Türkiye’de sosyal patlama olur mu olmaz mı diye tartışılıyor. Ben papatya falı öneriyorum. Sosyal patlama olacak… sosyal patlama olmayacak… olacak… olmayacak… Siz ne dersiniz, gerçekten halkımız sabırlı ve hoşgörülü mü? Acaba aç kaldığında da hoş görüsünü devam ettirip, sabır taşı olmayı sürdürür mü? Yoksa zaten beyaz yakalı işsizler patlamış birer mısır mı? Aaaaa pardon… Nasıl da unuttum. “”…Türk halkı ağır sıkıntılar içerisinde olsa da geleceğe umutla bakıyor ve bu ekonomik programın mutlaka başarıya ulaşacağına inanıyor…””
“”Türkiye’de sosyal patlama olur mu?””
İşte bu haftaki uzman sorumuz bu.
Ne yazık ki, soruya doğru yanıt verenlere verecek bir hediyemiz yok. Bizi bu seferlik affedin. Malum zor günler.
Geçtiğimiz hafta, “”Sosyal patlama olur mu olmaz mı?”” diye çok küçük bir tartışma yaşandı. Biz bu tür konulara pek prim vermiyoruz. O nedenle büyümeden geçti gitti. Zaten ne büyüyecek canım. Ne gerek var.
Konuyla ilgili gereken tüm açıklamalar yapıldı. Duyarlı bir hükümetimiz var. Endişe edecek bir durum yok.
Tüm gazeteler konuya yer verdi. Hepsi de ajanstan aldıkları bu haberi sayfalarında gördü. Ben affınıza sığınarak bir kez daha dikkatinize sunmak istiyorum:
“” Batı ülkelerinde bile tehlikeli sokak gösterileri olabileceğini belirten Başbakan Bülent Ecevit, Türk halkının ‘sabırlı’ olduğunu bildirdi. Başbakan Ecevit, Türkiye’de sosyal patlama tehlikesinin bulunmadığını öne sürdü. Ecevit, “”‘Türk halkı ağır sıkıntılar içerisinde olsa da geleceğe umutla bakıyor ve bu ekonomik programın mutlaka başarıya ulaşacağına, ulaşması gerektiğine inanıyor. Onun için bazı başka gelişmiş ülkelerde bile, sokaklarda tehlikeli ölçülere varan olaylar, toplantılar olurken, Türkiye’de bu konularda en çok şikayeti olan toplum kesimleri bile, tepkilerini belli bir ölçü içinde yerine getiriyorlar. Bu da Türk halkının sabırlılığını ve uygulamaya çalıştığımız programa umut bağladığını gösteriyor.””
Sayın Başbakanın açıklamasından sonra nasıl rahatladım anlatamam. Artık sosyal patlama olmaz diye düşünüyorum. Bazı kendini bilmezler bir sosyal patlama olacağı yönünde sağda solda konuşup sinir bozuyordu. Böylece güven tazelendi. Biz bazı gelişmiş ekonomilerdeki gibi sokaklara dökülmeyiz. Sabırlıyız, tahammüllüyüz, güven duyuyoruz. Biz Türküz.
İKİ ESKİ BANKACI
Geçtiğimiz hafta içinde mesaj kutuma düşen bir maili sizinle paylaşmak istedim. Mesaj çok uzundu. Ben ana fikri yansıtacak olan bilgileri koruyup, diğerlerini özet olarak sunmak istedim. Mesaj iki eski bankacıdan geliyor. Onları tanımıyorum. Artık Türkiye’de yaşamıyorlar. Amerika’dan gönderiyorlar mesajlarını. Oturmuş günlük hayatlarını anlatmışlar. Beni çok düşündürdü. Eminim sizi de düşündürecek :
“”Şubat başında Türkiye’den ayrılmaya karar verdiğimizde dolar 672.540 TL idi. Bu mailin atıldığı tarih olan 17 Temmuz itibariyle bir milyon 6 yüz bin lirayı görmüş olduğunu internetten öğrenmiş bulunmaktayız.
Bankacılığa başladığımız 1998 yılında maaşımız 1.214 dolardı. Çalışmaya devam etseydik bugün itibariyle maaşımız 375 dolar olacaktı.
“”Buraya ilk geldiğimiz gün bir galon ( 3.78 LITRE) benzin 1.82 dolarken bugün 1.12 dolara düştü. Oysa bize gelen maillerden Türkiye’de insanların büyük tüp alamayıp, küçük tüp kullanmaya başladıkların öğrenmiş bulunmaktayız.
“”Mayıs ayında Türkiye ciddi işsizlik bunalımı yaşarken, bizler uçağa binmeden önce Hürriyet İnsan Kaynakları gazetesi tek sayfaya inmişti. Burada halen çıkan ve sadece yerel işleri kapsayan insan kaynakları gazetesinde ilanlar küçük font gazete harflerinden oluşuyor. Gazete toplam 18 sayfa.
“”Amerika’ya gelme planı yapmadan önce Türkiye’de kendi işimizi yapmak üzere bir şirket kurmaya karar vermiştik. Bu şirket o gün itibariyle yaklaşık 450-500 milyona kurulabiliyordu. O günkü kurdan düşünürsek yaklaşık 900-1000 dolar gibi bir rakamdı. Oysa geçen haftalarda, Amerikan yasalarını hiç bilmeden kimseye danışmanlık ya da hayatınızda bir daha görmeyeceğiniz insanlara evrak takip paraları vermeden bir şahıs şirketi kurduk. Şirketi kaça kurduk dersiniz? 20 dolara. Sıra beklemeden, kimseye para vermeden, karışık bürokratik işler yapmadan ve bir günde yaklaşık 15 dakikada.
NOTER BİR DOLAR ALIYOR
“”İki yıl önce çamaşır makinesinde yıkayıp kırdığım ehliyetimi değiştirmeye bir türlü fırsat bulamamıştım. Amerika’ya geldiğimiz ilk gün, ehliyetimizi aldık. Bitirdiğim okulun diplomasını götürmek zorunda kalmadım, Ne ikametgah senedi, ne tasdikli nüfus cüzdanı örneği istediler. Her işlemden sadece 1 dolar alan noterin tasdikiyle ehliyet artık kullanıma hazır oluyor. Harcadığım toplam süre 1 saat.
“”Daha ne kadar örnek verebilirim bilmiyorum. Sokakta karşılaşan ve birbirini tanımayan insanların içtenlikle selamlaşmasından mı söz edeyim yoksa Chicago gibi bir dev metropolde ilk geldiğimiz gün bindiğimiz otobüs şoförünün aracı durdurup bagajlarımızı taşımasından mı söz edeyim.
“”Burada her şey güllük gülistanlık mı? Tabii ki değil.
“”Örneğin bizi ABD’de karşılayan ve evinin bir odasını 300 dolara kiralayan ve hiçbir konuda yardım etmediği gibi yüzüstü bırakan bir Amerikalı da tanıdık. Aynı muhitte iki oda bir salon evi 200 dolara bulabileceğimizi anladığımızda zaten çoktan kazığı yemiştik. Bu kişi ne yazık ki Amerikalıyla evli bir Türktü. Dünyanın öbür tarafına gelip yine bir Türk tarafından aldatılmak kötü ama alışkanlığımızın olduğu bir şey.
“”Bu bir zihniyet meselesi. İnsanların kendilerine geçmişlerine güveni meselesi, yönetenlere yönetenlerin yönettiklerine güveni meselesi. Ben enflasyon kuşağıyım. Burada her ay daha fazla kazanmam gerekiyor diye düşünüyorum. Oysa fiyatlar düşüyor ve her ay daha rahat geçiniyorum.
BOĞAZDA ÇAY İZMİR’DE KORDON
“”Geçen gün gürültü yapan iki kişiyi polise şikayet ettik. Polis daha telefonu açtığımızda bize evin adresini verip teyit istedi. Ankara Kızılay’daki evimin arka sokağında sabah 3:30 da köy düğünü yapan kapıcıyı şikayet ettiğimde polis bana zabıtayı aramam gerektiğini söylemiş, zabıta o saatte kapalı olduğundan belediyeye yönlendirilmiş kimseyi bulamayıp yeniden polise döndüğümde şu yanıtı almıştım: “” Her hafta düğün yapmıyorlar ya bırak işte eğlensinler.”” Amerika’da 5 dakika sonra şikayet ettiğimiz adamları yakalayan polis, durumu bildirmek için evime gelmelerini isteyip istemediğimin telefonda teyidini aldıktan sonra kapıma kadar gelip yardımlarım için teşekkür etti. Bundan sonra toplum huzuru için daha aktif çalışacaklarının sözünü verdi.
Bunun alınan maaşlarla, içinde bulunulan şartlarla ilgisi yok. Sanırım bu bir anlayış meselesi, saygı meselesi. Sanırım son 40 yıldır kayıp kuşaklar yetiştiriyoruz, insan kalitemizi düşürdük. Kaza anında insanlar tüm arabalarını durdurup nasıl yardım edeceğiz diye koştururken ve polis gelince yoldan gecenler dahi bekleyip kendi ifadelerini verirken, biz haklı ve doğru olanları suçlu ve güçlü olanlarla yalnız bırakmayı, “”Aman durma şahit yazarlar abi”” gibi mantıkları geliştirmeyi tercih ettik.
“”Boğazda oturup çay içmeyi özlüyoruz, canımız Ankara simidi çekiyor, İzmir’in kordonunda yürümeyi çoook özlüyoruz. Ama keşke demekten öteye gitmiyor duygularımız.
İki eski bankacıdan sevgilerle.””
DAHA BÜYÜK BİR PATLAMA
Size göre bir sosyal patlama nasıl olur?
Ya da şöyle sorayım sorumu, size göre bir sosyal patlama nasıl olmalıdır?
Sosyal patlama tarifi gereğince sokaklara dökülmek, camı çerçeveyi indirmek, bir yerlere ya da birilerine zarar vermek mi gerekir?
Mektubu yazan iki bankacı sizce patlamış iki insan sayılır mı? İki kişi oldukları için bunun adına sosyal patlama denmez mi yoksa?
Yani onlar yalnızca patlamış mısır mı?
Yukarıdaki satırları okuyup da benim sizleri yurtdışına gitmeye teşvik ettiğimi sanmayın sakın. Tam tersine gitmeyin diyorum. Ama bu bir başka yazının konusu.
Mektupta yazılanları anımsatan olaylar ya da kişiler eminim sizin çevrenizde de yaşıyordur. Dolayısıyla tek bir satırını bile hayretler içinde okumadığınızı biliyorum. Ben de hayrete kapılmadım.
Ama ben dehşet içindeyim.
Büyüklerimiz hala sosyal patlama olmasını beklemediklerinden söz ediyorlar. Sanırım ben olmasını tercih ederdim. Yukarıdaki satırlarda daha büyük bir yitiklik, daha büyük bir ümitsizlik, daha büyük bir hayal kırıklığı var çünkü. Sanki bireyler tek tek patlıyor. Unutmayın insanlar yıkıp kırıp döktüklerinde, hala bir şeyleri onarmayı ümit ederler. Yukarıda ise tamamen kaybetme, yitirme bir daha geri dönmeme var.
Bu düpedüz bir sosyal patlama. Artık geri dönüşü olmadığı zaman mı göreceğiz gerçeği?
HOŞ GELDİN İŞSİZLİK
Şubat ayında işsiz kalan bir bankacı tanıdığım, mesleğini çok sevdiğini, bunun için büyük fedakarlıklar yaptığını anlatıyordu. Yurt dışında okumuş, yurt içinde kişisel gelişimini tamamlayacak eğitimlere katılmıştı. Evliydi, mesleğini seviyordu, bankacı kalmak istiyordu, üst pozisyonlara doğru hızla ilerliyordu. O sırada orta kademe yöneticiydi. Pozisyonu stratejik öneme sahipti. Ama olan oldu.
“”Bugüne kadar ki hizmetleriniz için teşekkür ederiz”” dediler.
Hoş geldin işsizlik.
İş aradı istediği gibi bir şey bulamadı. O ne istediğini biliyordu. O bankacı kalmak istiyordu. Bir yandan iş başvuruları yaptı, diğer yandan yurt dışında bir bankanın Türkiye temsilciliğini almaya çalıştı. İşler yoluna girmeye başlamıştı. Yurtdışındaki banka olur vermişti. Görüşmeler tamamlandı.
İkinci kriz!
Yabancı banka özür diledi görüşmeleri kesti. Bir başka zaman buluşmak üzere el sıkıştılar.
Kendisi gibi bankacı olup da işsiz kalan bir arkadaşı orta ölçekli bir aile şirketinde işe başlamıştı. Ön ayak oldu, aynı şirkette o da işe başladı. Biraz rahatladı, nefes alma olanağını yakalamıştı. En azından çark yine dönecekti. Düzenli gelire yeniden kavuşmuştu.
“”Mutlu musun?”” diye sordum. Bir saniye bile düşünmedi. “”Hayır”” dedi. “”Mutlu değilim. Ya bende bir gariplik var ya da bu insanlarda. Alışık olmadığım bir ortam, alışık olmadığım tarzlar ve ilişkiler. Bizim bundan birkaç sene önce terk ettiğimiz yöntem ve mantıklarla çalışmaya çalışıyorlar. Üstelik bunları yeni keşfettikleri için yeni olduğunu düşünüyorlar ve dört elle sarıyorlar. Son derece alaturka.””
“”Kalıcı olursan belki hem sen onlara, hem onlar sana alışır, üstelik şirket de bundan fayda sağlar”” demeye kalmadı “”Hayır. Kalmayacağım. İlk fırsatta gidiciyim. Bana göre değil”” dedi.
İKİ AYRI TÜRKİYE
İki ayrı Türkiye olduğundan söz etti. Bir tanesi bir zamanlar mensubu olduğu bankacılık, diğeri reel piyasa. Şimdi bulunduğu yer. İlkinde teknoloji var, eğitim var, dünyayla entegrasyon var, yeni gelişmeler, hız ve risk var. Vardı! İkincisinde sermaye var, temkinli olmak var, karar verirken tutuk olmak var, tepeden ve tek elden yönetmek var; risk yok, dış dünya yok…
Birinde hayal var, öbüründe gerçekler. Birbirine uyum sağlamakta güçlük çeken iki grup insan. Oysa birbirlerinin işine ne kadar da yarayacaklar.
Bir tanesi diyor ki, “”Bizim bankanın koridorunda bir uçtan diğer uca bağıra çağıra konuşmamız söz konusu bile olmazdı, burada günlük konuşma tarzı böyle. Bana mümkün olduğunca saygıyla ve tolerans içinde yaklaşıyorlar ama kendi aralarındaki ilişki görülmeye değer.””
Bu sözler bana, birkaç yıl önce yazdığım bir haberi anımsattı: Bankacılığın en şaşalı günleri. Bir büyük banka… Ve tabii daha sonra diğerleri ve neredeyse hepsi onu izledi. Bu banka, çalışanları için giyim kuşam rehberi hazırlattı. Büyük bir firma danışmanlık hizmeti aldı. Videokasetler hazırlattı. Çalışanlara, deodorant kullanmaktan, beyaz çorap giymemeye, bıyıkları kesmekten her gün duş alıp günde minimum iki kez diş fırçalamaya kadar uzanan, fazla makyajın, abartının profesyonel hayatta yeri olmadığını anlatan eğitimler verdiler. Yetmedi çalışanlarını gruplar halinde eğitime gönderildi.
Sonra geçen gün görüşlerini aldığım yerli ve yabancı işadamlarının bizim işin gösterişinde olduğumuzu içeriğe bakmadığımızı söylediklerini anımsadım.
Aynı ülkede birbirini anlamayan gruplar. Nasıl anlasınlar. Birisi sanal yaşadı, diğer reel yaşıyor.
Artık buluşma zamanı.
Sizce bu örnekteki eski bankacı sosyal patlama tarifine girebilir mi? İleride mısır gibi patlayacağının sinyallerini veriyor.
KARINCALAR DA PATLAR
Örnek çok. Hem de o kadar çok ki. Hangi birini buraya taşıyayım bilemedim. Geçtiğimiz hafta yazdığım, “”Karıncalar kadar olamıyoruz “” yazısına gelen yanıtlardan bir tanesini sizinle paylaşmak istedim:
“”Bu yazı beni çok gerilere, küçüklüğüme götürdü. Çocukken en çok sevdiğim hayvanlar karıncalardı. Bütün yaz, yazlık evin bahçesinde, elimde ekmek dilimi ile karıncaların peşinden koşturup onları doyurmaya çalışırdım. Yıllar sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni kazandığımda en çok hoşuma giden şey okulun ambleminin karınca olmasıydı! Bu nedenle okuldan bir türlü ayrılamadım. İnsan kaynakları konusunda lisans, yüksek lisans ve doktora yaptım.
Hep çok çalıştım. Çünkü ben bir karınca severdim! Çalıştığım iş yerlerinde hep performansımla örnek gösterildim. En son çalıştığım iş yeri daha önce çalıştığım yerlerden oldukça farklı olmasına rağmen orada da çok çalıştım ve kendimi herkese kabul ettirdim. Müdür unvanı alan ilk ve tek kadın yöneticiydim. Sonra ocak ayında kendimi 450 kişiyle birlikte tek kuruş tazminat alamadan kapının önünde buldum.
O günden beri iş arıyorum. Eğer görüşmeye çağırsalar ve sonra elensem gam yemeyeceğim. Ya hiç haber gelmiyor ya da çağrıldığınız iş yerlerinde üniversitelerin açtığı 2-3 aylık insan kaynakları eğitim programlarına katılmaktan insan kaynakları ile ilgili hiçbir bilgisi ve deneyimi olmayan uzman yardımcıları ile muhatap oluyorsunuz. Teoride kazananlar karıncalar olsa da gerçek hayatta hep ağustos böcekleri kazanıyor.
Sahi, acaba amblemi ağustos böceği olan bir okul var mıdır? “”
Sahi bu kişi sosyal bir patlamaya sebebiyet verebilir mi, kendisi bir sosyal patlamanın içine girebilir mi? Acaba o zaten patlamış bir karınca mı?
ORASI BAŞKA DÜNYA
Başbakan Ecevit’in sosyal patlamanın gözlendiğini söylediği Batılı ekonomilerdeki insan kaynakları manzaralarından söz etmek istiyorum biraz da…
Monster.com tarafından yapılan bir ankete göre, “”Yarın işinden atılacak olsalar ne yaparlardı”” sorusuna yanıt verenlerin yüzde 55′i, “”Bir başka yöne doğru ilerlemeye hazır olurdum, zaten özgeçmişim hep hazır. Ben de öyle”” demiş. Yanıt verenlerin yüzde 21′i “”Kendime başıma ayrılacak kadar cesur değilim. Ama artık başka yere sıçramanın zamanı”” yanıtını vermiş. Yüzde 15 şoka gireceğini; yüzde 8 öfkeden köpüreceğini, bu işin hayat boyu devam edeceğine inandığını söylemiş.
2001 yılının sonuna kadar Batılı ekonomilerin daralmaya devam edecekleri ancak 2008 yılına kadar işgücü açığı yaşanmaya devam edeceği var sayılıyor. Batı’da her yıl işgücüne katılan 18 yaş grubunun sayısı çok az. Diğer yandan 65 yaşında emekliye ayrılanların sayısı giderek artıyor. Anlayacağınız gelişmiş ekonomilerde işgücü için daha olumlu bir tablo, işveren için daha olumsuz bir tablo söz konusu. Gelecekte çalışanların ücret paketlerinde daha yaratıcı değerler ve kalemler bulunacağının sinyalleri veriliyor. Orada “”yetenek savaşları”” konsept olarak hala değerini koruyor. Burada yetenekler evlerinde oturuyor. Çünkü işten çıkarıldılar. Yetenekleri istihdam edecek iş alanları da yok.
Anlayacağınız insan kaynakları açısından Batıyla aynı dili konuşmuyoruz. Yurt dışında yapılan araştırmaları Türkiye’ye getirip işe yaramasını beklemek mümkün değil. Bizim demografik yapımız ile ekonomimizdeki daralmanın hızı hiçbir başka Batılı ekonomiye uymuyor.
Batı’da insan kaynakları konularının en popüler başlıklarından bir tanesi bundan böyle kimsenin tam anlamıyla garantide olmadığı ve olmayacağı anlayışıdır. Yani bir şirkete girip, emekli olana kadar orada kalma garantiniz yoktur. Bu geçmişte kalmış bir lükstür. Doğrudur da.
İnsan kaynakları konu ve konseptlerini çok sık Türkiye’ye de getirdik. Adapte etmeye çalıştık. Ettiğimizi sandık. Ama aynı şeyi konuşamadık. Neden mi. İşte yalnızca bir örnek; Batı’da hayat boyu iş garantisini yitiren bir profesyonel işten çıkarıldıktan sonra, bir daha iş bulamamak kaygısı yaşamıyor. Hatta bir süre sonra belki daha iyi bir iş bulabileceğini biliyor. Türkiye’de Şubat krizinden bu yana kapının önüne konulan çalışanların ise bu konuda fazla umutlarının kaldığını söylemek mümkün değil.
Zavallı memur gidip başını kazıtmış bıyığını kesmiş. Bunu da televizyon kanalları ve yazılı basın sosyal patlama diye vermiş. Memur bıyığını ve saçını kestiğiyle kalmış. Bir tek iyi yanı var, o da sıcaklarda daha rahat edecek.
Peki, işini yitirenler ne yapabilir. Sokağa mı dökülecekler.
PKK teröründen sonra belki de en büyük krizi yaşıyoruz. Orada, erkek çocuklarını askere gönderenlerin canı yandı, binlercesi sakat kaldı ve içi yanmaya devam ediyor.
Peki, acaba işsiz kalanların evinde ne yanıyor? Bu kış, bu fiyatlarla hiçbir şey yanmayacağı kesin.
O zaman ne olacak peki. Çocuğu aç kalan, soğuktan tir tir titreyen, evine yemek götüremeyen ne yapacak peki? Herhalde bıyığını ve saçını kesmekle yetinmeyecek. O zaman hala “”Sosyal patlama olur mu”” diye konuşabileceğimiz lüksümüz kalmayacak.
İşin paradoksal yanı ise, karıncalar bile bu kış eve götürecek yiyecek bulamayacak.