“Dünya”nın sürdürülebilirliğini anlatan iki farklı hikayem var. Biri oksijen, su kadar yaşamsal gazetecilik. Diğeri yaşamımızın ta kendisi; mevcudiyetimiz. İkisini de ziyadesiyle hafife alıyoruz. “Aman canım sen de ölümlü dünya bunlar fani işler” mi diyoruz?
Sürdürülebilirliğin bin bir çeşidi, farklı ismi, cismi, rengi oluştu. Alem sürdürülebilirlik diyor başka bir şey demiyor ama hiçbir şey sürmüyor, sürdürmek için çaba sarf edenlerin sayısı azalıyor.
Sürdürülebilirlik aralarında en acil olarak iklimin de olduğu bir dizi kriterden oluşuyor. Ama kim tamamen bu iş “yeşil” diyebilir. Hayatımın kalitesi nerede, o ne renk? Haber alma özgürlüğüm, iyi gazetecilik nereye giriyor?
Bu iki hikayeden biri, yeni bir ekonomi gazetesinin hikayesi, diğeri iklim zirvesi. İkisi de taze. Biri bu hafta doğdu, diğeri bu hafta sonlandı. İkisine de ve tabii tüm sürdürülebilirlik ilkelerine biz sahip çıkmazsak arkamızı dönüp bakmışız ki yok olmuşlar. Bu durumda bizden eser kalır mı?…
BİR GECE ANSIZIN GAZETE DOĞDU
“Bir gece ansızın” siyasette sıkça kullanılan bir metafor, anlamı ifadesinden çoğu zaman ayrı düşüyor; sürdürülebilirliğin tersine beklenmeyenin olmasını ima ediyor…
Bu kez medyada bir gece ansızın “Nasıl Bir Ekonomi” isminde yeni bir yayın çıktı. Aslında ülkenin köklü ve istikrarlı, yani sürdürülebilir ekonomi yayını Dünya Gazetesi’nin bir anlamda devamı, diğer anlamda bundan böyle rakibi. Her renge ihtiyaç var, dileğim pastanın büyümesi.
Kısaca “Ekonomi” olarak anılacağını tahmin ettiğim Nasıl Bir Ekonomi, dünyada olmasa da türünün ülkemizdeki ilk örneği. Bundan 3 yıl önce gazeteci Nezih Demirkent’in kurduğu Dünya Gazetesi kapanma tehlikesini, çalışanların gazetenin sahipliğine soyunmasıyla atlatmıştı. Yaklaşık 3 yıl sonra aynı ekip, mesleği sürdürme çabasını farklı bir isimle yeniden deniyor.
Önceki yapının sürdürülemeyen meselelerini hangi eylem planıyla yeni yayında aşacağını sizin gibi merak ederek ekibin liderliğini üstlenen gazeteci Hakan Güldağ’a sordum. Sürdürülebilirliği, cümle içinde kullanmadığım bir gün geçmediğinden olsa gerek, nasıl sürdürmeyi planladıklarını anlatmasını istedim.
Hatırlatmak gerek; Türkiye’de gazetecilik hemen her anlamda zor koşullarda sürdürülebilir bir çaba. Bir yandan siyasi engeller ve haber kısıtlamaları diğer yandan emek yoğun pahalı üretim, dijitalle geleneksel metotlar arasında sıkışmış bir düzen, gelir modeli ilan ve tiraj bağımlılığı arasında ezilen, yenilikçi denemelerde zorlanan, demografik değişimin sonucu okurda kaçınılmaz erime yaşayan, pahalı bir iş olan haberciliği kaliteden ödün vermeden ekonomik yapmanın formülünün (bu topraklarda) henüz geliştirildiğini görmediğim, bu nedenle sahiplik yapısının her koşulda meslekle çatıştığı bir sistem.
Delik bir havuzda su tutmanın tek yolunun sürekli sermaye ihtiyacıyla durdurulabilmesi, okurun dikkatini çalan dijital platformlar ile sosyal medyanın dayanılmaz cazibesinin haberciliğe rakip olması mesleği sürdürebilirlikten uzaklaştırma zemini yaratan faktörlerden bazıları. Bu pencereden baktığınızda gazetecilik ne kadar sürdürülebilir?
Bu zorlukları sıralarken dünya üzerinde sistemi başarıyla oturtanlar var. Bir tek örnek vereyim ki daha farklı niceleri var; milyon tiraj sınırını yıllar önce geçen New York Times’ın başarısı. Daha bu hafta içinde 180 bin yeni dijital abone kaydettiğini açıkladı. Okurun, okuma alışkanlığını başlıkta başlayıp en fazla spotta bitirdiği bir dönemde gazetelerin yaşama şansının olduğunu görmek çok ama çok güzel.
Hakan Güldağ’ın detaylarıyla söyleşimizde aktardığı sürdürülebilir gazetecilik formülünü 10 başlıkta toplamak istiyorum:
- Gerçek habercilik yapmak
- Teyitlenmiş gerçekleri vermek
- Araştırmacı gazeteciliğe eğilmek
- Okurdan başkasına sorumlu olmak zorunda kalmamak
- Vasatla mücadele etmek
- Rutin dışına çıkabilmek
- Gazetecilik faaliyetinde iyilik görebilmek
- Güven yaratmak, güven duymak
- Macera ve meraka meraklı olmak
- Zamanın ruhunu yakalamak
Türkiye’de, bırakın New York Times’in milyonlarca okura ulaşan toplam tirajına ulaşabilmeyi yalnızca bu hafta açıkladığı “ek” 180 bin “dijital” erişime toplamında ulaşabilen ulusal gazetemiz yok. 80 milyon nüfusu olan ülkenin sürdürülemez olan medyasının görünümü bu.
Nasıl Bir Ekonomi gazetesinin sürdürülebilirliğini sağlarken nasıl bir gazeteciliğin de yolunu aydınlatmasını diliyorum, enerjilerinin yüksek olduğunu görmek umut veriyor.
NE OLDU; YİNE Mİ DAĞ FARE DOĞURDU?
Sürdürülebilirlik temasında ıskalamak istemediğim diğer gelişme bu hafta son bulan Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi; MısırCOP 27 çıktıları. Tüm dünyanın katıldığı, dağılırken kimsenin göğsünü gere gere “bunu da başardık” diyemediği bir toplantı daha sona ermiş oldu.
Türkiye adına ne oldu diye değerlendirmek istememden daha doğal bir şey yok. Doğal olmayan ise konuyla ilgili iletişim yerli kaynaklarda neredeyse sıfır. Anlaşılmaz bir umarsızlık hakim. Toplantıyı, içinde bir tek Türkiye kelimesi dahi geçmeyen yabancı kaynaklardan izlemek zorunluluğu tek kelimeyle üzücü. Türkiye’den hangi ekiple temsil edildik, hükümet, muhalefet, yerel yönetimler, akademi, özel kurumlar bu toplantıya ne yoğunlukla katıldı, Türkiye hangi konuların tartışmasına katkı sağladı, kararlarda etkili oldu mu… bilmiyorum. Yerel yönetimlerin, muhalefet partilerinin, iktidarın iklim eylem planı ve dahi bunun geniş versiyonu sürdürülebilirlik stratejileri ne, bilmiyorum… Kurumlarınki zaten bir muamma.
Şafak Özsoy deneyimli bir sürdürülebilirlik danışmanı. Sürdürülebilir ve Dirençli Şehirler konusunda uzman, Şehircilik ve Çevre Bakanlığıyla yakın mesai içinde, BM nezdinde Risk ve Afet Türkiye ofisini yönetmiş biri olarak kurumların sürdürülebilirlik yol haritalarına danışmanlık hizmeti sunuyor. COP 27’den ne doğdu sorusunu sorabileceğim yetkin isimlerden biriydi, tempolu bir söyleşi yaptık. Detaylarını yayınımızda bulacak olsanız da özetlemeye çalışacağım.
Afrika Zirvesi diye etiketlenen Mısır COP 27, bir önceki yıl Glasgow’da açıklanabilen final deklarasyonun gerisinde kaldı. Toplantının en belirgin hedefi Kayıp ve Hasar temasına kilitlendi, maalesef mütevazı bir gelişme dışında kayda değer bir şey yaşanmadı.
COP 27’de hasar ve kayıplar için bir fon kurulmasına karar verilebildi. Erken uyarı sistemi oluşturulması ile sistematik gözlem yetkinliği de sayılırsa olumlu gelişmeler bunlarla sınırlı kaldı. Gelecek yıl Dubai’de gerçekleşecek COP 28 bu mekanizmaların zeminini oluşturacak. Diğer yandan Türkiye COP31 için adaylığını ilan etti. Konferansta “sıfır karbon” telaffuz edilemedi, “düşük karbon” kalıbı cümleleri tamamladı. Daha kötüsü de oldu, fosil kaynaklar kapsamdan çıkarıldı.
Dünya sürdürülemez bir geleceğe doğru ilerliyor. Bu sonu hazırlayan ülkeler bir araya gelip bolca konuşuyor, karar almak konusunda ise isteksiz hareket ediyorlar. Karbon ayak izi az, geliri az, gelişmişliği az dünya ise çaresizlikle nefesini tutmuş bundan sonra başına nasıl bir felaket gelecek diye bekliyor. Anımsayın, birkaç ay önce Pakistan’ın üçte biri sular altında kaldı, bin 500 kişi öldü… Geçtiğimiz Temmuz ayında İspanya ve Portekiz’de sıcak dalgasında bin kişinin ölümü gelecek yazların Avrupa başta Batı’da da zor geçeceğinin işareti.
COP27’yi bir cümleyle özetlemesini Özsoy’dan rica ettiğimde bir kelimeyle yetindi; “samimiyetsiz”.
Geçmiş deneyimlerinden yola çıkarak bu toplantının bizim açımızdan değerini ifade etmesinde ısrarcı oldum, şöyle bir örnek verdi; Türkiye’de 1300’ün üzerinde yerel yönetim bulunuyor, 30 adet de büyük şehir. Her kentin dinamikleri birbirinden farklı, sürdürülebilirlik direnci de. Şu ana kadar İstanbul, Ankara, Muğla, Adana, Seyhan, İzmir yerel yönetimlerinin direnç karnesi çıkarılabilmiş. Karnelerin 5 yıldız 10 numara olmadığını tahmin ediyorum… Detayına giremiyorum, her taraf sürdürülebilirlik ara ki bilgiye derli toplu ulaşabilesin.
Bu arada Türkiye’nin sıfır karbon taahhüdü, takvimlerden 2053’ü gösteriyor. Dünya olarak sıcaklıkları 1,5 santigrat seviyesinin altına düşüremediğimiz için yaşadığımız cehennem benzeri iklim koşullarını daha fazla zorlamanın gerekçesini anlamakta eksik kalıyorum. Özsoy’un ifadesiyle; 21’inci yüzyıl iklim yüzyılı, geçmiş yüzyılın iş yapma modelleriyle bu yılları ve geleceği yaşamamız mümkün değil.
İklim, politika yapıcılara bırakılmayacak kadar önemli, hepimiz iklim okur yazarı olmak zorundayız.