Prensi Bulana Kadar Bütün Kurbağaları Öpeceksin

Michelangelo’ya, Vatikan’daki Sistine Şapeli’nin tavanına fresk boyaması görevi verilince korkup Floransa’ya kaçmış. Aradan iki yıl geçip, Papa’nın ısrarı karşı konulamaz boyuta ulaşınca, çalışmaya başlamış. Nikolas Kopernik dünyanın güneş etrafında döndüğünü keşfedip, buluşunu yakın çevresi dışında kimseye söylemeyi ya da yayınlamayı reddettiği için, astronomideki bu müthiş buluşu onlarca yıl sonra öğrenebilmişiz. Bugünün efsane Apple markası fikrini duyan yatırımcı, Steve Wozniak ile Steve Jobs’a 250 bin Dolar yatırım teklif etmiş. Wozniak, “ben Hewlett Packard’dan ayrılamam işimi bırakamam” demiş. Wozniak garantili işimden olur aç kalırım diye korkmuş, Michelangelo ben ressam değil heykeltraşım beceremem diye korkmuş, Kopernik kendisiyle alay edileceğini sanmış korkmuş.

Yüzlerce binlerce kere

Shakespeare’den kaç eser sıralayabilirsiniz. Bir iki bilmediniz üç!… Macbeth, Othello, Kral Lear. Benden bu kadar.  Shakespeare’in 37 tiyatro oyunu, 154 sone yazdığını bilmezdim. Mozart 35 yaşında ölmeden 600’den fazla eser bestelemiş. Beethoven 650… Bach, binden de fazla! Ne kadar çok beste yapılırsa, aradan çıkabilecek başarılı örnek şansı o kadar fazla. Picasso’nun bin 800’den fazla tablosu, bin 200’den fazla heykeli, 2 bin 800 seramik çalışması, 12 bin çizimi var. Kaç adet eserini ezbere sıralayabilirsiniz. Einstein’a gelelim, 248 buluşundan kaçını söyleyebilirsiniz. Özetle hiçbirisi onları tanıdığımız bir iki adet sarsıcı buluşla hedefi 12’den vurmuş değil. Başarana kadar, yüzler hatta binlerce adet proje ya da eser geliştirmişler. Peki nasıl bir şey bu yaratma durumu; kim bu adamlar?

Ortak noktaları ne?

Ortak noktaları orijinal olmak; anlamı tek başına yaratıcılık değil. Üretmek şartıyla, orijinal olmak için hayallerin gerçekleşmesi gerekiyor. Mobus Yayınevi’nden Adam Grant’e ait “Orijinaller”i okurken çok şey öğrendim. Ağırlıklı teknolojiyle ilişkilendireceğimi sandığım bilgiler, sanat, siyaset, sosyoloji ve psikoloji tatlarıyla karşıma çıktı. Kafamdaki önyargılardan bazılarını salladı diyebilirim. Ben kitabı Türkiye üzerinden okudum, kendini çok yaratıcı sanan kültür ve coğrafyamızdan neden orijinal birey ve fikir çıkmadığını görebildim. Problemimiz orijinalliğin Allah vergisi olduğunu sanmamızdan kaynaklanıyor. Böylece aslında, bilginin de gerekli tüm meziyetlerin de doğuştan bize mikro çip misali “embed” edildiğini sanıyoruz. Orijinal olmak, işin içinde genetik faktörler olsa da doğuştan gelmiyor, çalışmak, sonsuz denemeyle açıklanabiliyor… Orijinal düşünürler için nicelik, niteliğe giden yolda en kestirilebilir yol diye tarif ediliyor. Anlamı, masaldaki gibi olmuyor; prensi bulana kadar bir sürü kurbağa öpecek, defalarca deneyeceksin.

Direkten dönen efsane projeler

Star Wars, E.T., Pulp Fiction, yayın dünyasından Narnia Günlükleri, Anne Frank’in Güncesi, Rüzgar gibi Geçti, Sineklerin Tanrısı, Harry Potter’ın yapımcı ya da yayımcılara sunulduklarında reddedildiklerini öğrenmek beni şaşırttı. Oysa uzun olduğu için çocuklar okumaz denilen kitaptan Harry Potter’ın yazarı J.K: Rowling 25 milyar dolar (2015 rakamı) servet yaptı.

Hayaller başka, gerçekler başka

Orijinal bireylerin hamurunda genler ve azim dışında başka ne var? Çok yaratıcı olduğunu düşündüğümüz, fikirden fikre zıpladığını sandığımız insanlar sıkıcı olma derecesinde temkinli. Maceradan uzak duruyorlar. Bunun için ölümsüz eserler yaratabiliyorlar… Dünyayı sarsan buluşunu yapıp, memuriyete devam edenler var. Konuyu girişim kültürümüze bağlamak istiyorum. Bazı toplantılara katıldığımda sanırsınız ki Türkiye girişim dehalarıyla dolu. Mangalda kül bırakmadıkları gibi, bir kerelik sıçrama ve ufak tefek başarılar egolarını yelken gibi şişiriyor. Oysa anlıyorum ki, en iyi girişimci risk alanlardan değil, risk almayı bile risksiz hale getirenlerden çıkıyor. Hayallerinizi zedelediğim için üzgünüm.

Dehaları öldürüyoruz

Diğer bir araştırma bulgusu ise deha! Dahi çocukların yetenek ve hırslarına karşın dünyayı ileri götürecek orijinallikte olmadıkları saptanmış. Takip eden satırlarda neden olduğuna dair somut örnek verecek olsam da bu çocukları dahi oldukları için keşfediyor sonra, dehalarını ezbere ve tekrara boğduğumuz için kopya eser icrasına mahkum ediyoruz demekten kendimi alamayacağım.  Carnegie Hall’da konser veren, satranç şampiyonu, Bilim Olimpiyatlarında dereceye giren bu çocuklar pratik yaparak mükemmelleşiyor ama orijinallikten uzaklaşıyormuş. Sonsuz tekrar, gayret ve azimle Mozart ya da Beethoven’ı mükemmel yorumluyor, buna karşın özgün bestelerini yaratmayabiliyorlar.

Orijinalliğin sırrı

İnsanların, başarma gereksinimleri orta düzeyi geçtiğinde daha az yaratıcı olduklarını gösteren kanıtlar bulunuyor. Tabii buna eklenecek bir sürü başka özellik var. Benim dikkatimi çekenlerden birini Steve Jobs söylemiş; “Yenilikçi bağlantılar kuracaksan deneyim kümen herkesinkinden farklı olmalı.” 1901-2005 arasında Nobel Ödülü alanlar incelenmiş. Ödülü kapanlar ile bu etikete sahip olmayanlar arasındaki fark mercek altına alınmış, Nobellilerin sanatla ilişkisi yüksek. Oranlar şöyle; Nobel alanlarda enstrüman çalan (2 kat), resim heykelle uğraşan (7 kat), şiir roman yazan (12 kat) hiçbir yan uğraşı olmayandan daha fazla. Hobileri arasında resim, heykel, mimari, edebiyat bulunanların girişimci başarısı da daha yüksek. Sanat, yaratıcı iç görünün güçlü bir kaynağı olarak nitelendiriliyor. Tarihten bir örnek; Galileo, sıradan teleskopuyla yaptığı incelemeler sonunda ayda dağlar bulunduğunu söyleyebilen ilk ve dönemindeki tek kişi. Başka gökbilimciler de benzer teleskopla çalışıyordu. Meğer Galileo’nun resim bilgisi, gördüğü karanlık ve aydınlıkları yorumlamasına yardımcı olmuş.

Orijinallik, açıklanamayan gizemli unsurların bileşkesiymiş gibi duruyor ancak gördüğüm kadarıyla hepsinin arkasında somut bir neden var. Örneğin sezgi. Bazılarının sezgisi çok kuvvetlidir. “Allah vergisi” deriz. Henry Ford, müşterilerime sorsaydım, daha hızlı giden at isterlerdi” demiş. O arabayı yarattı. Nobel ödüllü psikolog Daniel Kahneman ile uzman Gary Klein, sezgi üzerinde çalışmışlar. Sorulardan biri de; “Orijinal insanların sezgisi yüksek mi, neden?” Sezgiler, ancak insanlar tahmin edilebilir bir ortamda karar vererek deneyim edindiyse güvenlidir diyorlar. Değişim sezgileri olumsuz etkileyen önemli bir etken. Değişimin hızı arttıkça ortada referans kalmıyor, hatalar artıyor. İçinde yaşadığımız dönem sezgilerimizi çok ama çok zorluyor. Bu nedenle ben uçan fikirlere kapımı kapadığımı söyleyebilirim.

Neye maruz kalırsak ona…

Kitaptan dikkatimi çeken bir bölümü daha paylaşacağım. “Maruz kalma etkisi” demiş yazar. Bir şeye ne kadar çok maruz kalıyorsak, onu o kadar seviyormuşuz. Bir yüze, sese, tada, markaya ne kadar aşinaysak onu o kadar seviyormuşuz. “Sıfır orijinal” bulduğum siyasetçilerle ilişkimizi açıkladığını düşünüyorum. Küresel anlamda açıklamakta güçlük çektiğimiz seçim sonuçları “maruz kalma” etkisi mi? Stockholm Sendromu’nda rehin alanlarla kurduğun sevgi bağı misali. Alışkanlık bıkkınlığa yol açmazmış. İnsan bir fikre 10-20 kez maruz kaldığında beğenisi artıyormuş. Karmaşık fikirler için daha fazla maruz kalmak daha etkin sonuç veriyormuş. Hatta fikirler kısa tutulup başka fikirlerin içine karıştırıldığında hedef kitle üzerinde daha etkili oluyormuş.

Ertele erteleyebildiğin kadar

Ne kadar doğrudur bilmem, dünyanın gelmiş geçmiş sayılı kalemlerinden biri olan Mark Twain, “yarının işini asla bugünden yapma” demiş. Orijinal insanların ya da orijinal fikirlerin son anda çıktığına dair bir ortak anlayış var. Bu ifade yüzünden altında yatan derinliği atlamak istemem. “Ertele erteleyebildiğin kadar teorisi” gerçekte orijinal fikirle gelen kişinin ertelediği sürece yaşadığı gelişimi ve süreç boyunca başka unsurlardan etkilenerek orijinal ürünü yaratmasını ifade ediyor. Tarihten ilginç birkaç örnek paylaşmak istiyorum. Martin Luther King’in tarihe mal olan “I have a dream” (benim bir rüyam var) konuşma repliği… King’in çevresindeki iletişimcilerin uzun çalışmalarından çıkmamış. King, kendisi adeta doğaçlama çıkarmış. Aylar öncesinden konuşma yapacağı tarih belli olan King, son ana kadar metni yazmamış, çalıştığı ekiplerden defalarca not çıkarmalarını istemiş. Konuşma sırasını beklerken bir gece önce yazdığı konuşma metnini karalamaya devam edip durmuş. “I have a dream” konuşma yaparken King’in yakınındaki dinleyelerden Gospel sanatçısı Mahalia Jackson’dan çıkmış. Jackson, “hayallerini anlat Martin” diye bağırmış. King reaksiyon vermeyince “rüyalarını anlatsana Martin” diye üstelemiş. İşte, “I have a dream” o anda çıkıyor. Dinleyiciden aldığı reaksiyon karşısında konuşma metninde “rüya” tekrarı yaşanıyor.

Geciktirme, erteleme yaratıcı düşünenlerin ortak özelliği. Erteleme üretkenliğin düşmanı olduğu gibi yaratıcılığın kaynağı da olabiliyor. Leonardo da Vinci, Mona Lisa’ya 1503’de başlamış, ölmeden kısa bir süre önce 1519’da tamamlamış. Başarıyla başarısızlık arasındaki önemli unsurlardan biri zamanlama (yüzde 42). Orijinaller öncü olmak için acele ettiklerinde duracakları yeri bilmememe eğilimi gösterebiliyorlarmış. Üç binden fazla girişimci üzerinde yapılan bir araştırmaya göre zamansız-piyasanın desteklemeye hazır olmadığı yatırımlar yüzünden kabaca her 4 işletmeden 3’ü başarısız oluyor.

Neden bu yazıyı yazdım;

Başarıya ve güzel haberlere, en önemlisi vasatın düşmanı orijinallere susadık. Her gün binlerce ufak tefek başarımsı olay yaşanan “hız sarhoşu”  dünyamızda tek çare “orijinal” başarı ve fikirler. Bunun için istihareye yatmak, bilimden uzak yaşamak, “annem hamurumu iyi yoğurdu” demek olmuyor. Özetle vasat insan kaynaklarıyla bir şey olmuyor. “Burada orijinal olmama izin verilmiyorsa şansımı başka coğrafyada deneyeyim” diyenlerin gitmesine göz yumarak hiç olmuyor. Kurbağaları öpmekten korkmayanlara ihtiyacımız var.

Paylaş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir