebilirsiniz.
Yaprak Özer: Biyoteknoloji sayesinde, hastalıklarımıza çare bulabiliyor muyuz? Neden hala çocuklar sorunlarla doğuyor? Türkiye bu alanda nasıl?
Sevgi Salman Ünver: Biyoteknolojideki üretkenliğin arttığı süreç tüm dünyada da aslında 20-25 yıla dayanıyor. Özellikle de medikal biyoteknolojide. Türkiye geriden gitmekle birlikte, özellikle sağlık, ardından tarım, gıda ve çevre biyoteknolojisinden, endüstriyel biyoteknolojiden söz etmek gerekir… Biyoteknoloji, doğaya uyumlu, doğadan aldığı çözümleri, canlıların kendisini kullanarak, sürdürülebilir bir yaşam için ürüne dönüştürüyor. Biyoteknolojinin temeli ve çözümü, canlının bilgisini ürün haline getirmek…
Daha önceleri çaresiz denilen birçok hastalık için bugün gen ameliyatlarından bahsediyoruz: CRISPR! Geçmiş yıllarda, genetik hastalıklarda semptomları kontrol etmekten başka çaremiz yokken, şimdi sağlıklı bireyler haline gelinmesi için gen düzeltmeleri yapılabiliyor.
Yaprak Özer: Biraz daha açabilir misiniz? Gen düzeltmesi nedir?
Sevgi Salman Ünver: Toplumun bir kesimi ne yazık ki, taşıdıkları genetik özellikler gereği, aileden aldıkları hastalıklarla doğarlar. Genetik hastalıklar için çare olan bir uygulama yoktu. CRISPR dediğimiz yöntem, anneden ya da babadan ya da anne-baba ikisinden birden gelen bozukluğu, dünyaya gelmiş bireyde hücresel düzeyde ameliyat ederek düzeltmeye dayanıyor. Embriyo değil… Embriyo uygulamaları CRISPR’da şu an için yasak… Embriyo düzeyinde yapılan çalışmalar sonraki nesilleri etkiler. Doğmadan yasak olsa da doğduktan sonra yapılabilmesi büyük bir mucize.
Yaprak Özer: Mucize gerçekten…
Sevgi Salman Ünver: Müthiş, bir mucize!… Bunun yanı sıra henüz doğmadan, gebeliğin erken dönemlerinde genetik testlerle bu anomalileri tespit etmek ve aileye sonlandırma ya da devam kararı için şans vermek rutinde bir uygulama örneği…
Son dönemde örnek; SMA hastaları için CRISPR gündeme geldi, embriyo düzeyinde gebelik döneminde tespit etmek mümkün. Bunlar, biyoteknoloji uygulamalarının sunduğu heyecan verici olanaklar… Bunun gibi çok alan var. Örneğin, biyolojik bilgilerimizi günlük rutinimizde biyosensörlerle toplayıp, hastalık riskimizi öngörebilir hale geliyoruz. Müthiş bir şey bu.
Birçok biyosensör ileride giyilebilir – takılabilir olacak ve biz bunlardan günlük ritmimizi ve rutinden ayrılan değişimleri saptayıp, “Burada bir alarm var” denilebilecek. Bu da yine sağlık açısından öngörüsel, önceden sorunu kestirmek açısından yine biyoteknolojinin sunduğu önemli uygulamalardan biri…
Yaprak Özer: Kalıtsal sorunlarımızın ne kadarını çözmeye aday acaba bu buluşlar?
Sevgi Salman Ünver: Anneden babadan geçen 20 binin üzerinde kalıtsal hastalık var. SMA bunlardan biri. Çaresi olmayan 20 bine yakın hastalık var. Bunlardan birkaçında CRISPR kolaylıkla uygulanabilir ve çare olur bir noktaya gidiyor.
Bir mekanizma olsa da bozuk olan bölümü alsak sağlıklı bölümü koysak, kişiler sağlıklı yaşamlarına devam etse hayali kuruyorduk… Öncül uygulamalar vardı ama rutine sokulamadı. Nobel ödül sahibi olan iki bilim kadının buluşu, çok basit ve uygulanabilir bir mekanizma haline getirdi. Şimdi sırayla bütün hastalıklarda deneniyor. Yavaş yavaş da çözümler ortaya çıkıyor hastalıklar için. En yaygın olan hastalıklardan başlayıp, en nadir olanlara doğru… Büyük olasılık ki, CRISPR gelişip çeşitlenecek uygulamaları bu genetik hastalıklarda büyük bir başarı sağlayacak.
CRISPR uygulamaları bir tek genetik hastalıklarda değil, her zaman gıda ve iyi beslenmeye, iyi bir tarıma ihtiyacımız var. Dünya nüfusu artarken kaynaklarımız kısıtlı… İyi ve kaliteli beslenmek bazı teknolojik uygulamaları gerektiriyor. Bir zamanlar GDO olarak hayatımıza girdi. Riskleri ve olumsuz yanları görüldü. Kısıtlamalar geldi. CRISPR uygulamaları bir GDO değil. Dışarıdan bir gen getirmiyor. İyileştirerek besini doğaya uyumlu, verimli oluşturulması için bir çözüm… CRISPR bir tek sağlıkta değil, bu alanlarda da dönüşüm yaratıyor.
Yaprak Özer: Örnek; yaşlanma, daha uzun ve kaliteli yaşam için ya da bir kaza sonucu bazı yetilerimizi kaybettiğimizde, bunlara yeniden kavuşmanın rahatlığı bambaşka bir şey diye ifade etmemek mümkün değil. Magazinel ifadeyle ölümsüzlük diyeceğim konuları anlıyorum ki, 10-20 yıl içinde rahatlıkla konuşulabileceğiz…
Sevgi Salman Ünver: Biyoteknoloji gibi yenilikçi alanlar sayesinde sağlıklı yaş alma, hastane yerine öngörüsel sağlık uygulamaları… sorunu daha erken kestirip önlem alınan “sağlıkhaneler” kavramı üzerinde konuşuyor olacağız.
Şunu çok önemsiyorum: Biyoteknoloji, doğadan aldığı çözümleri ürün ve uygulama olarak sunuyor. Doğaya aykırı bir biyoteknoloji çözümü mümkün değil. Canlılık kısıtlı bir şey… Biyoteknolojideki uygulamalar, o kısıtlılığı verimli kullanıp ya da arttırmayla ürüne çeviriyor.
Yıllardan bağımsız olarak sağlıklı yaş alma teknolojik uygulamalarla mümkün hale gelecek. Şu an için imkansız diye konuştuğumuz omurilik yaralanmalarından sonra felç, büyük bir sorun bütün dünyada… Kök hücre uygulamalarında, hızlanan çok önemli gelişmeler umut vadediyor. İmkansızlar imkanlı hale dönüşüyor…
Yaprak Özer: Geleceğe dair yetkinliklerimizi öngörebilecek düzeyde mi biyolojideki gelişmeler? Güvenlik riski pek konuşulmuyor. Şu anda keşfedilenlerin sarhoşluğu içerisindeyiz.
Sevgi Salman Ünver: Öncelikle kişilerin eğilimlerini biyolojik olarak saptayıp ona göre yönlendirmekten sanıyorum bahsettiniz değil mi? Meslek seçimleri ya da sporcu gibi… Şimdi aslına bakarsanız, o bölüm çok kolay değil. Biyolojik verinin elde edilip, analiz edilip gerçekçi bir şekilde bu tür yönlendirmelerin yapılması zor…
Yaprak Özer: Fütüristik ya da tuhaf bir şey sorduğumun farkındayım. Ama izlediğimiz filmleri ya da okuduğumuz haberleri de unutmayalım; Sovyetler Birliği X sporcuyu küçücük yaşlarda alıp yetiştirdi gibi… Olimpiyatlarda da başarılı bir gencin böyle seçilmiş olduğunu duymak, beni şaşırtmayacak…
Sevgi Salman Ünver: DNA’da çok bilgi var. Bu bilgiler bir şey ifade ediyor. Bilişim teknolojileriyle harmanlanıyor. Artificial Intelligence, dönüşümü hızlandıran etmenlerden, bahsettiğimiz öngörüsel yaklaşımdan biri… DNA bilgisinden yola çıkarak kestirimler yapmanın kısıtlı olduğu görüldü. Yalnızca DNA’daki bilgiyle biyolojik sistem işlemiyor. O bir çekirdek diye düşünelim. Onun üstünde birtakım şeyler daha var. Bunlardan biri; son 30 yılda üzerinde çok çalışma yapılan ve önemsenen konulardan biri: Epigenetik çalışmalar. Epigenetik, genetik üstü anlamına gelir. O çekirdeğimizin üstünde de bir şeyler var çekirdeğimizi etkileyen… Gen var olsa bile, dış etmenler, o genin susturulup ya da konuşturulmasında etkili… Dolayısıyla susan gen olsa da ortaya çıkmıyor. Konuşan gen ortaya çıkıyor. Bunu da dış etmenler belirliyor. Bu, epigenetik…
Biyolojik hücrelerimiz olarak fani bedende azınlığız. Katbekat fazlamız, bir bakteri ailesiyle birlikte yaşıyoruz. Bedenimizde yaşamdaşız. Görüldü ki, DNA’mız üzerindeki epigenetik mekanizmamız, mikrobiyomumuz (birlikte yaşadığımız canlılar), sinir ağlarımızın oluşturduğu algı ve ilgilerimizin oluşturduğu bir evren var. Buna Canlılık Evreni, “omik evren” diyoruz… Epigenetiğin, genetiğin, mikrobiyomun ve konnektomun… Bütün bilgilerimizin toplandığı omik veriler yani canlı verilerin toplandığı bir evren var. Yapay zeka uygulamaları ile bilişim teknolojileri bunların ilişki ve anlamlarını kurarak, mantıklı çıkarımlar, öngörüler, yönlendirmeler yapabilir. Yalnızca genetik veriye, genetik DNA analizine bakarak söylediğiniz şey çok kısıtlı. DNA testleri küçük bir bölüm… Canlılığın anlam kazandığını görmek bana çok heyecan veriyor, üzerine de epey kafa yoruyorum.
Yaprak Özer: Maceradan maceraya koşan bir noktadan yola çıkmışsınız ve onu bırakıp girişim dünyasıyla ilgileniyorsunuz. Laboratuvara nasıl sırtınızı dönebildiniz?
Sevgi Salman Ünver: Laboratuvardan çıkışım, doktora çalışmasını tamamlayıp Amerika’dan döndükten sonra. Türkiye’de, moleküler biyoloji – genetik, henüz üniversitede yaygın bir alan yoktu. Sabancı Üniversitesi yeni kuruluyordu, Boğaziçi Üniversitesi’nde vardı, vs… Öğrendiğim bilgilerin, biyoteknoloji – moleküler biyoloji – genetik alanında, ilaç sektörünün uygulamaları heyecan vericiydi. İlaç sektörünün Türkiye için önemli olduğu dönemlerden biriydi. İlaç klinik araştırmalarının faz 2 ve 3 çalışmalarına geçiş yaptım. Yenilikçi ilaçlarda çalıştım; büyüme hormonu, örneğin; tüp bebekte kullanılan hormon ilaçları ilk biyoteknoloji uygulamalarından biri…
15 yıl uluslararası firmalarda çalıştım. Bir ayağım akademideydi. İlaç sektöründe işletme doktorasına devam ettim. Pratikte edindiğim yöneticilik tecrübesinin akademideki temellerini sorgular oldum. Akademisyenlerle yakın çalışıyordum, ne kadar üretken olabileceklerini, önemli buluşları ürünleştiremeden rafa kaldırdıklarını görmek üzüyordu. Akademik girişimciliğin, diğer girişimciliklerden çok farklı olduğunu gördüm. Özelinde de biyoteknoloji girişimciliği… Köşede bir lokmacı dükkanı açmaya benzemiyor. Patent temelli konuların girişimi çok kolay değil.
Türkiye’deki ilk müfredatı Gebze Teknik Üniversitesi için Işıl Aksan Kurmaz Hocamızla birlikte tasarladık. Son 2 yıldır da Boğaziçi Üniversitesi’nde Biyoteknoloji ve İnovasyon dersi veriyorum. Eğer yüksek katma değerli yüksek teknolojili ürün geliştirilecekse, her şey üniversitede başlıyor. Devletin süreçleri koordine etmesi ve desteklemesi gerekiyor. Dünyadaki modeller böyle.
Yaprak Özer: Umutlu musunuz, oluyor mu?
Sevgi Salman Ünver: Olması için daha fazla çalışılması gerekiyor. Yalnızca üniversitenin gayret sarf etmesiyle olmuyor. Türkiye’nin çıkışı, ancak yüksek teknolojili alan ve ürünler ile bu alanlardaki gayrette yatıyor. Bunlar da üniversitelerde ve akademide…Türkiye’de 300 tane üniversite var. Bu 300’ün 300’ünde de böyle bir yönelimin olmasını beklemek pek mümkün değil ama belirli standartları olan üniversitelerde hocalarımızın çok büyük bir gayreti var. Sıkıntı şu, elimizdeki değerin en basit patentlenmesiyle ilgili süreç o kadar zor ki… Dünyada bu çok kolaylaştırılmış durumda. Türkiye’de benim canım hocalarım bir patenti alabilmek için, bir kere cepten ciddi bir harcama yapmak zorundalar. Doğru uzmanlarla çalışamadıkları zaman süreç uzamakta… Bu bile çok korkutuyor.
Yaprak Özer: Elindeki bilginin çalınabileceği şüphesiyle patente başvuramadıkları doğru mu?
Sevgi Salman Ünver: Bu bir gerçek.
Yaprak Özer: Böyle bir şey nasıl olabilir?
Sevgi Salman Ünver: Siz Türkiye için aldığınız bir patenti dünyadaki başka yerlerde koruyamıyorsunuz. Ülke ülke ya da bölgesel patent almanız gerekiyor. Bu konuda sağlam ülkeler ve bu ülkelerdeki üniversiteler bu mekanizmayı çok kolay işletiyorlar. Yani daha geniş kapsamlı bir koruma alıp; böylece patentini desteklemiş oluyorlar. Bizde süreçler o kadar pahalı ki, korkuyor… Bir örnek, geçenlerde bir hoca patent ofisine sormuş. Oradaki uzman, “Patentleme çünkü böyle bilgi olarak patentlersen, çalınır, ürün ürün patentle… o zaman daha zor çalınır” demiş. O, ürün yapayım derken, başka bir yerde zaten patentlemişler. Teknoloji çok hızlı gelişiyor. Akademisyeni yormadan patentleyen bir mekanizmanın olması gerek. Teknoloji Transfer Ofisleri (TTO) var Türkiye’de… Daha etkin olmaları gerekiyor. Harvard, MIT, Stanford, Berkeley aslında patentler üzerine kurulmuş, yüzlerce spin-off şirketten oluşuyor. Harvard’ın 150 tane şirketi var. Her hocaya ürün ve patentleri için şirketler kurduruluyor. Evet, TÜBİTAK’ın destekleri var. Ama biyoteknoloji çok pahalı, zor, riskli alanlar… Uzun süre ciddi bir finansal destekten sonra çok büyük bir hastalığa çözüm de olabilir, bir küçük uygulama da olabilir ama biyoteknolojik ürünlerin katkısı her zaman çok yüksek oluyor.
Yaprak Özer: Ne öneriyorsunuz? Bu röportajı izleyen birisi buradan ne alıp çıksın?
Sevgi Salman Ünver: Geçtiğimiz yıl tam da pandemiden önce, Türkiye’de Uluslararası Biyoteknoloji Kongresi yapıldı: “Bio Türkiye”. Benim de dahil olduğum bir gruptan, Türkiye için biyoteknoloji modeli önerin dendi.
Bizim yüksek katma değerli ürün üretmeye ihtiyacımız var. Rusya’ya domates gönderebilmek, tarım çok önemli. Ama getirisini ve zahmetini görüyoruz. 1 gr. ilaç aldığınızda ya da örneğin, SMA’nın tedavisi için 1.5-2.5 milyon Euro-dolarlardan bahsediyoruz. Yüksek katma değerli ürün kıymetli. Akademik girişimcilikte bir triatlon modeli kurguladık… Akademisyen, yıllar boyu yaptığı çalışmalarla, laboratuvar çıktılarıyla, araştırma bulgularıyla üniversitede üretecekler. Aynen triatlon gibi, ilk yüzmeyle başlıyor. Soğuk suya atlayanın elindeki o kıymetli çıktıları layıkıyla alıp; sonrasında bisikletle sürece devam edecek olan üniversite sanayi arasındaki bu biyogirişimciyi, akademik girişimciyi destekleyen bir köprü olmalı. Bunlar şu anda teknoloji transfer ofisi gibi görev görüyor ama daha organik bir şeye ihtiyaç var. Sanayinin de sahiplendiği bir şey var. Arada böyle bir bisikletle gidilen bir bölüm diyelim. Ben triatlonu takip ederek söyleyeyim. Sonrasında da sanayinin, akademisyenin de elinden tutarak… “Ya o akademisyen, ticaretle ne işi olur?” demeden çünkü dünyada model değişti.
MIT, Harvard’da sanayicilerle, ilaç firmalarıyla birlikte çalışıyorlar. BioNTech’le Pfizer’in olduğu gibi… BioNTech’i de bir üniversite spin-off’u gibi düşünebiliriz. Böyle bir triatlon modeli önerdik. Peki burada devlet nerede?
Ar-Ge tarafında, süreç boyu… yukarıdan bir helikopter gibi, helikopter bakışıyla koordine etmeli. Acil durumda yukarıdan destek gönderen, ihtiyaç halinde aradaki koordinasyonu ve anlaşmaları sağlayan bir mekanizma olmalı. Kolaylaştıran, gözeten destek sağlayan bir mekanizma. Dünyadaki modeller de bundan farklı değil. Bir şey daha var “ tipping point”, verimliliği arttıran şey, bu kurgunun koordinasyonuyla kümelenmeler oluşturması. Biyoteknolojinin kümelenmesi, biyoteknolojide verimliliği arttırıyor. Bilişimle ilgili kümelenmeler bilişimdeki verimliliği arttırıyor. Farklı kümelerin birbirleriyle bağlantıları interdisipliner verimliliği arttırıyor. Türkiye’de bu zayıf. Yok demek daha kolay.
Yaprak Özer: Anladığım kümelenmek, disiplinin kendi içinde dikey olarak gelişmesini sağlıyor, farklı kümelerle iş birliği de interdisipliner süreç yaratıyor. Peki ne oldu yani? Birileri alıp bu çalışmayı devam ettirebildi mi?
Sevgi Salman Ünver: Henüz bir çıktısı olmadı. Eylül ayında tekrar bir “Bio Türkiye” olacak. Orada daha ilerlemiş olmayı buradan uygulamalara dönüşümü görmek isteriz tabii ki…
Yaprak Özer: Kaç girişimciyle çalışıyorsunuz? Nasıl bir ekosistem var?
Sevgi Salman Ünver: Ben sağlık ve biyoteknoloji girişimciliği özelinde konuşayım. Biyoteknoloji alanında faaliyet gösteren 300’ün üstünde şirket var. Aslına bakarsanız bunların büyük bir kısmı Türkiye’nin belki de gelişmesinin önündeki en büyük engellerden biri olan, yurt dışından alayım Türkiye’de satayım. Yurt dışından alayım, Türkiye’de en fazla kutulayayım, sonra satayım firmalara. Yenilikçi, Ar-Ge temelli, gerçek biyogirişim gerçek biyoteknoloji firması sayısı artıyor ama hala Türkiye düşünüldüğü zaman, bu nüfus ve bu üniversite sayısı düşünüldüğü zaman, kısıtlı…
Yaprak Özer: 300 taneden söz ettiniz aralarında gerçek olanların sayısı?
Sevgi Salman Ünver: 60-70’i geçmez diye düşünüyorum. Bunların akademisyenlere ait olması bahsettiğim gibi asıl çıktı ki, kısıtlı… Buraların indüklenmesi gerekiyor. Akademisyene “Şirket kur” demek, cebinden vergi öde demek, biyoteknolojik ürün üretmeniz 5 ila 10 yılı bulabilir.
Yaprak Özer: Sormadan geçemeyeceğim, çalıştıklarınızın önemli bir bölümü yurt dışına gidebilmek için çaba içerisinde olmalı, öyle mi?
Sevgi Salman Ünver: Biyoteknoloji gibi alanlarda ülkeye spesifik olarak girişim çok kısıtlı kalır, çalışmalarınız bütün dünya için olmalı. O nedenle, özellikle uluslararasılaşma konusunda eğitimler veriyor, destek oluyorum. Buradaki kıymetin orada bilinmesi de tabii konuşulması gereken ayrı bir konu, ama bulunan şey kıymetliyse, kıymeti her yerde buldurmaya gayret edilmeli…
Her ne kadar kısıtlı ve az sayıda da olsa önemli gayretleri olan çalışmalar var. Örneğin Türkiye’de orijinal molekül ne yazık ki yok. Daha doğrusu molekülden ürüne dönüşmüş ilaç yok. Prof. Dr. Rana Sanyal’ın RS Research diye bir firması var. Akademik çıkışlı bir firma. Güzel örnek… artmalı. Onlar hayvan deneylerini bitirip Faz 1’e, insan deneylerine gelme aşamasındalar. Bu aşamaya gelmiş bir molekülümüz ilk kez olacak, çok heyecan duyuyoruz.
Müthiş bir şey, kanser alanında… Sayıları artmalı. Herkes çok da gayretli. Bildiğini, öğrendiğini öğretmeye de gayretli. Fakat bu triatlon modelinin bir ekosistemi oluşturması, bu ekosistemin paydaşlarının yoğun gayretle bu süreci yürütmeleri gerekiyor.
Triatlon modelinde bir paydaşı daha vurgulamalıyım; Türkiye’de sayıları da motivasyonları da kısıtlı… Bunlar da yatırımcılar. Dünyadaki yatırımcı modeli biyoteknolojiyle ve akademik girişimcilikle ilgili, uzun soluklu, sabırlı ama sonundaki çıktının hem insanlığa faydası hem de finansal faydasını görebilen olmalı. Yatırımcı modelinin en iyi örneğini BioNTech’in hikayesinde. Uğur Şahin hocaların şirketinin can suyunu bir yatırımcı veriyor. Varlıklı bir aile yatırım yapıyor. Fitili ateşleyenlerden biri bu. Türkiye’de bu motivasyon az. Artmasını dilerim. Bunu vurgulamak istiyorum.
Şu pandemi sürecinde, henüz ürünleşmiş, piyasaya çıkmış bir aşımız yok ama bir anda 9 tane aşı projesi ve iyi kalitede aşı projesi çalışılmaya başladı. Bunlardan bir tanesi de Boğaziçi Üniversitesi’nden sevgili arkadaşım Nesrin Özören’in geliştirdiği aşı.
Kolaylaştırıcı unsurlar, Türkiye’de akademik üretkenliği, biyoteknolojide üretkenliği arttıracaktır. Gençlerimize, henüz lise dönemindeyken inovasyon fikrini çok daha vurgulu olarak hayatlarına sokmalıyız. Yenilik geliştirmeliler. “İcat çıkarma” yerine, bu çocuklar icat çıkarmak zorundalar. Gayret sarf etmeye çalıştığım alanlardan biri bu… Doğru mekanizmalar kurulursa, Türk insanının üretkenliğine, yaratıcılığına, gayretine çok güveniyorum.