Kurt puslu havayı sever derler ya… krizler sıradanlaşıp, bireyler tükenince kurtlar, “…bir krizden daha bir şey olmaz, verelim coşkuyu bize bezmiş yığınlar lazım…” diye iştah kabartıyor. Dünyanın yeni siyasi dengesi böyle özetlenebilir mi?
Türk asıllı Boris Johnson, olabildiğince İngiliz geldiği Başbakanlıktan, olabildiğince Türk ayrılmış olsa da siyasi literatüre sık kullanılmayan bir kavram yerleştirdi; “fatigue”. Ne diye çevirelim; tükenmek, usanmak, hatta metal yorgunluğu?…
Avrupa’yı tehdit eden Ukrayna Rusya savaşı için “Bu savaş ‘tükenmişlik’ yaşamadan sonlandırılmalı…” ifadesini, bu savaşa alışmadan bitirelim ya da kanıksamadan sonlayalım diye tercüme edilebilecek çıkışı önemliydi. Sanırım korkulan oldu. Pek çokları Ukrayna krizine alıştı, ülkenin içinde ve dışında bu krizi sevenler bile türemiş olmalı. Suriye’de krizin kendi elit kitlesini yarattığı gibi, Afrika kıtasında, Güney Amerika’da yaşanan kabile-uyuşturucu savaşlarından elde edilen karlı işler gibi.
ALIŞMAYIN, DİKKATİNİZİ DAĞITMAYIN
Bir süre önce ilginç bir demeç veren Estonya Başbakanı Kaja Kallas, “Savaş yorgunluğu baş gösteriyor” uyarısı yaptı ve şöyle devam etti: “Rusya yorularak üzerimize geliyor, tuzağa düşmeyelim.” Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelensky’nin, Cannes’da pazarlamacılara konuşması pek ilginçti; “Bu savaşın sonu ve koşulları dünyanın dikkatine bağlı…”
Savaş hali bile trajedileri sıradanlaştırıyorsa, gerisini siz düşünün yaşadığımız diğer iniş çıkışlar neler yapmaz? Ne puslu bir ortam…
“Bir trajedi sıradan hale gelebilir mi?” sorusu kafanıza yatmıyorsa anlamlandırmak üzere haber tüketenlerin neden okumadığını, izlemediğini, tanımlı olay ya da olaylarla ilgilenmediğini sorgulayabilirsiniz. Kamuoyunun tansiyonu neden bir süre sonra düşüyor, yeterli reaksiyonu göstermiyor, bir şey yapmadığı gibi neden kafasını başka yöne çeviriyor?
Tek ya da en büyük suçlu dikkat dağıtan akıllı teknolojiler, gelişen iletişim metotları ya da aşırı bilgi yüklemesi olamaz herhalde. Gerçi o da bezdirdi, dikkatimizi toplayamıyoruz. Her gün adeta tehdit altındayız dersem abarttığımı düşünmüyorum. Çare, daha az haber tüketmek mi, kanalları kapamak, sesi kısmak mı? Bu da bir tür kriz değil mi? Hangi krize alışmalıyız, kendisine mi yoksa ilgisizlik krizine mi? Johnson “alışmadan bitirelim” derken haksız değil.
MUHAFAZAKAR GÜVENSİZ, LİBERAL GÜÇSÜZ
Reuters Enstitüsü’nün kısa bir süre önce gerçekleştirdiği araştırmasına atıf yaparak konuyu iletişime çekeceğim. Reuters’ın analizine göre, haberlere olan ilgi tüm pazarlarda keskin düştü. (2017’de yüzde 63 – 2022’de yüzde 51) Türkiye’yle ilgili kesin veri yok. Reuters göre muhafazakar seçmen, güvenilmez veya önyargılı bulduğu için haberlerden kaçınıyor. Liberal seçmen güçsüzlük ve yorgunluk duygularıyla haberlerden kaçıyor. Buna da pes demek istiyorum tabii. Hem liberal olacaksın, gücün olmayacak bir de yorgun düştüm diyeceksin. Araştırmanın en kritik noktası da bu.
KRİZ İLETİŞİMİ
Kriz iletişim metotları, risk analizlerinin yapılmış olduğu varsayımıyla icraata başlamak ister. Çoğu zaman risk unsurları gözetilmediğinden balıklama krize geçilir. Kriz patlak verdiğinde temel ilke anında müdahale etmektir. Kriz uzatmaya gelmez. Ancak anlıyorum ki, bu taktik ve kriz eylem metotları yenileriyle yer değiştirmiş; kriz çıksın, bırakalım yeterince uzasın… durumdan vazife çıkaralım, alışkanlıkları unutkanlıklarla besleyelim başka dünya düzeni olmayacağını hissettirip, kurulan yeni düzeni tarih kitaplarına şanlı bir dille geçirelim… Ne dersiniz olabilir mi?
ACI AMA GERÇEK
Örnekleri Ukrayna’ya kadar götürmeye gerek bile yok, yolsuzluk, yoksulluk, yoksunluk, enflasyon, kadın cinayetleri, çevre katliamı, iklim vurdumduymazlığı ve daha nicesi… Can yakan yoran konular. Patatesin fiyatı artınca, bir kadın daha öldüğünde, bir siyasetçi ismi anılmayacak yerlerden çıkınca… okumuyoruz, okusak aklımızda tutmuyoruz, üzerine konuşmuyoruz. Yorgunuz.
Vladimir Putin, 24 Şubat 2022’de karadan, havadan ve denizden Ukrayna’yı kapsamlı bir şekilde işgal ettiğinde, savaşın görüntüleri dünyanın dört bir yanındaki izleyicilere anlık iletiliyor dehşet dalgası büyüyordu. Aksiyonun geçtiği mekandan uzakta, patlamaları ve tehlikeden kaçan sivil halkı, kendisini sığınaklara atan anne ve çocukları saatler, günler boyunca izledik. Sonra ne oldu? Bitti. Senesi yakında dolacak, savaş şiddetle devam ediyor. İlk günlerdeki ilgimizi kaybettik.
UZAKLAŞMANIN AHLAKI
Uzaklaşmak ne kadar insani? Acaba insan türü, süregiden travmatik olaylara kesintisiz odaklanmak için yeterli donanıma mı sahip değil. Yoksa bunun nedeni bir kriz enflasyonu mu? Bir trajedi bitiyor diğeri başlıyor. Bir tarafta savaş çıkıyor, açlık başlıyor beri tarafta kuraklık yaşanıyor göçler coşuyor, öteki noktada küresel ısınmaya bağlı fırtınalar, orman yangınları… sosyal çözülmeleri sıralamıyorum bile.
Büyük ve tek kerelik şiddet olması da gerekmiyor. Kitlesel bir pandemi yorgunluğundan çıkmanın peşindeyiz. Bazen çözüm arayışları da benzer bezginlik yaratabiliyor. Örneğin aşı.
Günün sonunda Covid-19’a karşı geliştirilen en başarılı adım aşı olsa da önce yokluğuyla, sonra taklitleriyle… hatta yolsuzluklarıyla ve nihayetinde türlü soru işaretiyle ve tabii ki vücudumuzda yarattığını düşündüğümüz tahribat ve türlü spekülasyonla yordu!
Pragmatist bakış açısının öncü isimlerinden felsefeci ve psikolog olan William James ani şokların önce kesinti, devam etmesi hâlinde alışkanlık yarattığını söylüyor. Alışmak-kanıksamak, metal yorgunluğuna düşmeyi anlamlandırmak üzere tarihi perspektif sunabilir, öneririm.
BİR KERE DEĞİL HER GÜN ÖLMEK
Ülkemizde yaşanan ve yıllardır süre giden yoksulluk, yandaş ve muhalif bölünmesi, korkuyla sindirilme, medya yasakları ve benzer konulardan kaynaklanan mutsuzluk tabii ki ne anlık ne de süren savaş gibi trajediyle mukayese edilemez ama yarattığı yorgunluğu benzetmemek mümkün mü? Bir kere ölmek yerine her gün ölmek gibi.
Soruşturması yapılamayan tren kazası ve niceleri, önlemleri alınmayan ölümcül maden faciaları, evleri barkları hayvanları yanan orman köylüleri… örnek çok çok!… Ölümlere verdiğimiz reaksiyonu kaç gün kaç saat canlı tutabiliyoruz, şaşırmamak mümkün değil. İnsanın duygularıyla sınanması kötü! Çoğumuzun hisleri çaresizliğe, oradan klinik bunalıma dönüşüyor. Konuların banalleşmesi yadırgatıcı olduğu kadar gerçek ve şüphesiz ilginç bir yazı konusu. Peki var mı ilacı?
OTORİTER İKLİMDE YORGUNLUK
Yeni liderlik anlayışı otoriter uygulamalarda daha kolay kök salıyor. Göteborg Üniversitesi Demokrasinin Çeşitleri Enstitüsü’nün (V-Dem) hazırladığı rapora göre dünyada ‘liberal demokrasiler’ son 25 yılda en düşük orana (yüzde 13) geriledi. Dünya nüfusunun yüzde 26’sı “kapalı otoriterlik”le yönetilirken yüzde 44’ü “seçimli otoriterlik” diye tanımlanan sistemde yaşıyor. Türkiye 179 ülkenin değerlendirildiği Liberal Demokrasi Endeksi’nde 147. sırada.
Yorgunluk bahanesiyle haber – bilgi ve tüm iletişim kanallarını kapıyor ya da değiştiriyoruz; acıyı, sorunu görmeye duymaya takatimiz yok. İlk bakışta kendini koruma iç güdüsüyle masum bir hareket olabilir. Ama acaba bundan vazife çıkaran yöneticiler, dolu dizgin krizlerin banalleşmesi için yangına körükle mi gidiyor?… O zaman uyanma vakti çoktan gelmiş.
ÇÖZÜM NE?
Araştırmada işaret edilen kaynaklardan biri kültür teorisyeni Yves Citton, “The Ecology of Attention” (Dikkatin Ekolojisi) adlı kitabında, okurlarını “kriz söylemleri, felaket görüntüleri, siyasi skandallar ve şiddet içeren haberler” aracılığıyla “kalıcı bir uyanıklık” durumu yaratan “medya”dan kurtulmaya çağırıyor. Dijital cihaz ve haber perhizi önerilerini artık yaratıcı bulamıyorum. Çare uyandıracak kadar gerçek, yormayacak kadar olumlu iletişim olabilir mi? Sizin var mı öneriniz, nasıl silkelenir nasıl dikkatimizi toparlarız yeniden?