PEKİ YA BEN? Ben neden büyümüyorum?

Avrupa Parlamentosu, Hindistan, İran, İngiltere ve Fransa’da art arda ve artçılarıyla yaşanan seçimleri izlediğinizi gelecek ABD seçimlerine kitlendiğinizi, dehşet içinde İsrail Gazze, Rusya Ukrayna savaşlarının hiç bitmeyecekmiş gibi duran seyrine takılıp kaldığınızı… ve daha nicelerini mahalledeki olaylar gibi takip ederek endişelerinizin arttığını tahmin ediyorum. Ben de öyleyim. Ve her coğrafyada yükselen o sevimsiz popülist, aşırı milliyetçi söylem ve eylemleri takip etmek zorunda kaldığım için tuhaf bir öfke içindeyim. Cezaya kalmış öğrenci gibiyim. Ne biçim dünya bu!

Alemden sana ne diyorum kendime…  O zaman da aklıma geliyor ki, kendi ülkemi tanıyamıyorum, sokağa çıktığımda tedirgin oluyorum, o kadar çok acı var ki, tanıdık tanımadık kimseye “nasılsın” diye sormaya korkar oldum. Bazen duyarsızlaştığımı hissedip kendimden uzaklaşıyorum, yarının bugünden daha iyi olmayacağını düşündüğüm zamanlar oluyor sonra ortalığı yıkan bir Türk, bir takım galibiyetiyle dolup taşıyorum… Aynı anda korku, utanç, kıvanç, gurur ve tabii mutluluk, bol güvensizlik yaşayabiliyorum. Ayaktayım, şaşkınım.

Popülizm nedir?

“Bükemediğin bileği öpeceksin, o zaman anlamlandır” diyorum kendime. Birlikte anlamlandırmaya ne dersiniz; Jan-Werner Müller’in “What is Populism?” adlı kitabı, popülizm kavramını derinlemesine inceleyen ve bu siyasi akımın modern demokrasiler üzerindeki etkilerini analiz eden önemli bir çalışma. Müller, halkın gerçek temsilcisi olduğunu iddia eden liderlerin, elitlere ve çoğu zaman demokratik kurumlara karşı bir tepki olarak popülizmi yarattığını ifade ediyor.

Popülist liderler, toplumu “halk” ve “elitler” olarak ikiye ayırıyor. Sonra her daim, bir acil durum ya da bir kriz yaratıyor, yoksa da olduğuna inandırıyorlar. Bu şahıslar, kendilerinden menkul bir şekilde halkın temsilcisi olduklarını iddia ediyorlar. Pekiştirmek için zeki bir hamleyle iletişimi iyi kullanıyorlar. Her şeyden önce halkın diliyle konuşuyorlar: anlaşılır, basit. Alkış toplamak için birilerini ötekileştiriyorlar; “onlar bizden değil”. Görece karizmatikler. Yani size bana öyle gelmeseler de beğenenleri çok.

Hacıyatmaz gibiler… Zaman zaman bastırılıyorlar. Sık sık yeniden doğuyorlar. Hortluyorlar yazmıştım, sildim yeniden yazıyorum. Bulaşıcı bir yanları var…

Onlar böyle ya biz? Kitleler her şeyi ille de tadarak ve yaşayarak öğrenmek zorunda. Yaşadıklarını unutmak istiyorlar. Yeniler geliyor, sıfır kilometre deneyim ve bilgiyle. Haydi yine yeniden. Tarih roman gibi geliyor

Yankı odalarındaki tehlike

Müller’den Ekonomist Martin Wolf’a geçelim, “Democracy’s Years of Peril” diye bir röportaj serisi hazırladı. Son derece güncel. Wolf, Financial Times Baş Ekonomist’i. Metin ve ses formatında beş bölümden oluşan çalışma, Batılı liberal demokratik sistemin geleceğine dair yorumlardan oluşuyor. Brookings Enstitüsü’nden muhafazakar görüşleriyle tanınan Robert Kagan demokratik kurumların geleceği ve popülist hareketlerin yükselişi üzerine; Pulitzer ödüllü gazeteci-yazar Anne Applebaum liberal demokrasi ve otoriter rejimlerin yükselişi temasında; Hindistan Merkez Bankası eski başkanı ve akademisyen Raghuram Rajan Hindistan’daki seçim sonuçları ve otoriter yönetim özellikleri üzerine; özellikle Rusya konusunda fikir ve yorumlarıyla dikkat çeken dış politika uzmanı Fiona Hill de küresel demokrasiye yönelik tehditler ve Rusya’nın rolü hakkında konuşuyor. Dikkat çeken diğer konu başlıkları ekonomik eşitsizlikler, kontrolsüz dijital iletişim, kontrolsüz insan göçü ve vizyonsuzluk.

Hepsinden etkilendim, Hindistan örneğini kutu dışı anlatan Raghuram Rajan’ın verdiği bilgi ve yaptığı yorumlardan, kim olduğunu ve ne anlattığını bilmesem bizi anlattığına dair bahse girmeye hazır olduğumdan, daha fazla etkilendim. Ülkedeki sorunları, ekonomik politikalarla çözme gayreti içinde olanların Rajan’ın bu mülakatını okumasını isterdim.

Rajan kısa süre önce gerçekleşen Hindistan seçimlerine büyük bir egoyla giren Narendira Modi’nin seçimlerden sözde galip ama kambur çıktığını ifade ederken, nedenlerini de basit yalın ve yaratıcı cümlelerle ifade etmiş. Malum uluslararası lider olma tutkusu yaşayan Modi, seçim sonrası ancak koalisyonla iktidarına tutunabilme şansına sahip oldu. Türkiye ile benzerlikler hayli fazla.

Rajan seçim sonuçlarından çok mutlu olduğunu bireysel yorumu olarak ifade ettikten sonra, “…asimetrik bir seçimdi… bu seçim halkı etkilemek için sahip olduğu çeşitli kanallar göz önüne alındığında, hükümet politikalarının muazzam bir şekilde reddedilmesi anlamına geldi. …seçim özgürdü, adil değildi. Hükümet ezici bir güce sahipti… seçim sonuçlarının ilginç yanı, otoriter hükümetlerin zayıflığına işaret etmesi oldu. İktidarlar sahada olup bitenlerin mesajını okuyamıyorlar. İşlerin iyi gitmediğini hissettirecek kanalları kapatıyorlar. Elde ettikleri şey bir yankı odası. Hindistan’da hükümet, artan işsizlik, özellikle de genç eğitimli işsizlik ve gıda fiyatlarındaki artıştan duyulan mutsuzluk nedeniyle ortaya çıkan kaygı miktarını anlayamadı. Ana akım medyanın hükümetin her başarısını, büyüdüğümüz şeklinde yansıtması kopukluk yarattı”, diye gözlemlerini aktarıyor ve basit ama nedense duyulmayan şu soruyla noktayı koyuyor: “Geniş halk kitleleri seçimde, tamam, ülke büyüyor. Peki ya ben, ben neden büyümüyorum?” diye soruyor.

Seçim sonuçları düpedüz bu sorunun çevresinde şekillendi. Bizde de… Bu analizi hem dinledim hem okudum ve Türkiye’yi dinlediğimi sanmakla yersiz duygulara kapılmadığıma ikna oldum.

“… sözde bağımsız kurumlar, güçlü bir hükümet tarafından aşındırıldı. Hükümet son on yıldır süper çoğunluğa sahip. Bir hükümet bu tür bir güce sahip olduğunda, ona karşı duran az sayıda bürokrat oluyor. Onlar da baskı altında, kariyerlerinde ilerleme kaydedemediklerini görüyor. Bürokrasi dönüşüyor ve körleşiyor.”

Seçim neyi gösterdi diye bakınca Rajan; “Bu seçim hala bir muhalefet olduğunu gösterdi. …Modi’nin partisi BJP’nin gücünün ideolojiden aldığını, “Hindutva ideolojisi” ya da dini ideoloji hatta siyasallaştırılmış din diyebiliriz ama alınan sonuç, bunun da bir sınırı olduğunu gösterdi”, diyen Rajan ayrıca; “…halk bizim için ne yaptın? diye sordu. 10 yıl sonra iktidarın suçlayabileceğiniz pek bir şeyi kalmıyor. Ve çok önemlidir, eleştirileri bastıran otoriter hükümetler, rotalarını düzeltmeleri gerektiğini göremiyor. İktidardakiler kozalanmış, kendilerine ait bir dünyada yaşıyor, dalkavuklar etraflarında dolaşıp onlara duymak istediklerini söylüyor.” Halkın tepkisiz olduğu yolundaki genel geçer tahmin ve suçlamalarımızla ilgili olarak diyor ki; “…Eğer korku ile yönetilen bir hükümetiniz varsa, tabandan protesto alamazsınız, o protestolar sadece seçimlerde ortaya çıkar.”

 

Bu pasajları tabii ki söyleşinin farklı yerlerinden çekip aldım. Görüşleri gereksiz yorumladığımı ya da sizi yanılttığımı düşünmesem de orijinal dokumanı okumanızı öneriyorum.

Her şeyin bir raf ömrü var. Bir tek bilginin raf ömrü yok. Bayatlamıyor. Çoğalıyor derinleşiyor, gelişiyor.

Dönüp dolaşıp yeniden ortaya çıkan akımların ve popülist liderlerin, kitlelerin duygularına tercüman olmakta başarılı oldukları ortada. Toplumun her kesimine eşitlikçi çözüm sunmuyorlar. Bazı seçim sonuçlarının gösterdiği gibi o zaman raf ömürleri doluyor. Madem hepimiz demokrasi kelimesini ve kavramını çok seviyoruz, madem tek bedenin herkese uymadığını da artık öğrenmiş bulunuyoruz. Güncel koşullara yanıt verebilecek fayda odaklı üst sürüm demokrasi kurmaya odaklanmalıyız. Unutmayalım, “longevity” kavram olarak ne kadar seksi olursa olsun, insanoğlunun bir raf ömrü var. O ömür “güzel” geçmeli.

Paylaş