AB maceramız bitti mi, yoksa doludizgin gidiyor mu? Kıbrıs’ta başımıza neler geliyor. Neler gelecek… Bundan sonrasında neler var. Daha iyi bir çalışma yapabilir miydik? Sonuç farklı olabilir miydi? Şimdi ne yapmalıyız. Hedefimiz ne?
Bir koşu çıktığımız Avrupa seferi ve devamındaki Amerika gezisinden kimilerine göre eli boş döndük. AB maratonuna yumurta kapıya dayandığı zaman çıktığımız için kendimizi iyi ifade edemedik, daha da ileriye gidecek olursak yaptıklarımızın göstermelik olduğu fikrinin pekişmesine katkıda bulunduk.
Yani dağ yine fare doğurdu.
Kimilerine göre, ne bekliyorduk, bizi almalarını mı? Onlar olsa, bize Avrupalıların gösterdiği hoş görüyü bile göstermeyeceklerdi…
Bazıları “kahpe felek” türküsünü söyledi; kimilerinin duyguları fena halde bilendi.
Uzun lafın kısası biz kısa bir zaman içinde çok yüklü duygular yaşadık.
Aslında sanırım bu duygu selini uzun zamana yaymış olsaydık, hem farklı ve yoğun duygular yaşamayacak hem de daha farklı bir sonuç alabilecektik. Kimse de bize “dostlar alışverişte görsün” muamelesi yapmayacaktı.
Zirve kararları
Kopenhag Zirvesi’nin ardından yayınlanan Başkanlık Bildirisi’nin Türkiye’yi ilgilendiren paragrafları şöyle;
Paragraf 18:
Avrupa Konseyi, Türkiye’nin diğer aday ülkelere uygulanan aynı kriterler temelinde Birliğe katılma yolunda olan bir aday ülke olduğunu saptayan 1999 Helsinki kararını yeniden hatırlatır. Türkiye’yi, özellikle Katılma Ortaklığı içinde yer alan çok sayıdaki anahtar öncelikleri kapsayan son yasa paketini ve buna bağlı uygulama önlemlerini büyük memnuniyetle karşılar. Birlik, yeni Türk Hükümeti’nin reform yolunda yeni adımlar atma iradesinin bilincindedir ve Hükümetin özellikle siyasi kriterlere uyum alanında halihazırdaki eksiklikleri, sadece yasal açıdan değil, ancak özellikle uygulama açısından da hızlı bir şekilde gidermeye davet eder. Birlik 1993’de Kopenhag’da kararlaştırılan siyasi kriterler uyarınca, üyeliğin bir aday ülkede demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını ve azınlıklara saygı ile korumayı garanti altına alan kurumsallaşmayı istikrarlı hale getirmeyi gerektirdiğini hatırlatır.
Paragraf 19:
Birlik Türkiye’nin reform sürecini kuvvetli bir şekilde sürdürmesini cesaretlendirir. Eğer 2004 Aralık’ta yapılacak Avrupa Konseyi, Komisyonun bir raporu ve bir önerisi temelinde Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerini tamamladığı kararını alırsa, Avrupa Birliği Türkiye ile tam üyelik müzakerelerini ertelemeksizin açacaktır.
Paragraf 20:
Türkiye’ye AB tam üyeliğine doğru yardımcı olmak üzere, Türkiye için katılma stratejisi güçlendirilecektir. Komisyon, gözden geçirilmiş bir Katılma Ortaklığı önerisi sunmaya ve mevzuat arama sürecini yoğunlaştırmaya davet edilir. Buna paralel olarak Türkiye-AT Gümrük Birliği genişletilmeli ve derinleştirilmelidir. Birlik, Türkiye için katılma öncesi mali yardımını anlamlı şekilde artırmalıdır. Bu yardım 2004’den itibaren “katılma öncesi harcamalar” bütçe kaleminden finanse edilecektir.
Paragraf 21:
Avrupa Birliği ve katılan devletler, Katılma Antlaşması’nın nihai senedine eklenecek olan ve genişleme sürecinin sürekli, kapsayıcı ve geri dönüşü olmayan doğası üzerine “Tek Avrupa” ortak deklarasyonu üzerine anlaşmışlardır.
Bunlar teknik bilgiler. Ama işin özünü yansıtıyorlar. Allanmış pullanmış sözler değil.
Sonuç ne
Kopenhag zirvesinin sonucunu şöyle özetlemek mümkün;
Türkiye-AB ilişkilerinde, güven bunalımı daha da arttı. Bu noktadan itibaren Türkiye’nin devlet politikası olarak AB ile ilişkilerde atılacak adımlarda iyi niyetten ziyade kötü niyet arayacağı açık. Bunun ilk yansımaları şu anda özellikle Kıbrıs ile ilgili gelişmelerde hissediliyor.
Türkiye’de Kopenhag siyasi kriterlerine uyum konusunda daha fazla güçlük yaşanması kaçınılmaz. Özellikle olası bir Irak operasyonu halinde Kopenhag siyasi kriterleri karşısında güvenlik endişelerinin ön plana çıkması bekleniyor. Bu doğrultuda 2004 sonuna kadar geçecek zaman dilimi Türkiye açısından AB’nin beklentilerinden çok, Türkiye’nin istikrar endişelerini ön plana çıkartacağı bir zaman dilimi olarak değerlendirilebilir.
Bu süreç içinde doğal olarak AB ile ilişkiler değil, ABD ile ilişkiler ön plana çıkacak. Bu noktada ABD ile net bir şekilde karşıt kamplarda yer alan Fransa ve Almanya açısından Türkiye’nin konumu daha kritik bir hal alacak.
Doğal olarak ABD ile bu ülkeler arasındaki ilişkilerde yapılacak çıkar analizleri, Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin alacağı seyri de büyük oranda etkileyecek.
Önümüzdeki iki yıl, siyasi kriterlere uyumdan ziyade, stratejik hamlelerin doğru yapılması ile ilişkili olacak.
Türk Hükümeti’nin de işi zor olacak. Kıbrıs ve Kopenhag kriterleri doğrultusunda atacağı adımların meşruiyeti de sürekli tartışma konusu haline gelecek.
Kıbrıs politikasında radikal değişimler beklenebilir. AB’nin Selanik Zirvesi’nde Türkiye ile üyelik müzakerelerini öne çekerek netleştirmesi istenebilir.
Hayal kırıklıklarını bırakalım
Buraya kadar klasik bir görüş olarak karşınızdayım. Kopenhag zirvesi, sonuçları ve bir miktar yorumları.
Ben size AB Türkiye ilişkileri ve yoğun olarak içinde bulunduğumuz hayal kırıklıklarını bir kenara bırakıp, kendimizi süreçten soyutlamayı öneriyorum. Önerdiğim şey, olaya, mümkünse daha farklı açılardan da bakabilmek. Aslında her zaman yapmaya çalıştığım gibi, amacım farklı bir pencere açmak kafamızda.
Türkiye temel olarak iki ülkeye takıldı; Fransa ve Almanya.
Ne biliyoruz biz bu ülkeler hakkında? Türkiye’yi tam üyeliğe almak konusunda gösterdikleri davranış, sübjektif bazı nedenlere mi dayanıyor?
Yani bize bu yaptıkları biz Türk’üz diye mi?
Biz Müslüman onlar Gavur… diye mi?
Biz Türkler dünyaya bedel olduğumuz için mi?
Bizden çok mu korkuyorlar?
Bir çıkarsak Avrupa’ya hepsini dağıtırız diye mi?
Bu cahilliğimizle dağıtacağımız ortada… Elimize her fırsat geçtiğinde dağıttığımız da ortada…
Ben böyle kısır tartışmalardan öylesine sıkıldım ki, anlatamam.
Üyesi olmayı hedeflediğimiz, hayalini kurduğumuz kulübün diğer oyuncularıyla dostluk kurmaya çalışıyoruz, ama ayrı semtlerde büyümüşüz, hemen kaynaşamıyoruz. Farklı büyütülmüşüz, kavrayamıyoruz, kavrayamıyorlar…
Aramızdaki zengin kız fakir oğlan durumuna hiç girmiyorum. Görünen köy kılavuz istemez.
Bize üslup ve nezaket dersi veriyorlar. Masaya yumruk vurmakla bu işin olmayacağını söylüyorlar.
Almanya’nın diğer yüzü
Önerim şu; hiç olmazsa bundan sonrası için soğukkanlı davranalım. Muhataplarımızı tanımaya çalışalım. Problemlerini çözelim. Zayıf noktalarını yakalayalım. Özendiğimiz yanlarını inceleyelim. Nereye gittiklerine bakalım.
Örneğin Almanya ile başlayabiliriz. Avrupa’nın göbeğinde, en fazla vatandaşımızın bulunduğu dev bir ülke… Ne biliyoruz. Ne yer, ne içer. Bize niye böyle bakar… Ne tür sıkıntılar yaşar…
Kısa bir Almanya turuna çıkalım mı?
Gerek ekonomide gerekse siyasi arenada önemli sıkıntılar yaşayan ülkeyi sıradan ikili ilişkimizin dışına çekip orada tanımak gerekiyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası arenada ilk kez bağımsız bir rol üstlenmek isteyen Almanya dünyadaki yerini henüz net çizgilerle tanımlayabilmiş değil. Siyasi dengelerin radikal değişiklikler sergilediği bir ortamda belli ki farklı coğrafyalarda farklı beklentiler içinde.
Almanya, Avrupa’nın en büyük ekonomisi. Fransa ya da İngiltere’nin neredeyse üç katı. Ama gelin görün ki Amerikan ekonomisi Alman ekonomisini 5’le çarpıyor. 1990 yılında iki ülke ekonomisinin ölçek farkı 3.7’iken, 10 yıl içinde 5 katına çıktı.
Alman ekonomisi son 8 yıldır, Avrupa’daki en yavaş büyüyen ekonomi. Alman ekonomisinin büyüme hızı AB içinde en düşüğü; yüzde 1.6.
Alman ekonomisi 1990’da bağrına bastığı kardeşi Doğu Almanya’nın yaralarını sarmaktan, onu adam etmeye çalışmaktan fena halde bunalmış vaziyette.
Alman ekonomisinin belli başlı kuruluşları ciddi finansal kriz içinde. Ülkenin dört büyük bankası Deutsche Bank, Hypo Vereinsbank Collerzbank ve Dresdner’in ciddi bir yeniden yapılanma sürecinden geçmesi gerektiği söyleniyor.
Alman firmaları uluslararası ölçekte rakiplerine göre ufak kalıyorlar. Fortune 500 içine giren firmaların 238’i Amerikan, 50’si Japon, 36’sı İngiliz, 29’u Fransız ve 21’i Almanların.
Üretimde Alman işçiliği pek çok ülkeye göre çok pahalı. Örneğin imalat sektöründe bir işçinin bir saatlik masrafı ABD’deki işçiden yüzde 13, İngiltere’deki yüzde 43 daha fazla.
İşsizlik de Alman ekonomisinin belini büken konular arasında. İşsizlik yüzde 9.8. Toplam 4.1 milyon insan işsiz. Çalışanlar açısından hoş olmayan olaylar yaşanıyor. Herkes eli yüreğinde işten çıkarılır mıyım diye bekliyor.
Eğitim kötü, göçmenler sorun
Almanların ünlü eğitim sisteminin de iflasın eşiğinde olduğu biliniyor. OECD’nin Uluslararası Öğrenciler Değerlendirme Programında Almanya 30 ülke arasında ancak 21′inci sıraya oturabildi. Uzmanlar, eğitimdeki kötü gidişin ülkenin o çok güvendiği sanayi çalışanının kalitesini düşüreceğini söylüyorlar.
Almanya’nın nüfusu 82 milyon. Gelecek 30 yıl içinde demografik yapıda bazı sorunlar yaşanacağı tahmin ediliyor. Örneğin sistematik göçmen alımı yaşanmazsa nüfusun 60 milyona ineceği söyleniyor. Almanya’nın her yıl 260 bin göçmene ev sahipliği yapması gerektiğini savunanlar var.
Ancak böyle var olan nüfus yapısını koruyabileceğini ve ekonomik kriz içine girmekten kurtulacağını savunuyorlar.
Almanya AB üyesi ülkeler arasında, mültecilere, göçmenlere en fazla kucak açan ülke olarak biliniyor. Almanya’da halen 7.3 milyon kişinin Alman kimliği yok. Bu da nüfusun yüzde 9’una denk geliyor. Almanya’daki en büyük yabancı azınlık Türkler. Türk azınlığın ancak 500 bininin Alman pasaportu olduğu sanılıyor. Almanya yalnızca Türk azınlıkla değil, diğerleriyle de problem yaşıyor.
Ülkede herkes acil reform gereksiniminden söz ediyor ancak eyleme geçmek konusunda bir kıpırdama gözlenmiyor.
Ne kazandık
Farklı bir yaklaşım içine girerek Türkiye’nin daha pek çok şey kazanacağı açık. Ancak ev ödevini tembel öğrenci gibi son dakikaya bırakmaması gerekiyor. AB üyesi ülkelerin her birinin sübjektif değerlendirmelerinin olduğu açık. Ulusal çıkarların her zaman sübjektif değerlendirmelerin önüne geçtiğini hepimiz biliyoruz. Avrupa’nın, Türkiye’nin katılımıyla yaşayacağı sıkıntıların olduğunu da biliyoruz. Ancak Türkiye’nin katılımıyla kazanacağı önemli avantajlar olduğunu da…
Oyunu kuralına göre oynamamız gerekiyor.
Kopenhag sonrası dönemde artılardan çok eksilerimiz ortaya çıktı. Kazanımlar neler?
Türkiye, AB tarihinde ilk kez bu kadar çok tartışıldı. AB hükümet ve devlet başkanları ilk kez Türkiye’nin bir gün tam üye olabilmesini ciddi olarak tartışmak zorunda kaldılar.
Türkiye açısından kapı kapatılmadı. Aksine, 2004 yılında yapılacak değerlendirmenin ardından Türkiye ile tam üyelik müzakerelerine başlanması kararının alınması adeta otomatik bir sürece bağlandı. Bu noktada tek kriter, Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerine uyumu ile ilgili Komisyon raporu olacak.
AB Türkiye ile ilgili olarak yeni bir katılma stratejisi belirleme yoluna gidecek. Bu çerçevede mali yardımların anlamlı şekilde artırılmasının yanı sıra, özellikle 2004 yılından itibaren, diğer aday ülkelerin boşaltacağı bütçe kaleminden Türkiye’nin yararlandırılması söz konusu olacak.
AB, mevcut Gümrük Birliği’nden daha ileri gidecek bir ekonomik entegrasyonu, Gümrük Birliği’nin genişletilmesi ve derinleştirilmesi bağlamında gündeme getirecek.
Türkiye ile ilgili olarak mevzuat araması sürecinin yoğunlaştırılması, dolayısı ile müzakereler sırasında izlenmesi gereken prosedür niteliğindeki tarama sürecinin daha kolay hale getirilmesine zemin hazırlanacak.
“Tek Avrupa” deklarasyonunun bütün katılma antlaşmalarına eklenmesi yolu ile, yeni gelecek üye devletlerin Türkiye’nin tam üyeliğine karşı çıkmalarının yolu tıkandı. Türkiye bu deklarasyon aracılığı ile geri dönüşü olmayan, süre giden genişlemenin ayrılmaz parçası haline geldi. Tam üyelik rotası artık belirgin.
Kıbrıs konusunda en azından bir çözüm olasılığı Kofi Annan planı doğrultusunda devam ediyor. 28 Şubat’a kadar zaman kazanıldı. En kötü koşullarda dahi KKTC’ye önemli ekonomik yardımların yapılması söz konusu olacaktır.
Madalyonun diğer tarafı
Türkiye’nin bugüne kadar Kopenhag siyasi kriterlerine uyum konusunda yaptığı çalışmalar yeterli bulunmadı. Özellikle uygulama konusundaki yetersizliklerin altı çizildi.
Türkiye’ye net bir müzakereye başlama sinyali verilmedi.
Kopenhag Zirvesi öncesindeki Fransız-Alman ortak tutumundan daha geri düşülmesi söz konusu olabilecektir.
Türkiye en son kabul edilebilir müzakerelere başlama noktası olan 30 Nisan 2004’ü elde etmek bir yana, kabul edilemez belirli nokta olan 1 Temmuz 2005’i dahi elde edemedi.
Türkiye’nin 1999 Helsinki Zirvesi’nin ardından tam üyelik ilişkisi, Ankara Anlaşması çerçevesinden çıktı, diğer aday ülkelerle birlikte Kopenhag kriterleri sürecine ilişkilendirildi. Gümrük Birliği’nin genişletilmesi ve derinleştirilmesi noktası, ilişkilerin yeniden Ankara Anlaşması çerçevesinde geliştirilmesini, dolayısı ile “iyileştirilmiş ortaklık” mantığını çağrıştırıyor.
Bu alandaki genişletme ve derinleştirmenin Türk ekonomisine getireceklerinden çok götürecekleri olduğu endişesi yaratıyor. Özellikle hizmetler sektörü, her türlü tedarik ve hizmet ihalelerinin serbestleştirilmesi konusunda yoğun bir baskı ile karşılaşılması söz konusu olacak.
Tam üyelik tarihinin netleşmemesi, Kıbrıs sorununu içinden çıkılmaz bir hale getiriyor ve Türkiye’nin oyun alanını daraltıyor.
Son cümle, bu çocukların oynadığı oyuna benzemiyor. Çok başlı bir sistemde ana oyuncuların kendi içlerinde ciddi sorunları var. Birbirleriyle sorunları var. ABD ile sorunları var. Türkiye’yi hem istiyor hem istemiyorlar.
Papatya falı açmak yerine ders yapmak gerekiyor.