Sizi bilmem ama ben çok uzun zamandır ve son zamandır tarifsiz duygular içindeyim. Örneğin işyerinde olanı biteni zaman zaman anlamakta, anlam vermekte güçlük çekiyorum.
Ama öğreniyorum ki, herkesin durumu bu. Herkes bir diğerinin kendisini anlamadığını düşünüyor.
Çok memnunum bazı anlamsızlıkları anlamlandıracak ilacı buldum. Çok mutsuzum, çünkü benim bir türlü anlamlandıramadığım şey aslında yaşlanıyor olmamdan kaynaklanıyormuş. Çevremdeki yaş ortalaması giderek düşerken ben geçmişten gelen bir ses, bir dokunuş olarak nereye nasıl dokunacağımı bilemiyormuşum.
Aslında sanırım bir tuzak bu. Gençlerin kurguladığı bir tuzak. İnsan kaynaklarını kendilerine alet ediyorlar.
Sizi bilemeyeceğim, bu satırları okurken artık kendi kendinize düşünüp karar verirsiniz. Benim yaşımdakiler aile büyüklerine baktıklarında onları yaşça pek büyük görürdü. Yani otuzunu aşan herkes kemale ererdi. 20’den yukarı evlilikler kızlar için evde kalmış olmakla eşdeğerdi. Benim kuşağım bizden öncekilerin deneyimlerini biraz olsun esnetti. Ama bazı yaşlar yaşlı gelmeyi sürdürdü. Biz bizden öncekileri beğenmedik. Sanırım bizden sonrakiler de bizi… Ama bir problem var, benim kuşağım bunu anlamıyor.
Bir tek biz yaşlanmadık. Kafalarımız da yani… Yaşlanmayı kendimize konduramadık. Kabullenemedik. Ben kabullendiğimi söyleyemeyeceğim. O kadar çok çalıştık ki, o kadar çok çalışıyoruz ki, bir ömre o kadar çok şey sığırdırmaya azmediyoruz ki, yaşlanmaya fırsat bulamayan bir kuşak olduk çıktık. Bence benim kuşağımın temel sorunu bu. Yaşlanmayı unutmuşuz.
Ben otuz yaşımı kutladığımda kendimi 20’lerin başında sanıyordum. Otuzumu kutlamam akıllanmam anlamına gelmedi. Yaşımı saymadığım, saymaya fırsatım olmadığı için 40’mda da hala 20’lerimin sonunda gibi hissediyordum. Otuzları telaffuz ediyordum ama çok da inanmıyordum. İnanmayacaksınız ama parmak hesabı yaptığımı bilirim…
Geçenlerde çalışma arkadaşlarım dergilerimizden birinde yayınlanmak üzere bir araştırma hazırladılar. Aslında böyle olacağını bilseydim bu araştırmayı hazırlamalarına engel olurdum. Nedir yani… yaş dediğin her yıl gelip geçiyor işte…
Yazının başlığı “Biz ayrı dünyaların insanıyız”. Yazı yayına hazır hale geldiğinde, özellikle okumam tavsiye edildi. Sanırım altında bir takım şeyler aramam gerekiyordu. Açık etmedim tabii… O gün bugündür yazılanları anlamazlıktan geliyorum.
Efendim beğenelim beğenmeyelim, yaşımızla yüzleşelim yüzleşmeyelim olay şu; bugün yönetim dünyası içinde tam dört kuşak bulunuyor. Bu dört kuşağın temsilcileri iş dünyasında farklı kademelerde görev yapıyorlar. Kimi bir takımın içinde birarada, kimi ast-üst ilişkisi içinde birlikte çalışıyor. Zaten kıyamet de bundan kopuyor.
Şu anda bir ofis ortamındaysanız, ne dediğimi anlamanız için kafanızı biraz kaldırın, bilgisayarınızın üzerinden şöyle etrafı görecek kadar. Yaş icabı sizi tek başınıza bir odaya tıkıştırmış da olabilirler, o zaman bir şey alacakmış gibi kafanızı odanızın dışına uzatın ve hızla bir bakın…
Ne görüyorsunuz? Daha çok sizden gençleri olabilir… Tam tersine hep sizden büyükleri görüyor olabilirsiniz… Siz henüz doğmamışken iş hayatına girenler ya da siz üniversitedeyken yeni doğanlarla aynı ortamda mısınız?…
İşte sorun buradan kaynaklanıyor. Bu sorun anında insan kaynaklarınına havale ediliyor. Adına kuşak çatışması, yetenek yönetimi, verimlilik/sinerji… gibi şeyler söyleniyor.
Şimdi soru şu; bu insanlar kim, iş hayatından beklentileri ne, ne tür istekleri var… Çok kabaca dört grubun kim olduğunu aşağıda bulacaksınız. Bu gruplandırma yabancı danışmanlık firmalarının çalışmalarından derlenmiş. Tabii ki bilimsel değil. Ancak literatürü taradığınızda üç aşağı beş yukarı benzer bir kategoriye rastlıyorsunuz. Bu arada, siz hangi gruba girdiğinizi kendinize saklayabilirsiniz.
Yaşlılar; İkinci Dünya Savaşı öncesi kuşak… Emekli ya da emekliye ayrılmak üzereler, seçme şansları var. Ağırlıklı olarak beklentileri yaşlarına ve tecrübelerine saygı.
İkinci grup 1945-1960 arası doğanlar, yani 40-50 yaş aralığında olanlar; Maddi açıdan rahat bir yaşamları var. Farklı kariyer seçeneklerinin olduğunun farkındalar. Maddi açıdan ödüllendirilmek önemli. Ekip çalışması ve yardımlaşmadan zevk alıyorlar. Ancak bu kuşağın günümüzdeki hızlı değişime ayak uydurabilmesi için yeniden mesleki eğitimden geçmesi tavsiye ediliyor.
X kuşağı; (1965-1977 arası doğanlar) 20-35 yaş arasındalar. Yaşam kalitesine önem veriyorlar. Bugün, ağırlıklı olarak savaş sonrası kuşağın altındaki kademelerde görev yapıyor. Dolayısıyla aralarındaki kuşak farkı iş hayatlarına da yansıyor. X kuşağının iş hayatında anlaşılamamaktan dolayı ciddi biçimde mutsuz oldukları varsayılıyor. Bir anlamda geçiş kuşağı oldukları söylenebilir. Üzerlerinde pek çok şey denenecek ve sonraki kuşaklar daha şanslı olacak. Zorluklarla mücadele etmeyi seviyor ama esnek çalışma saatleri talep ediyorlar. Özel hayatlarından çalınmasını istemiyorlar. Bağımsızlıklarına düşkün olduklarını haykırıyorlar.
Y kuşağı; (1977-2000 arası doğanlar). Bugünün yöneticileri için en önemli kuşak. Haklarında çok fazla bilgi yok. Aslında çalışma hayatına çoktan adım attılar. Mesele onları tanımak, kimse tam anlamıyla onları tanımıyor. Şu an için bir tür denek konumundalar.
Bugün en önemli rekabet aracı insan. Artık makina almak sorun değil. Yeni binaya taşınmak eskisi kadar zor değil. Teknoloji satın almak mümkün. Kredi bulmak da eskisi gibi dert değil. Ama bir türlü doğru yere doğru insanı yerleştirmek kolaylaşmıyor. İstediği parayı veriyorsunuz, olmuyor. Tam aradığınızı bulduğunuzu sanıyorsunuz olmuyor. Günlerce ilan veriyorsunuz aralarından istediğiniz gibi bir şey çıkmıyor. Eskilerle olmuyor, onların naftalin koktuğunu düşünüyorsunuz. Yenilerle olmuyor onlar da süt kokuyor. Aradakilerle de olmuyor…
Peki ne yapacağız biz? Bu mutlu formulü bulanlarınızı bu köşede fikirlerini beyan etmeye davet ediyorum.
Kamu, özel, dernek, vakıf… Ne olursa olsun, şirketlerin en önemli sorunu insan. Yetenek yönetimi deniyor. Yetenekleri bulmak, istihdam etmek ve elde tutmak o kadar da kolay değil. Her kuşağın iş hayatından beklentisi farklı. Aslında sanırım yanıldığımız konu, çalışanlara toplu bir grup olarak bakmamızdan kaynaklanıyor. Oysa şirketin insan kaynakları belli jenerasyonlara böldüğünüz zaman, farklı istekleri olan gruplardan ortaya çıkıyor. Farklı istekleri olan bu insanlara, tek bir insan kaynakları modeli sunmak yetmiyor.
“Ne istediğimi anlatamıyorum”
“Benim beklentilerimle uyuşmuyor”
“Ben iş hayatına ilk girdiğimde gece gündüz demeden çalışırdım, halbuki yeni kuşak çalışmadan para kazanmak istiyor”
“Saat 18.00 dediniz mi yoklar”
“Sabah mesaiye geç kalıyor”
“Yeterli saygıyı göstermiyor”
“Beni motive etmiyor”
“Heyecanlandırmıyor”/ “Heyecanlı değil” gibi gibi gibi…
Hadi çıkın işin içinden.
İnsan kaynakları yöneticilerinin işi gittikçe zorlaşıyor… Yeni kültürü kabul etmek ve yeni ilişkiye uyum sağlamak kuruluşların yetenekli insanları çekmesinde öncelikli kural. Geleneksel insan kaynakları modeli, farklılıkları törpülemeye odaklanıyor. Yeni insan kaynakları modelleri, farklılıkları bir zenginlik olarak kabul edip, farklılıkların değer yarattığını düşünen yapıda. Bir günde değişim mümkün değil. Lider/yönetici, kültür farklılıklarını anlayan ve farklılıklara kurallar getirmeyi değil, farklılıkları içinde barındıracak yöntem ve prosedürleri geliştirmeyi başaran kişiler.
Dönelim şu yaş meselesine. Evet iş yerlerinde birbirinden farklı kuşaklar arasında dağlar kadar fark gözleniyor. Bence bu farkın en fazla acıttığı nokta, eğitimin kuşaklar geçse de gelişmemesinden kaynaklanıyor. Bu da sanırım bizim gibi az gelişmiş toplumların kanayan yarası. Oysa yukarıda örnek verdiğim kuşak farklılıklarının olduğu iş yerlerinde daha çok yeni kuşakların eski kuşağa göre çok donanımlı gelmesinden kaynaklanıyor. İtiraf etmeli ki, yukarıdaki X kuşağı, Y kuşağı… daha çok gelişmiş ekonomilerin içinde yapılanan şirketlerde ve yerel pazardaki çokuluslu firmalarda kendini gösteriyor. Zaten ekonominin geneline yayıldığı an Türkiye daha farklı bir ekonomiye sahip olmuş olacak.