Yaratır mı dersiniz? “”Ben, yapacağımı yaptım, bundan sonrası senin işin”” demez mi? “”Sana akıl verdim, kullanman için de zaman… Bunları gerçekleştirebilmen için fiziki güç, değerlendirmen için fırsatlar yarattım.”” Haydi şimdi sıra sende!””
Evet.
Şimdi sıra gerçekten de sizde!
Kendinizi yaratma zamanı.
Marka olmaktan söz ediyorum. Kendiniz olmaktan. Aklınızı kullanmaktan söz ediyorum, başkalarından farklı olmaktan. Siz olmaktan söz ediyorum, ama ne kendinizi, ne de başkalarını kandırmaksızın…
Tam da marka konusu üzerinden dumanlar tüterken söz ediyorum aslında. Küreselleşme karşıtları, markaların hayatımızı cehenneme çevirdiğini söylüyorlar. Markaların ve yarattıkları dünyanın faşizmin ta kendisi olduğunu, emperyalizmin bir başka çeşidi olduğunu savunuyorlar.
Düşünelim biraz; bir dünya olsun ve içinde hiçbir marka olmasın.
Rahat olur muydu? Bana soracak olursanız, olurdu. Düşünecek az şey olurdu çünkü.
Ya şundadır, ya bunda helvacının kızında…
Markasız bir dünya eğlenceli olur muydu peki? Bana sorarsanız hayır. Renk olmazdı diye düşünüyorum. Kırmızı ve tonları, mavi ve dalgaları, yeşil ve pırıltıları, mor ve harelerini görememek gibi bir şey bu… Siyahı da beyazı da çok severim aslında. Yazın beyaz, kışın siyah favori renklerim. Ama tahmin ediyorum aynen sizin gibi, ben de, bazen çok severim tenimdeki turuncuyu, sarıyı, zaman zaman narçiçeğini ya da yeşili…
Ya siz?
NO LOGO
Naomi Klein bir kitap yazdı. Adı; “”No Logo: Taking Aim at the Brand Bullies””. Ortalığı kasıp kavurdu. Times kendisini 35′in altındaki etkin insanlar arasına aldı, kitap yedi dilde yayınlandı. Pek çoklarının hislerine tercüman oldu, olmayanları kızdırdı ve Küreselleşme karşıtlarını bir safta toplamayı başardı. Marka karşıtları özetle şu sloganlar etrafında birleşti: Markalara son, Emperyalizme son, Sömürüye son!
Klein, markaların büyükler için “”Barbie Dünyası”” yarattığını, hayatımızı kontrol ettiğini ve bizi yönlendirdiğini ileri sürüyor. Oklar hükümetlere ve ideolojilere yönelmiyor bu kez. Disney’e, Marlboro’ya, Kellog’a, Nescafe’ye, Kodak’a ve diğer tüm markalara gidiyor.
Ben de kalkmış tam da böyle bir ortamda, “”kendini baştan yarat”” diye ortalara çıkıyorum. Olacak iş değil yani.
15 DAKİKALIK BİR ŞEY
Andy Warhol, insanların gelecekte yalnızca 15 dakikalığına şöhret olabileceğini söylemişti. Tom Peters, herkesin “”Ben”” markası yaratması ve bundan sorumlu tutulması gerektiğini söylüyor. Nathan Shedroff, yeni ekonomide insanların 15 daktilo sayfalık ya da 15 ekran uzunluğunda şöhretler yaşayacaklarını iddia ediyor. Düşünsenize, size bu yazıyı okuyacağınız kadar süre tanıyor. Elinizi çabuk tutmalısınız!
On beş günlük, 15 sayfalık… Ya da isterse 15 saniyelik olsun, sözünü ettiğim şey, bu satırları okurken muhtemelen düşünmeye başladığınız şey değil işte! Daha net bir ifadeyle ağzını açıp bilgi akıtacağına bacağını açıp hayret uyandıranın, kalemini oynatıp bilgi aktaracağına göğsünü açanın, klavyesini tıkırdatıp bilgi vereceğine belden aşağı konuşarak dikkat çekmeyi başaranın, yalnızca biraz farklı olduğu için bir gecede üne kavuşanların, popülist olmakla popüler olmayı karıştıranların şöhreti 15 saniyeliğine de olsa yakaladıkları için kendilerini marka sananların yaşadığı ve sayılarının arttığı bir ortamda haklı olarak ne düşünebilirsiniz ki…
SİZ DE HAKLISINIZ
Lafı nereye getiriyorum. Tabii ki, bireye, tabii ki çalışma dünyasına. Şöhret olmanın bugüne kadar göreceli kolay olduğu bir ülkede yaşıyor; şöhret olmakla marka olmayı birbirine karıştırıyoruz. Aslına bakarsanız, bu bizim suçumuz da değil. Kavram tüm dünyada yeni.
Daha da ilginç olan, iş dünyasının kuralları da sürekli değişim içinde. Bugüne kadar, para ya da herhangi bir değer karşılığında satın aldığımız ürünler için geçerli olan tanınırlık, güvenilirlik, albenili olma, maddi bir değer ifade etmek ve süreklilik gibi kavramları çatısı altından barındıran marka kavramı masanın diğer tarafındaki çalışanlar için de geçerli. Bakalım ürünlerin karşısında duran küreselleşme karşıtları, bireylerin marka olması konusunda ne tür tepkiler gösterecekler. İsterseniz onlardan önce sizin tepkilerinizi düşünelim.
Belki birazdan aşağıdaki satırlarda okuyacağınız örnekleri ya da benzerlerini, pek çok kez, bir yerlerde duydunuz.
İfade edildiğine göre, 1970′lerde, Londra tersanesinde, kütük dolu bir gemiyi boşaltmak için 108 güçlü kuvvetli adam ile en az 5 güne gereksinim duyuluyormuş. Farkındaysanız tarih ne kadar da yakın. Kısa bir süre sonra kütükleri taşıyan bu gemilerin yerine içinde konteynerler bulunan gemiler üretilmiş. Hayat kolaylaşmış, aynı işi, 108 kişi yerine 8 kişi; 5 gün yerine bir günde yapabilme şansına ulaşmış. İnsan-gün maliyetinden yüzde 98 buçukluk bir tasarruf sağlanabilmiş.
GÖZ AÇIP KAPAYINCAYA KADAR
Kol işçiliğinin yoğun olduğu dönemlerde rekabet bir üst model makine, daha büyük konteyner, daha güçlü araba, daha çok sayıda fork-lift ile anlatılabiliyor, ya da rekabette üstünlük bu gibi donanımı olanların tekelinde bulunabiliyordu.
Zamanla işin niceliği değil, niteliği önemli olmaya başladı. Hatta çok kısa bir zaman sonra Londra tersanesinde devrim yaratan konteynır gibi, bugün varlığına çok alışık olduğumuz bilgisayarlar iş dünyasında devrim yarattılar. Gördüğünüz gibi yalnızca şöhretin ömrü kısa değil. Teknoloji hayatın pek çok alanında olduğu gibi ömür denilen şeyi, “”göz açıp kapayıncaya kadar”” deyimiyle ifade edebilecek kadar kısalttı. Evet bilgisayar, yine mavi yakalıların dünyasını allak bullak etti. Önceleri insandan tasarruf edildi, sonra seri üretime geçildi. Derken kalite maksimize edildi… Ve bu durum çok beğenildi.
Yaşananların farklı bir felsefe, değişik bir dünya görüşü ve yaşama anlayışı getirdiğini söylemek gerekirse de, durumu böyle görebilenlerin sayısı ne yazık ki, kalabalık olamadı. Tabii canı yananlar bağırdı, sendikalar isyan etti, grevler başlardı, fabrikalar kapandı…
Peki ama bütün bunların tercümesi nedir. Ve sonra ne oldu?
Olan oldu aslında. İçinde bulunduğumuz döneme biraz daha geniş bir perspektiften bakma olanağı yaratabilirsek, göreceğimiz manzara özetle şu; bugün ekonomik krizin bir sonucu olarak yaşanan işten çıkartmalar ile yükselen işsizlik, ekonomideki daralma kadar, yukarıda basit örneklerle aktarmaya çalıştığım sürecin bir sonucu.
2000′ler, mavi yakadan beyaz yakaya geçişin hızlandığı, ancak beyaz yakalıların sayısının beklendiği gibi artmak şöyle dursun, azaldığı yıllar olarak tarihe geçiyor. Biraz karışık. Toz dumana aldanmadan, ortalığı iyi analiz etmenin zamanı.
Dedim ya… Bütün şansınız bu yazıyı okuyacak kadar süreniz olması.
YAZI BİTMEDEN KARAR VERİN
Bu garip döneme, biraz uzaktan, biraz üstten, biraz yandan bakanlar yani farkı sindiren, üzerine de giyenlerin şansı olacak, içinde kaybolanların ya da vaziyete ayak uyduranların değil.
Radyo icat edildikten sonra, 50 milyon hane halkına ulaşabilmesi 37 yıl sürmüş. İnternet aynı mesafeyi tam dört yılda kat edebildi.
Olaylara sağdan soldan, yukarıdan aşağıdan, içinden dışından bakması gerekenler tabii ki yalnızca çalışan bireyler değil. Siyasetçiler, ekonomistler, yaşadığımız hayatın kurallarını yazanlar, politika üretenler… Diyeceksiniz ki, nerdeeee! Evet evet, insanları yönetmek üzere onlardan aldıkları izinle başta bulunanlarında sıklıkla başvurması gereken bir yöntem. Kutudan çıkmak, kutuya sağından solundan, altından üstünden bakmak.
Haydi yarat kendi markanı demek kolay.
Olmak zor. Haydi, oldun diyelim, 15 gün bile dayanmak güç.
Ömür boyu orada kalabilmek ise bir sanat.
Aslında bir yaşam şekli.
Kol gücüne bağlı işler bitti size beyninizi kullanacağınız iş verelim demek, kimin söylediğine bakarak çok kolay olduğu söylenebilir. Beyin gücüne dayalı işi bulmak zor. Buldun kalmak zor. Kaldın, ilerlemek güç, ilerledin, işinle anılmak neredeyse imkansız.
“”Bizim memlekette bunların hepsi kolay. Senin o dediklerin burada sökmez”” dediğinizi duyar gibiyim.
Bu kez ben sizi şaşırtayım. Doğru söylediğinizi düşünüyorum.
Çünkü bugüne kadar özetle şöyle görüntüler yaşadık; adamın biri şirket kurar; ben şuraya buraya ihracat, buradan şuradan ithalat yapıyorum der, büyük olduğunu söyler, akıllı olduğunu anlatır, duyan inanır ya da inanmak ister, adam ve şirket sorgusuz sualsiz üç beş yere haber olur. Şöhret basamaklarını hızlı adımlarla çıkmaya başlar. Sütun santim hesabı yapıp satarlar, bunu da halkla ilişkiler, iletişim danışmanlığı ya da imaj yaptım sana diye anlatırlar…
Üç beş slogan, en şıkından bir logo; iki reklam üç bill-board… Bu da benden sana reklam olsun.
Tutmayın beni gidiyorum derken, bir bakmışsın, ekonomik kriz, bir bakmışsın bizim adam yok. Gitmiş, daha doğrusu bitmiş. Onunkisi 15 günlük bir şeymiş.
Ondan geriye kalanlar ne logosu, ne adı ne sanı, onu sütun santim satanlar ile kılıf hazırlayanlar. Şimdi ne mi yapıyorlar? Ne yapacaklar bir başkası için çalışıyorlar.
Siz bunu allayıp pullayın süsleyin, sağına soluna bir şeyler ekleyin bakın tanıdık ne kadar çok kurum ve kuruluş çıkacak. Aman haa, dikkat. Sizinkini sakının.
MADONNA OLMAK İSTER MİSİN?
Buraya kadar şirket tarafıydı, biz insanların da marka olabileceğini söylüyoruz. Bunu dediğimiz anda akıllara Tarkan geliyor. O gelmese Madonna geliyor. Gelen örnekler güzel de, Tarkan ya da Madonna olmak kolay mı?
Bir tane şarkı kapan, biraz akıllısından da bir menajer bulan, dayanacak bir de omuz yakalayanlar, 15 günlüğüne değil, 15 dakikada şöhret. İnsanın kendisini gazete sayfalarında, bill boardlarda, televizyonlarda görmesi kadar güzel ne olabilir. Artık bir markayım diye kurum kurum kurulabilir, kasım kasım kasılabilirsin.
Peki ikinci şarkıyı anımsayan var mı?
Bana bakma!
Yaaa!…. İkinci şarkıdan önce unutulmuşsun.
Madonna olmak kolay mı sizce? Tarkan olmak için 15 gün yeter mi… İster beğenin bu isimleri ister beğenmeyin… İster dinleyin onları, ister dinlemeyin ama bilin ki dinleyen ve bilin ki seyreden var. Bilin ki, kasetleri kapışılıyor, reklamları satıyor, görüntülerine insanlar tav oluyor, hareketleri konuşuluyor ve kısaca onlar alınıp satılabilen maddi değer yaratabiliyorlar.
Peki nedir farklılıkları
İlk aklıma gelen birkaç başlık:
Çok çalışmak. Ne istediğini ve ne yapabileceğini bilmek. Rakiplerini tanımak, onlardan farklı olmak, ama her saniye ve her nefeste. Farklı olmak için garip olmayı değil, farklı olmak için bilgili olmayı tercih etmek gerekiyor.
Bakın çevrenize ve kendinize. Farklı olmak için ne yaptınız. Kalıcı olmak için ne yapıyorsunuz. Şöhret istiyorsunuz ama ne veriyorsunuz. Çalışmanız ve çok çalışmanız gerektiği zaman neredesiniz. O yaptı ben niye yapmayayım dediğinizde, şunu hatırlayın yeter; o yaparken siz neredeydiniz? Sıcak yatağınızda mı?
Olmuyor işte.
Peki, her şeyi yaptığınızı varsayalım; çok çalıştığınızı, yetenekli olduğunuzu, güçlü kuvvetli ve güzel olduğunuzu düşünelim… Geleceği öngörebiliyor musunuz? Akıllı olup her şeyi planladığınızı var sayalım… Ya bir gün birileri hesapları şaşırırda her şey tersine dönerse ne olacak.
Çıkmak gibi düşmek de var. Ama kalkacaksınız.
SİLKELENİN·Düştünüz, gördünüz mü? Yaralandınız, acıdı mı?
Hadi kalkın ayağa. Silkeleyin üstünüzü. Gören gördü, boş verin. Göremeyenler için şov bitmedi. Ya da bırakın başkalarını, siz varsınız ya. Kendiniz için.
Yapacağım deyin, başkalarına değil, kendinize. Ben ne yaptım bugüne kadar, iyi miydi? Değilse neyi düzeltebilirim, ne yapmak istiyorum, Nereden başlamalıyım, ne zaman başlamalıyım?
Hemen şimdi sorun şunları kendinize.
Haydi durmayın.
Kendinizi baştan yaratmanın zamanı.
Hemen şimdi düşünmelisiniz!
Kolay olmuyor ve olmayacak. Bunu hepimiz biliyoruz ama… unutmayın tıpkı ürünler gibi bireyler de birer marka. Çalıştığınız firmalarda ürettiğiniz mal ya da hizmetin nasıl göründüğüne, ne ifade ettiğine, kimleri hedef aldığına bakıyor, analiz yapıyor, özen gösteriyorsunuz.
Şimdi sıra kendinizde. Kimsiniz. Ne yapıyor, ne yapmak istiyor, nasıl anılmayı hayal ediyorsunuz. Müşterileriniz kimler, sizi ve fikirlerinizi, sizi ve yeteneklerinizi neden satın alsınlar. Farkınız ne başkalarından…
İşte üzerinde düşünmeye değer sorular.
İsteseniz de istemeseniz de, sevseniz de sevmesiniz de Yes, Logo!
Ama hakkını vererek.
Marka olmak sandığınızdan daha kolay ama unutmayın marka olarak kalmak sandığınız gibi değil. Çok zor.