Kahvaltı yaparken bir yandan da gözüm televizyon ekranında. Birinde güzel bir kız, diğerinde yakışıklı bir çocuk… Konuşuyorlar güzel güzel. Güzel Türkçemiz çok kötü, ama ne çare… Sabah bu, başka bir zamana benzemez ki, günün en beter olduğumuz dilimi. İnsan, mideye oturan haber mönüsünü hiç olmazsa düzgün görüntülü birilerinden duymak istiyor.
Ama nedense bu çocukların ağzından dökülenleri ya kulakları duymuyor ya da editörleri, “Sabahları nasıl olsa kimse bir şey dinlemez” diye düşünüyor. Avrupa Birliği’nden müzakere tarihi aldık. Zafer bizim, her şey güzel olacak. Ekranlarda güller açıyor. Girdik ya bitti.
Ne dediler; “Gireceğiz”. Ne oldu, girdik. Daha ne?
Ne dediler, “Almayız”. Ne oldu, “Söke söke aldık”.
Sonuç; “Oh olsun”.
Sürekli Avrupa Birliği’ne ilişkin haberler dönüyor. Üç günde çığrından çıkardık. Tüm sorunları çözdük, Avrupa’da bir yönetici kaç para alıyor bizim ülkemizde kaç para alıyor mukayesesine kadar geldik. Haberin özü şu; “Sen de git patrondan bu kadar iste bak Avrupa’da bir doktor senin üç mislin alıyşormuş… Senin neyin eksik.” Avrupa’da hangi sektörler gözde. En iyi meslekler hangisi. Nereye kapağı atabilirsiniz… X firması; “Ayşeciğim sen bize gel” diye bekliyor duyan bütün Ayşeler koşacak. “Oğlum Ahmet seni de bak biz istiyoruz” diyor sanki bütün Avrupa.
Yine yüzeysel, yine magazinel.
16 Aralık akşamı hepsi birbirinden ilginç kişilerin bir araya geldiği, eğitimli ve kariyer sahibi olan kişilerden oluşan küçük ama özel bir topluluğa konuşma yapmam istendi. Konuyu seçerken Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki süreci ele almamda ısrar edildi. Aslında en kritik gündü, belki de affımı rica etmem gerekirdi, ama arada bir dostum vardı mümkün olmadı.
Bu nezih toplumda bile farkettim ki yaradılışımız aynı. Ya öyle ya böyle… Ya siyah ya beyaz… En muhteşem en güzel… En feci en beter… Herkes ağzımdan dökülecek, “Bizi almayacaklar göreceksiniz” ya da “Kalıbımı basarım bizi alacaklar” gibi sözler bekliyor. Kahrolsun….., canım feda yoluna….. gibi cümleler kursam birbirinin peşi sıra bayılacaklar bana. “Hayır bu beyaz, yok bu siyah” desem daha çok sevecekler beni.
Ama ben ne yapıyorum, bir olayı iki yönüyle göstermek. Avrupa Birliği’nden gün alacağız hayatımız değişmeyecek neden-çünkü ilişkisine giriyorum…
Kimse bunu sevmiyor. Herkes Fenerbahçe-Galatasaray maçını izlemek istiyor.
Konuşmam bitti, sıra sorulara geldi. Birinci sorudan sonuncu soruya kadar, “Kaç vakte kadar ne olacak vaziyetini” aşamadık. Bir türlü ilerleyemiyoruz. Ben falcı onlar da benim iki dudağımın arasından çıkacak olan sözcüklerle kaderleri değişecek insanlar; “Kız sana üç vakte kadar hayırlı bir haber gelecek göreceksin. Bak buraya yazıyorum senin başına talih kuşu konacak. Demedi deme…“
Gecenin en önemli sorusuna geldi sıra; “Yarın bize gün verilirse sizin hayatınızda milat olacak mı?”
Aylardır ağzı olan herkes Avrupa Birliği ile ilgili bir şeyler söylüyor. Konuşan konuşana. Ama dikkatinizi çekerim kimse bir şey söylemiyor. Ya da herkes aynı şeyleri söylüyor. Çünkü, bizim bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az Avrupa Birliği uzmanımız var, bu sınırlı sayıdaki insancıkların da neredeyse tamamı genel konulara hakim. Zamanı gelince üretiriz diye düşünüyoruz herhalde.
Sorarım size kaç tane rekabet hukukçusu tanıdığınız var? Kaç tane sektör sektör analist yapacak birini biliyorsunuz? Kaç istihdam uzmanımız var? Kendi içimizdeki istihdam rakamlarını bilmezken…
İşte bu yüzden bir sabah kalktığımızda, AB’den gün aldık, haydi gençlik Avrupa’ya sizi bekleyen işler koşun… Sizi bekleyen fırsatlar diye bağıran spikerlerle karşılaşıyoruz.
Fırsat haberciliği yaptığımız için duvara tosladık. Fırsatçılık yaptığımız için fırsatları kaçırdık.
Brüksel’den döndük, Ankara’da meydanları binlerce on binlerce insanla doldurduk. Bayram. Ne kutluyoruz?
İnanın meydana üç kuruş para uğruna gelenler ne kutladıklarını bilmiyor.
Brüksel’den döndük, muhalefette bir küçümseme bir küçümseme… Sanırsınız iktidar dünyanın en kötü şeyini yapmış. Peki geçmişte siz iktidardayken ne yaptınız beyler. Brüksel’den döndük Millet Meclisi’nde yapılan konuşmalar karşısında utancımdan bir tek şey düşündüm; yer yarılsa da yerin dibine geçsem. Muhalefet diyor ki, “memleketi sattınız.” İktidar diyor ki, elinizdeki metinde tercüme hatası var. Kulaklarıma inanamıyorum; Tercüme hatası!…
Brüksel’den döndük, gazetelerde işin perde arkasını anlatan anlatana. Bana koridorda yürürken dedi ki, bana göz kırptı, biz resti çektik gidiyorduk valla, kurtaran üç cümle; en kilit dakika; en muhteşem an; nasıl morarttık ama!
Avrupa Birliği’nden gün almamanın karşılığı nedir, bunun bir alternatifi var mı? Kıbrıs’ta çözümsüzlüğün karşılığı nedir, haydi gelin bulalım.
Sattın satmadın… Sizce bu bize yakışıyor mu?
Hayatımızı uçlarda yaşamaya bayılıyoruz. Beğenince; süper çok… en fazla beğeniyoruz. Beğenmediğimizde; iğrenç… rezil… çok fena kötü buluyoruz.
Arasını bulalım mı?
Benim miladım Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu gün. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan her Türk kadını bir tek milat bilmelidir o da Cumhuriyet’in kuruluşudur. Onun dışındaki tüm günler ve saatler önem derecesine göre sıralanabilir. Avrupa Birliği’nden gün almak tabii ki önemlidir. Ama hayatımın en önemli günü bu değildir. AB elimin tersiyle silip atamayacağım kadar önemli, gereğinden fazla önemseyemeyeceğim kadar normal bir süreç.
Hayatı olması gerektiği gibi yaşayalım ne olur. Yapacağımız tek şey var, daha az konuşmak, daha çok çalışmak.