Sosyal medya en ufak şeyi, hiyerarşiden uzak ve yatay bir iletişimle görünür kılmayı başarıyor. Bingo! Sesinizi dilediğinize, hatta Cumhurbaşkanına, Başbakana, mahalle muhtarına, şöhretli bir şarkıcıya duyurabiliyorsunuz.
Mesele nasıl duyurduğunuz, duyurmanın “üslubu” ya da yöntemi değişti. Anonim olmaya sığınıp terbiye sınırlarında ifade etmek gerekirse; hoyratlaşabiliyoruz. Yazık ki, bunu demokrasi sanıyoruz. Oysa demokrasi herkesin sesi değil miydi? Sosyal medyanın algoritması ne kadar çok bağırırsan, o kadar haklısın üzerine işliyor. Bir de fikir kutuplaşmasının yoğun olduğu toplumlarda yaşıyorsanız, popülist söylemlerin tadına doyum olmuyor. Bilgi, bilim yerine algı ya da duygu konuşuyor, ver coşkuyu pandemisi!…
Ayrışan ve neticesinde kutuplaşan toplumlarda sosyal medya kullanımının hem sebep hem sonuç olarak etkili olduğunu gözlemliyoruz. Bu iklimde sözde demokrasinin unsuruymuş gibi duran vatandaş gazeteciliği öne çıkıyor. Herkes kendisini haberci köşe yazarı sanıyor, herkes kendisini entelektüel görerek kamuoyunu biçimlendirme görevini üstleniyor. Marjinal gruplar, ekstrem düşünceler, aşırı sağ-sol, ırkçı söylemler, ayrımcı politikacılar, mülteci karşıtları, aşırı muhafazakar aşırı dinci gruplar sosyal medyayı etkin kullananlarda başları çekiyor. Gelin görün ister entelektüel ister zır cahil, kitleler kendisine göre tanımladığı demokrasinin temelinde Silikon’lu üç beş şirket olduğunu göremiyor. Kediye ciğer teslim ettiğimizi fark etmiyoruz.
Sesimizi duyurabilmenin sarhoşluğuyla nirvana iyilikle buluşma: Dijitalde vatandaşlık! Meğer ne kadar kolaymış daha önce neden yapmadık diyoruz. Bir tık! Bir klik, elektronik bir imza, Facebook forumda tartışmak… Rahatlatıyor, demokratik sürece katkı vermiş hissediyoruz. Buna İngilizce terimiyle “slactivism” deniyor. Tercüme edecek olursam, pijama terlikle dünyayı değiştirme hali. “Kim tutar seni” diyebilirsiniz. Küçük adacıklarımızda, kendimize benzeyenlerle kendi gerçekliğimizi kucakladıkça coşuyoruz. Ayrı görüşü görmüyor, duymuyor, dokunmuyor, semtinden geçmiyoruz.
Güzel tarafı da yok değil, görmezden gelmek yanlış olur. Çığlıklarımızı sosyal medyada büyüttüğümüzü sanıp, kadın cinayetlerini, adalet arayışlarımızı sorgularken sanmayın evrendeki tek dertliler biziz… Dünyanın genel hali bu! Sosyal medya pozitif anlamda çığlıkları mağdurların, toplum dışına itilmiş grupların çığlıklarını bir anlamda yüksek sesle ortaya döküyor. Karşılığını bulursa şüphesiz güzel. Demokrasinin kuralsızlık olmadığını tartışırken sosyal medyanın ya da her türlü iletişimin sınırsız özgürlük olmadığını bir gün anlayacağımızı ümit ediyorum.
Prof. Dr. Aslı Tunç, Bilgi Üniversitesi Yeni Medya ve İletişim Bölümü öğretim üyesi ve Rektör Yardımcısı… Çalışmalarını beğeniyle takip ediyorum. Kendisiyle gerçekleştirdiğim medya, demokrasi, yurttaşlık ve dijital yaşam sohbetimize buyurun lütfen. Genel medya şemsiyesi altına sığınan güncel gelişmeler o kadar kabarık ki, söyleşi süresince ikimiz de kaybolmamak ya da bir konu ya da bir grup lehine dönmemek için sınav verdik. Altında kalmadığımızı düşünüyorum. Mutlaka konuşacak daha pek çok şey var… Onları da sonraki zamanlara sakladığımızı düşünün lütfen.
Yaprak Özer: “Me Too”, “Black Lives Matter” ya da ABD Yüksek Mahkemesi üyelerinden birinin vefatı ve yeni üyenin seçimi gibi Amerikan hikayeleri, sosyal medya desteği olmasa adeta bizim mahallede yaşanıyormuş gibi gündeme gelir miydi?
Aslı Tunç: Gelmezdi, orada bir paradigma kırılması oldu. Biz, televizyonla, radyoyla ve yazılı basınla büyüdük. Bir gazeteyi almak dokunmak Türkiye’de çok büyük bir gelenekti. Tüketen kısmın pasif olduğunu gördük, sesimiz bir anlamda duyulmuyordu. Biz, iletilen mesajları kabul etme ya da etmeme ama hiçbir şekilde tepki göstermeme konumundaydık.
Yaprak Özer: Edilgen bir halimiz vardı, değil mi?
Aslı Tunç: Aynen öyle… edilgen ya da sesini fazla duyuramayan… En fazla editöre yazı yazardık, köşe yazarlarına şikayet ya da ne kadar beğendiğini gösteren mektuplar gelirdi, ama bunlar diğer kitleler tarafından hiçbir zaman duyulmazdı.
Sosyal medya en ufak şeyi, hiyerarşiden uzak yatay bir iletişimle çok görünür kıldı. Bu görünürlük hem iyi hem kötü, bir kırılganlık da getiriyor, çünkü sosyal medya çok kaygan bir alan. Yurttaş olarak sesinizi Cumhurbaşkanına, Başbakana, yetkili bir isme, şöhretli bir şarkıcıya duyurabiliyorsunuz. Fakat duyurmanın “üslubu” ya da yöntemi değişmeye başladı. Hoyratlaşabiliyorsunuz, anonimliğe sığınıp üsluptan kopabiliyorsunuz. Yüz yüze iletişimin kodlarından sıyrılıp, dayattığı birtakım kurallardan sıyrılıp bazen isimsiz ya da anonim olma durumuna sığınıp bambaşka kurallar getiriyorsunuz. Bu kurallar bazen öyle bir çerçevenin dışına çıkıyor ki, siz hoyratlığın daha üstüne çıkıp, nefret söylemi verebiliyorsunuz. Bu ortam, iyilerin ve kötülerin ya da zarafet ve hoyratlığın birbirine karıştığı bir kaos ortamı yaratıyor.
Yaprak Özer: Şu anda içinde bulunduğumuz dönemi öyle bir dönem olarak mı tanımlıyorsunuz.
Aslı Tunç: Ne yazık ki öyle tanımlıyorum. Çünkü kuralsızlık demokratik çeşitliliğin getirdiği bir şey olarak yorumlandı. Özellikle sosyal medyanın çıkışında; harika, demokratik bir ortam sosyal medya çünkü herkes orada, sesimizi duyurabiliyor doğrudan ulaşabiliyoruz… Müthiş bir demokratiklik, müthiş bir çok seslilik dendi… Olağanüstü övgü dolu sözlerle yazılmış bir literatürle karşı karşıyayız. Fakat sonra işin negatif boyutları ortaya çıkmaya başladı.
Yaprak Özer: Ne kadar çok olursak ne kadar fazla olursak o kadar demokrasi olur mu? Sosyal medya demokrasinin büyümesine mi, altının oyulmasına mı yol açıyor sizce?
Aslı Tunç: Dev ama çok güzel bir soru… Demokrasi dediğimiz sistem, azınlıkların ve sesi az duyulan insanların da hakkını koruma üzerine kuruludur. Ne kadar çok bağırırsanız o kadar haklı değilsinizdir demokrasilerde… Azınlıkların hakkı sistem içinde korunur, temsiliyet sağlanır. Ama sosyal medyaya dönüp baktığımızda, burada çığırtkan olan, sesi yüksek olan, azınlıkları ya da örneğin kadınları ve farklı grupları ezmeye çalışan onları rencide eden kişilerin sesi daha fazla duyulur oldu. Onlar sanki haklıymış gibi yanlış bir algı oluşmaya başlıyor. İletişim teori ve modellerine göre; azınlıkta olduğunuzu hissederseniz baskın görüşün karşısında susmayı ve sessiz kalmayı tercih edersiniz… Bu sindirme, sosyal medyada epeyce görünen bir durum… Çünkü bir sosyal medya linçine ya da trollerin saldırısına uğrama tehlikesi olabiliyor. Risklere çok açık, bu da demokratik ideallere zarar veriyor. Kimin haklı kimin haksız olduğunu anlayamaz hale geliyoruz.
Yaprak Özer: Demokrasiye yapıcı katkı yapmak yerine eksilten bir unsur mu oldu sosyal medya?
Aslı Tunç: Bazı durumlarda ne yazık ki evet… Elbette sadece Türkiye özelinde konuşmuyorum. Dünyanın her tarafında, kutuplaşmayı körükleyen, fikir ayrılıklarını sivri hale getiren bir ortam hazırlamaya başladı.
Yaprak Özer: Amerikan seçim sürecinde toplum ikiye bölündü, az eğitimli bir grup sesini sosyal medyada çok duyurur oldu… Hoyratça bağırdı, “varım” dedi… Demokrasiye katkısını biz mi görmüyoruz?
Aslı Tunç: Karamsar görünmek istemem, analiz etme taraftarıyım. Bir şeyi siyah ya da beyaz olarak algılamıyoruz. Biz akademisyenler sosyal medyanın çok serinkanlı irdelenmesi taraftarıyız. Klavye şövalyesi diyoruz, klavyenin başına geçince hoyratlaşan ve çok keskin bir dille sosyal medyada kendini ifade eden saldırgan olan insanlar…
Eğitimsiz dediniz mesela… O eğitimsiz insanların aslında gerçekten sesinin çok fazla belki toplumun genel oranından çok daha fazla görünür ve duyulur olması, zehirli bir alan yaratması, insanlığı umutsuzluğa ve bezginliğe sürüklemesi…
Fikir kutuplaşmasının yoğun olduğu toplumlarda popülist söylemin görünür olduğunu görüyoruz. İnsanları kavrayan bilgiden ya da bilimsel verilerden çok insanların algısına ya da duygularına yönelen mesajlar… Sabırlı bir şekilde köşe yazısını ya da analiz yazısını okumak yerine 140 karakterli kendi duygularına hitap eden bir tweet’i tercih eden bir genç kuşak var artık. Eskiden sosyal medyayı farklı bir yere koyardık ama şimdi medya ekolojisinin bir parçası. Artık kitle iletişim araçları ve sosyal medya diye ayırmıyoruz sosyal medya işin bir parçası… Ama dediğiniz habercilik anlamında da doğru… Eskiden editoryal bir süreç vardı… Pek çok şey kontrol edilip basılır kitlelere ulaşırdı. Kontrolsüz bir şey var ve editoryal süreç ortadan kalktı… Herkes kendini gazeteci zannediyor. Herkes kendini entelektüel ya da kamuoyunu biçimlendirecek insan zannediyor. Olabildiğince böyle farklı görüşler de ortalığa saçılıyor.
Yaprak Özer: Sonu gelir mi buna da doyulur mu? Ast üst ilişkisi anlamında hiyerarşi değil de süreçler ve disiplinsiz bir medyanın kime ne kadar yararı var? Bu ne kadar cazip bir şey?
Aslı Tunç: Sosyal medya düzenlenebilir mi mesela? Toksik ortamdan kurtulabilir miyiz? Cevabı sansür olmamalı elbette, kapatalım gitsin, sansürleyelim çözüm değil ama nasıl regüle edileceği kültürden kültüre değişiyor. İfade özgürlüğünün sınırlarına göre değişiyor. Bazı kültürler çok daha geniş tutuyorlar bunu… Mesela hakareti bile bir ifade özgürlüğü sayan kültürler var ama bazı ülkelerde çok daraltıyor, o zaman da nefes alamaz hale geliyor sosyal medyanın doğasına aykırı oluyor.
Sosyal medya için dinamizmle, kaotik yapısıyla demokrasiye en yaklaşan yer, herkesin sesi duyuluyor öyle ya da böyle herkes görünür olabiliyor diyorlar… Kimse kimseyi unvanından, konumundan, varlığından dolayı bir başka üst yere koymuyor.
Bazı görüşler pozitif tarafına bakıyor bu kaos güzel, kaostan bir demokrasi çıkacak, bu bir çarpışma diyor. Negatif bakanlar ise, umutsuz görüyor… Gittikçe ayrılan ayrışan kutuplaşan toplumlar sosyal medyayı kullanmaya başlıyorlar. Marjinal gruplar ekstrem düşünceler, aşırı sağ, ırkçılar, ayrımcı politikacılar vs. sosyal medyayı çok iyi kullanıyorlar. Mülteci karşıtları, aşırı muhafazakarlar, aşırı dinciler vs. sosyal medyada etkinler aslında… Bu işin de karanlık bir kısmı var ki, göz ardı edemeyiz.
Yaprak Özer: Bu ortamı medyanın altına bombayı koyan “Big Tech” dediğimiz, Silikon Vadisi diye bulundukları yer olarak sembolleştirdiğimiz teknoloji devleri yapmadı mı? Google, Facebook Twitter… Bunu nereye koyacağız peki?
Aslı Tunç: Bu iş tabii algoritmalara dayanıyor. Dediğiniz gibi Silikon Vadisi’ndeki dev 4-5 şirkete dayanıyor. Biz ifade özgürlüğümüzü bu şirketlerin eline teslim mi etmeliyiz? Onlar mı koruyacak bizim ifade özgürlüğümüzü? Ve üzerinden para kazanmak adına mı kullanacak? Bunlar aslında o kadar paradoksal, birbiriyle çelişen şeyler ki, Facebook ya da Google kontrol edilemeyecek kadar devasa bir yapıya dönüştü. Seçimlere müdahalesi konuşuluyor. Algoritmaların gücü konuşuluyor. Seçmen üzerindeki tavrı… İşte seçim davranışını değiştirir mi diye gücü konuşuluyor. Bunlar çok önemli şeyler; demokrasiye etkisi konuşuluyor bu şirketlerin… Netflix’te çok ilginç bir belgesel var “Social Dilemma” Toplumsal Çelişki denebilir, karamsar bir tablo çiziliyor. Ama bir gerçek payı da var, bir komplo teorisi, bizim kafamızdan yarattığımız bir şey değil… Orada gerçekten demokrasiye müdahale var… Bu da bir şirket yapısının içinde gerçekleşiyor ne yazık ki…
Yaprak Özer: Sizce biz neden bunları tartışmıyoruz Türkiye’de? Konulara ilişkin ilgimiz mi, bilgimiz mi yok? Tartıştığımız en önemli şey temsilcilerinin bulunması vergi ödüyor olmaları ki, bu işin bir yönü… Oysa Facebook rakamlarında Türkiye neredeyse ilk üçte, Instagram’ı en iyi kullananlarda, TikTok almış başını gitmiş… LinkedIn deseniz gayet iyi! Biz herkesin cebinde telefon ve internetinin olduğu bir ülkeyiz. Niye bu umarsızca davranış?
Aslı Tunç: Bilemiyorum… Türkiye’de analiz yapan insanlar görünür olmuyor. Ya da var ama onların sesi duyulmuyor. Ama şöyle söyleyebilirim. Sosyal medya pek çok yöneticiyi korkutur. Kontrolsüz bir ortam olduğu için… Eskiden kitle iletişim araçları kolay kontrol edilebilir araçlardı. Bir gazeteyi, televizyonu çok rahatlıkla kapatabilirsiniz. Ama sosyal medyanın şalterini indirmek o kadar kolay bir şey değil. Bambaşka, dijital okuryazar bir nesille berabersiniz ve o nesil bizim gibi değil onlar için bu tip kaygılar gülünç oluyor. O baskıyı “bypass” edecek teknolojik güce ve bilgiye sahipler… Dolayısıyla içerik yönetimi anlamında eski kuşak yetersiz kalıyor… Hukuk da çok yetersiz kalıyor geriden geliyor, çünkü anlayamıyor. Kişisel veriler, ifade özgürlüğü, insanların mahremiyeti yeniden tanımlanıyor. Sosyal medya dersi veriyorum 120 öğrencim var, zorunlu ders. Onların mahremiyet tanımıyla benimki örtüşmüyor. Bazen şaşırtan sonuçlar da elde edebiliyorum, gençler benden daha tutucu olabiliyorlar. Ve tabii her platformun profili farklı… Facebook’un Twitter’ın LinkedIn’in… TikTok’un mesela… TikTok ayrı bir fenomen… Mesela TikTok’un kullanıcı profili çok daha eğitimsiz bir profil… Bütün dünyada böyle eğlence odaklı bir platform… Biz Türkiye olarak, Twitter’ı farklı kullanıyoruz mesela Almanya’dan.
Yaprak Özer: Ne gibi?
Aslı Tunç: Alternatif haber kaynaklarına ihtiyacımız olduğu için Twitter’ı gazetecilik anlamında kullanıyoruz. Haber kaynaklarımızı çoğaltmak, alternatif alanlara yönelmek için muhalefetin kullandığı bir oynama alanı Twitter… Almanya gibi çok gelişmiş gazetecilik geleneğine sahip ülkelerde iyi habercilik alanları olan bir ülkede Twitter’ı popüler kültür için kullanıyorlar. Farklı ülkelerin medya yapısı ya da ifade özgürlüğü sınırı da belirliyor sosyal medya kullanımını…
Yaprak Özer: Söylediklerinizin hepsi anlam yüklü… Demokrasiye bir yandan dinamit koyarken öbür taraftan müthiş bir açılım… Sosyal medyanın düğmesini kapatamamak, paradoksal bir dönemin içerisinden geçtiğimizi gösteriyor.
Aslı Tunç: Farklı perspektiflerden bakmak lazım hiçbir konu siyah beyaz değil… Bu kadar net değil, birbirinin içine geçmiş konular var. Sosyal medya aslında öyle bir ortam ki, çok açılımları var. Amerikan seçimlerini de tartışabilirsiniz, Facebook’un yapısını, kadın cinayetlerini de tartışabilirsiniz…
Yaprak Özer: Büyük bir ekoloji… Burada vatandaşlık da ayrı bir anlam buluyor. Dijital vatandaşlık konusunda herhalde enteresan bir noktaya doğru gidiyoruz, tanımını yapmanızı isterim. Bir yandan aktivist olmak, dijital vatandaş olmak, vatandaş olmanın özünden ayrılmak mıdır?
Aslı Tunç: Dijital yurttaşlık dünya vatandaşı olma hali… Siz kendinizi bütün kültürlere ait hissediyorsunuz… Sınırlar flulaşıyor. Bir davaya kendinizi adamış hissediyorsunuz bu, hayvan hakları olabilir, iklim krizi, kadın hakları olabilir, katılım göstermek, sesinizi çıkarmak istiyorsunuz… Yurttaş olmak sokağa çıkmak mıdır, protesto hakkınızı kullanmak mıdır? İnsanlar artık bunu dijital ortama taşıyorlar. Bazen bir klik, bazen bir elektronik imza verme, bazen Facebook’ta forumda tartışmak aracılığıyla, kendilerini rahatlamış hissediyorlar. Yani yurttaş olarak siz sanki demokratik sürece bir katkı verdiniz, gerekeni yaptığınızı hissediyorsunuz. Buna “slactivism” deniyor İngilizcede… Pijama terlikle oturup hani dünyayı değiştirdiğini ya da yurttaş olarak katkıda bulunduğunu sanma hali… Tabii bir illüzyon… Bu bir yanılsama… Bu pasifliğe yol açıyor. Ve edilgen bir hal… Siz beğendiğiniz bir şeyi retweetliyorsunuz… Diyorsunuz ki tamam işte bakın ben de sesimi çıkardım. Böyle bir şeye tepki gösterdim vs… Tabii bu yeni bir yurttaşlık tanımı getiriyor. Bu yerel olmak zorunda değil, siz dünyanın başka bir tarafında bir hareketin de bir parçası olabilirsiniz… Küresel olma hali ulus devletlerinin sınırlarını ortadan kaldırma hali de akışkanlık getiriyor. Yurttaşlık tanımı tekrar tekrar değişmeye başladı açıkçası…
Yaprak Özer: Ne kadar zamanda olgunlaştığını göreceğiz bu konuştuğumuz konuların, on yıllar mı gerekecek?
Aslı Tunç: Aslında şöyle değişecek; daha dijital okuryazar olacağız… Kuşaklar değiştikçe bu uygulamalara alışkanlık çoğalacak… Özellikle bu kuşaklar arası fark yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlayacak. Mesela ben eğleniyorum öğrencilerimin arasında… Facebook’a kendi anne babaları ya da bir üst kuşak girdiği zaman çıktılar Facebook’tan… Dediler ki, “artık burası havalı bir yer değil…” Resmin altına, “…ah canım yavrum seninle gurur duyuyorum…” diyen bir annenin olmasını istemiyoruz. O yüzden küçük gruplar kurdular… Kendi akrabalarını limitlediler, olduğu gibi Facebook’dan çıkıp Instagram’a doğru yol aldılar. Şimdi artık Instagram popüler… Belki yarın bir başka yer popüler olacak… Platformların adı değişiyor ama şirket aynı kalıyor… Instagram’la Facebook biliyorsunuz aynı şirket. Aplikasyonlar değişecek, insanlar o platformdan o platforma göç edecekler ama kullanım, iletişim hızı artacak… 10 yıl boyunca katettiğimiz yola bakın, sosyal medya kullanımında Türkiye çok aktif, genç ve teknolojiye çok meraklı bir nüfusumuz var. Cep telefonu, mobil teknolojilerin ilerlemesi, ucuzlamasıyla görece olarak, insanların artık daha fazla aldığını cep telefonlarını kullandığını görüyorsunuz. Dünya ölçeğine baktığımızda o bambaşka bir sorun… Orada hala dijital bir kırılma var. Hala pek çok ülkenin önceliği tabii ki dijitalleşme değil. Dolayısıyla kültürler arasında kullanma çok farklı…
Yaprak Özer: Aktif, sosyal kelebeğiz ama birbirimize yakın insanlarla birlikteyiz.
Aslı Tunç: En çok birbirimize benzeyen insanlarla konuşuyoruz. Yani düşüncelerine hayat tarzına giyimine kuşamına belki tahammül ettiğimiz insanlarla konuşuyoruz.
Tahammülsüzlük kırılmayı ve o kutuplaşmayı getiriyor. Biz, farklı dünya görüşünden farklı eğitimlerden insanları görmüyoruz, görmek de istemiyoruz, aslında sosyal medya algoritması da buna göre yaratılmış. Kendi sesimizi duyuyoruz sürekli, o sesi beğeniyoruz. Bu anlamda yankı odaları dediğimiz odalar yaratılıyor. Biz kendi sesimizin yankısını yine kendimiz duyuyoruz, kendimize benzeyen insanları takip ediyoruz, algoritma da zaten bize benzer şeyler de sunuyor. Küçük adacıklar halinde o microcosm’da yaşayıp kendi dünyamızda kendi gerçekliğimizi kuruyoruz. Ama demokrasi aslında bunun tam da tersi… Yani çeşitlilik daha kapsayıcılık farklı düşüncelere tahammül ya da onlarla birlikte yaşama hali… Bütün bunları aslında sosyal medya kırmaya başlıyor. Diyor ki sen kendi adacığında böyle mutlu bir şekilde ol… Kendi arkadaşlarınla konuş… İşte kendi hayat görüşündeki davaları takip et… Onlara işte bağış yap imza topla protesto et vs… Ama ayrı görüşten kimseyi görme ya da hayatın hiçbir şekilde ona değmesin… Şimdi bu aslında en büyük paradoksu sosyal medyanın… Ne güzel kaotik, demokrasi; oysa herkes kendi sesini duyuruyor, görünür oluyor vs… Tehlikeli bir şey! Bize yanlış bir algıyı getiriyor; düşündüğüm şey en doğrusu… biz çoğunluğuz gibi yanlış algılara neden oluyor…
Yaprak Özer: Ne yapacağız?
Aslı Tunç: Kendi dokunduğumuz çevreyi ya da insanları bir anlamda genişletmeye çabalayacağız… Önce problem olduğunu kabullenmemiz gerekiyor. “Comfort zone” dediğimiz rahat olduğumuz bölgeden bir adım dışarıya çıkmamız gerekiyor. Bu sadece polemik ya da çatışma kültürü değil… Çünkü bazen bir şeye sinirleneceğiz bazen belki tahammülümüzü zorlayacak… Ama farklı grupların farklı görüşleri olduğunu görmemiz gerekiyor ve birlikte yaşama kültürünü aslında sosyal medyada da oluşturmamız gerekiyor.
Yaprak Özer: Nasıl öğreneceğiz, nasıl keşfedeceğiz?
Aslı Tunç: Zor bir soru… Kutuplaşmayı körükleyen şeylerden uzak kalmayı öğretebiliriz, mesela nefret söyleminden uzaklaşmayı öğretebiliriz. Hoyrat olmamayı, bir anlamda karşısındakini sindirmemeyi özellikle cinsiyetçi dili kullanmamayı falan… Bunlar öğretilecek şeyler… Ama tabii sosyal medyada rating alan, izleyici toplayan şey, patırtı kütürtü, hoyratlık …
Yaprak Özer: Hoyratlığa ve cehalete yeter artık demeyecek miyiz?
Aslı Tunç: Bu bir sarkaç… Pek çok toplumda şimdi popülist politikalarla ve o hoyratlıkla pek çok şey üst düzeye varmış vaziyette… Ama bu sarkacın bir de geri dönüş var… Herkes Yeni Zelanda’da ne kadar iyiliğin kazandığı üzerine konuşuyor değil mi; kadın Başbakan, iyilik zarafet, hayatlara şefkatle dokunma kazandı vs… Şimdi bu, insanlara iyi geliyor.
Yaprak Özer: Gazeteciliğin geleceğinin ne olacağını düşünüyorsunuz? Klasik muhabirlik editörlük yayın yönetmenliği fotoğrafçılık vs. bitecek mi? Evrilecek mi?
Aslı Tunç: Gerçekten kafa yormaya çalıştığım bir soru… Bir kere gazetecilik habercilik hiçbir zaman bitmeyecek… Tam tersi, böyle karışık zamanlarda kaygan zeminlerde biz haberciliğe çok daha fazla ihtiyaç duyuyoruz. Çünkü habercilik nedir? Bazı şeyleri takip etmek öğrenmek doğru aktarmak ve doğru soruları sormaktır. Bizim o doğru soruları soran gazeteciye her zaman ihtiyacımız var. Evet, meslek zorlaştı, bedelleri ağırlaştı. Ama bu, onlara daha çok ihtiyaç duyduğumuzu gösteriyor. Bizim, cesur iyi dürüst ve vicdanlı gazetecilere ihtiyacımız var. Her şeyden daha çok ihtiyacımız var.
Evet mecralar değişiyor. Vatandaşlar gazetecilik alanına kaymaya başlıyorlar. Kendilerine yurttaş gazeteciliği diyorlar. Bu terime de itirazım var şahsen… Çünkü editoryal süreçleri ortadan kaldırarak her şey bir gazetecilikmiş gibi sunuluyor ve bence bir mesleği birazcık küçültüyor, değerini küçültüyor. Ama sonuçta, dediğim gibi doğru soruyu sormak ve onun peşinde koşmak bir aşk… Ben öğrencilerime de söylüyorum. Gazetecilik bir aşk meselesi… Yani siz ne kadar zorlukla karşılaşsanız da bir öğrencinin bir gencin gazeteci olmasını engelleyemiyorsunuz çünkü merak ediyor. O merakı aslında o ateş yandığı sürece, mutlaka iyi gazeteci oluyorsunuz, ne kadar bedelini öderseniz ödeyin… Ben dönüşse de haberciliğin, her zaman için var olacağını düşünüyorum.
Yaprak Özer: Aynı sayfadayız. Yankı odasındaymışız gibi oldu… Bir de bu tahammül ve tahammülsüzlük konusunda çizgiyle karikatürle demokrasi arasında bir çalışmanız var, neden bu kadar tahammülsüzlük var çizgiye?
Aslı Tunç: Karikatür sanatı aslında, çizgiyle ifade etme, olayları daha basit ama daha çarpıcı halde gösterme sanatı… Bazen biraz abartıya kaçma sanatı… Çizgiyle ifade ettiğiniz zaman ve karşı tarafı gülünç duruma düşürdüğünüz zaman çok büyük bir tepki oluyor. Bazıları karikatür sanatını rencide etme sanatı olarak algılıyor. Dini değerlere, inanç sistemlerine değdiği anda tabii çok farklı tepkiler geliyor. Bu çok büyük bir tartışma alanı elbette, ifade özgürlüğü literatüründe tartışılıyor. Çok bedeller ödedi karikatürcüler bu topraklarda da başka yerlerde de… Gülünç duruma düşmek insanların en korktuğu şey… Özellikle iktidardakilerin… İnsanların tiye alması, sarkastik bulması vs… Yani siz bir kişiyi ya da bir grubu çok ciddi eleştirebilirsiniz… Bu o kadar etki yapmaz ama gülerseniz, büyük etki yapar… Tepkinin sonucu gülünç olma korkusunda yatıyor…