Sizin mutluluğunuz kaç para?…

Mutluluk tarifini, aşık olmak, seyahate çıkmak, güzel giyinmek, hayal kurmak üzerinden yapanlar ile tarifi, aç kalmamak, sokakta tartaklanmamak, canlı bombanın hedefine girmemek, çocuğunu zamansız yitirmemek, evinden yurdundan olmamak, özgürce yaşamak gibi temel gereksinimleri karşılayabilmek üzerinden yapanların mutluluk birim fiyatı aynı mıdır acaba?

Haberlere bakacak olursanız, bu yıl Nobel Ekonomi Ödülü alan akademisyen, mutluluğun kaç para olduğunu hesaplayabiliyor. Biz birbirimize Nazım Hikmet’in dizeleriyle “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin” diye takılırken, mutluluğun ne kadar ettiğini hesap etmek başka bir eksen! Ekonomistlerin mutluluğun resmini yapamayacaklarına ancak para biriminden ölçebileceklerine; buna karşın siyasilerin ölçemeseler de mutluluğun resmini yapabileceklerine inanıyoruz. İşte bu duygularla tam 15 gün sonra yine sandığa gideceğiz. Neyin seçimini yaptığımızı biliyor muyuz? Benim mutluluğum kaç para eder sorusunu sorabilecek miyiz?

Ülke şirket gibi yönetilir mi?

Ben, Nobel Ekonomi Ödülü sahibi New York Times yazarı Profesör Paul Krugman’ın 1996 yılında kaleme aldığı, ‘A country is not a company’ (Bir ülke bir şirket değildir) başlıklı makalesini yeniden okudum. Öneriyorum, zaman bulursanız göz atın. Temel olarak bir ülkenin iktisat politikasını tasarlamakla bir şirketin büyüme stratejisini belirlemek arasındaki niteliksel farkı anlatıyor. Ülke şirket benzetmesi güncel tarihimizde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Balıkesir’de (15 Mart) yaptığı konuşmada gündeme geldi: “Anonim şirket nasıl yönetiliyorsa Türkiye de öyle yönetilmeli.” Gerekçesini de “Yoksa bileklerine bağlıyorlar prangayı, yürü yürüyebilirsen” diye açıklamıştı. Otoriterlik üzerinden, demokratik düzenin sonu eleştirisi şeklinde yankı buldu. Tartışmanın geldiği nihai noktaya itirazım olmaz. Ya aradaki tartışma noktaları… Konuşabilseydik, bugün birikerek sorun olan konuların üstesinden belki de gelebilirdik.

Anonim şirket, sermayesi belli, yönetim payları da tüzel ya da özel kişilere sahip oldukları sermayeleri oranında bölünmüş kâr amaçlı işletme… Ülke yönetimi de böyle bir şey mi? Ülke yönetmeyi şirket yönetmekten ayıran tam olarak nedir?

Bir ülkenin ekonomi politikasını tasarlamakla bir şirketin büyüme stratejisini belirlemek birbirine benzer mi? Bir şirket yöneticisinin hedefi, maksimum gelir-kar dengesi tutmaksa, ülke yönetirken gereken koşulsuz harcama kalemleri olan sosyal politikaları kim gözetecek?

Vatandaş – müşteri – hissedar

Varsayalım ki, ülke şirket gibi yönetilir. Bu durumda, vatandaş, hissedar mı oluyor? O halde, vatandaşın devlete-hükümete bağlılığı da, müşteri sadakati meselesine mi dönüşüyor?

Müşteri sadakati, nedir, nasıl sağlanabilir ve sürdürülebilir? Şirketlerde bu ilişkileri kurumsal iletişimciler, yatırımcı ilişkileri düzenliyor, ülkede sadakat stratejisi kimin elinde?…

Şirket ve müşteri arasındaki ilişkiyi anlatan isimlerden biri Paul Greenberg. Diyor ki, müşteri ile ilişki karşılıklı etkileşimle süre giden, şirketin sunduğu müşterinin tercih yaptığı bir ilişkidir… Tam da bu noktada iş dünyası “müşteri sadakati” denilen konsepti tartışıyor. Halka açık kurumlarımız hissedarlarının kim olduğunu görememekten, özel sadakat çalışması yapamamaktan ve hissedarı elde tutamamaktan şikayetçi. Vatandaşın sadakati nasıl oluşturulur?  

Sosyal değer ve denetim

Şirketler için etkili yollardan biri kurumsal sosyal sorumluluk denen çalışmalar. Bundan, koşulsuz ve karşılıksız fayda üretimi anlaşılmalı. Müşteri “sosyal değer” yaratan şirketleri tercih etmeye başlayınca, şirketler kazançlarından topluma geri vermek gerektiğini öğrendiler.

Kurumsal sorumluluk güzel duygularla ya da vizyonla başlasa da, arada ince çizgi var… Düz bir iletişim çalışmasına da dönüşebiliyor. Böyle olunca şirket, rakibin önüne geçmenin yolu olarak ticari-sosyal politikalar geliştirmeye meyil ediyor. Oysa araştırmalar gösteriyor, itibar ve algı yönetiminin şeffaflık-dürüstlük-sürdürülebilirlik-hesap verilebilirlik gibi kavramlarla mümkün olabileceği ortaya çıktı. Bir de şirketlerin canını yakan “compliance” konusu var ki, dilimizde tek ve güçlü bir kelime olarak karşılık bile bulamıyor. (Sormak lazım niye diye…) Uyum-denetim gibi kelimelerle ifade ediliyor.

Zengin olanlar sizi de zengin yapar mı?

Paul Krugman ‘A country is not a company’ (1996) başlıklı makalesine özetle, bir ülkenin iktisat politikasını tasarlamakla, bir şirketin büyüme stratejisini belirlemek arasında niteliksel fark bulunduğunu söylüyor. Krugman ülke bir şirket değil dedikten sonra, “iş dünyasında başarılı lider olmak demek, başarılı bir ekonomi analisti olmak demek değildir” diye devam ediyor. Makaleden cımbızla alıntı yapmaya devam edecek olursam, “Çoğu insan zengin olmayı başaranların, ülkeyi de zenginleştirebilecekleri (refaha kavuşturmak anlamında) sanıyorlar…” diyor.

Makale Harvard Business Review yayınlarından. Krugman’a göre, şirketler ve şirket yöneticilerinin baktığı pencereden ülke yönetilmez. Ülke yönetimi ile şirket yönetimi arasındaki temel farkı, ekonomistler ile iş adamları, iş stratejileri ile ekonomi arasındaki farka dayandırarak, savını destekliyor. Şirketi yöneten şirket için teori geliştirerek değil, şirket stratejisi geliştirerek başarıya ulaşır. Ülke ekonomisi belli bir strateji üzerinden değil genel prensipler üzerinden başarıya ulaşabilir.

Haydi büyükler okula

Makalenin en çarpıcı noktası ise okula dönüş çağrısı. Diyor ki Krugman, “Konuşacaksan, karışacaksan, talip olacaksan okuyacaksın.” Meğer siyasetten önce bu hastalıkla boğuşan bilim dünyası olmuş… Bir alanda iyi olduğu için diğer alanlarda da iyi olacağını sananlara bilim dünyası “büyük adam hastalığı” adını vermiş. Kimyada harikalar yaratan biri, tıp ya da ilaçta iyi olduğunu düşünebiliyor… Aynı şekilde muhasebeyi iyi bilmek devlet bütçesinden anlamak anlamına gelmiyor, iyi bir insan kaynakları yöneticisi olmakla devletin istihdam politikalarını yönetmek mümkün olmuyor.

Ekonomi teknik ve zor

Seçim öncesi ulusal ekonomi karnemize bakacak olursak… IMF, Dünya Bankası, OECD’ye göre büyümemiz gereken rakamlarda düşüş, düşüş kaydetmemiz gereken rakamlarda tırmanış alarmı veriyoruz. İşsizlik kronik sorun, mesleksizlik ondan büyük sorun.

Ünlü Ekonomist Paul Maynard Keynes, “Ekonomi zor ve teknik bir konudur” demiş. Krugman makalesini “Keynes haklı” diyerek sonluyor. Başarılı bir iş adamı olmak ne kadar zor ise başarılı bir ekonomi bürokratı ya da politikacı olmak da o kadar zor. Zorlukları yarıştırmak değil konu, farklılıkları fark edip ihtisasa şapka çıkarmalı. Türkiye, her işi yapabilen, her konuda konuşabilen, her alanda yazabilen insanlarla dolu.

Eğitimlerde otomobil alırken harcadığınız zamanı kendi seçimlerinizde harcamayı denemenin ne kadar anlamlı sonuçlar vereceği ifade edilir. Klişe olsa da doğrudur. İnsanlar otomobillerini düşündükleri kadar kendileriyle ilgili düşünmezler. Bir kere de kendinize sorun, sizin mutluluğunuzun ederi ne?

 

Paylaş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir