Unuttum diyemem ben. Unuttum demeye hakkım olduğunu düşünmüyorum.
Ama eskisi kadar iyi hatırlamıyorum. Bunu itiraf ediyorum.
Unutmamak için deli gibi çabalıyorum.
Unuttum diyenlere sinir oluyorum.
“Tüh, hay Allah” dediklerinde; “Peki hatırlamak için ne yapıyorsunuz?” diye sormak istiyorum.
Tek bir kelime: Anımsayamıyorum.
Üstelik de eskisi gibi “hatırlamıyorum” falan da demiyoruz. Daha kibar, daha modern konuşuyoruz.
Anımsayamıyorum…
Bu sihirli kelimeyi söyleyince akan sular duruyor. Herkes ne yapalım, kader havasına giriyor.
Anımsamayanları üç kategoriye ayırıyorum ben.
Birinci kategoridekiler beyin tembeli olanlar.
İkinci kategoridekiler kasten yapanlar.
Üçüncü kategoridekiler, unutmamak için ant içenler.
İlk kategori mutlu. Nasıl olmasın, onlar beyin tembeli. Anımsamak için gerekçeleri yok. Sorumsuzlar.
İkincilerin kötü olduğunu düşünüyorum. Anımsıyor ve unuttum diyorlarsa bunda bir sorun olduğuna inanıyorum. Masum bir yaklaşım değil bu…
Üçüncüdekiler yüreğimi parçalıyor.
Size de oluyor mu?
Yüzü anımsıyorsunuz, ama isim aklınıza gelmiyor. Yüzü anımsıyorsunuz, ama daha önce nerede gördüğünüzü anımsamıyorsunuz. Yüzü anımsıyorsunuz, gidip onu bir başkasına benzetiyorsunuz. Bir çuval inciri berbat ediyorsunuz.
Anımsayamıyorsunuz, bütün gün, neydi diye düşünüyorsunuz.
Takıntılıysanız, yandınız. Uyku da uyumuyorsunuz. Uyuyamayanları biliyorum. Takınca, bulana kadar gözler fal taşı gibi açık…
Bir hışımla yerinizden kalkıyorsunuz, niyetiniz bir çırpıda gidip bir şeyler yapmak, alt tarafı diğer odaya gidiyorsunuz, yarı yolda niye gittiğinizi unutuyorsunuz.
Çoğu zaman kendinizi açık bir dolap kapağının önünde buluyorsunuz, dolabın içindekileri seyrediyorsunuz, ama neden seyrettiğinizi bir süre düşünmeniz gerekiyor. Bu düşünce seansları her zaman yardımcı olamayabiliyor, o zaman yeniden yerinize dönüyor, bir süre sonra ne unuttuğunuzu anımsıyorsunuz…
Zaman zaman arkadaşlarınıza çok unutkan olduğunuzu söylüyor, dert yanıyorsunuz, ama bu konuda içinizi dökmenize kimse yardımcı olmuyor. Çünkü herkesin unutkanlık adına söyleyeceği bir şeyler bulunuyor.
Sizden daha vahim olanlar çıkıyor. Dün ne yediğini söyleyemeyenler unuttuklarını itiraf ediyor. Ama nedense bir gün öncesini anımsamayanlar 10 yıl öncesinin tüm detaylarını zahmet çekmeden ortaya döküveriyorlar.
Herkesin şikayeti aynı.
Unutkanlık. Unutmak. Hatırlamamak. Anımsayamamak. Çağın hastalığı gibi bir şey.
Teşhis hazır; çok çalışmak, çok meşgul olmak, zaman bulamamak, aynı anda birden fazla iş yapmak zorunda kalmak…
Falan filan…
Zaten konuştuğunuz herkes, çok çalışmaktan, kafasının çok dolu olmasından yakınıyor.
Biraz zamanınız olsa ya…
Görürler bak nasıl her şeyi güzel güzel hatırlıyorsunuz.
Benim bugünkü elektronik ajandalarla kıyaslandığında Nuh’tan kalma bir Time Planner (zaman planlayıcım) var. Hiçbir yere sığmıyor. Zaten, sanki sığmasın diye yapmışlar. Benimle birlikte olduğundan bu yana, her yerinden bir şey taştığı için zaten istese de çantaya girmiyor.
Onsuz olmuyor. Yıllardır böyleyim. Tüm sistemleri kullandım, değişik tüm yönetim şekillerini dinledim, uyguladım.
Çünkü zamanı iyi kullanmak istiyorum. Unutmak istemiyorum.
Çok sıkıcı olduğunu bilmekle birlikte, günümü not ediyorum. Ayımı planlıyorum.
Gelecek haftayı çok net görüyorum.
Unutmamak için elimden geleni yapıyorum.
Kimseye unuttum demiyorum.
Randevularıma yetişiyor, toplantılarımı atlamıyor, yapacaklarımı insanları üzmeden sıkmadan halledebiliyorum.
Ajandamın içine ara ara “Yapılacaklar” listesi oluşturuyorum. Yaptıklarımın yanına sürekli çarpı koyuyorum ama nedense hem çarpılar hem de yapılacaklar sürekli artıyor. Bir türlü bitmiyor.
Kendi kendime, benim sorunum anımsamamak mı yoksa anımsamak mı diye de düşünmüyor değilim.
Bazen arabaya bir teyp koyuyorum. Unutmazsam tabii…
Tavsiye ederim iyi oluyor.
Cep telefonu ve kulaklık çıktığından bu yana kendi kendine konuşanların sayısı arttı. Artık kimse bize dönüp de bakmıyor. Şimdi daha rahatım, aklıma bir şey gelirse, kayıt düğmesine basıyorum, konuşuyorum.
007 James Bond gibi.
Bir farkla, onun kullandığı aletler asrın harikaları.
Teybe not almanın bir tek sorunu var. Sürekli deşifre etmeniz gerekiyor. Deşifreyi unutursanız, olmuyor tabii.
Bununla yetinmiyorum, unutmamalıyım ve unutturmamalıyım. Sağda solda kağıtlar bulunduruyorum. Bir türlü küçük defterler koyacak kadar organize olamadım. Yanlış anlamayın bir sürü değişik renkli küçük not defterim var.
Ama kağıt daha iyi geliyor. Çünkü kağıtlar oyuncu şeyler. Saklanıveriyorlar bir yerlere. Unutuveriyorsunuz bir yerde…
Sonra yaptıkça üzerlerini çiziyorum. Ne zevk biliyor musunuz? Unutmadan yapmışım ve üzerini gururla çizmişim. Kağıtla işim bitti mi, o zaman buruştur at, yırt, parçalara böl at. O da çok zevkli. Kağıtları birilerine vermeniz mümkün. Çok kolay. “Not almıştım bunları, sen de bir zahmet not et” diyorsunuz. Defteri yırtmak gerekmiyor.
Biliyorum, unutmayayım diye yaptıklarımın bu kadar sınırlı kaldığını sanıyorsunuz ve siz unutuyorsunuz ki, daha kullandığım yöntemlerin hepsi bitmedi.
Siz son zamanlarda şöyle süpermarket benzeri eczanelere girdiniz mi hiç. Orada bulunan değişik markalara ait bitkisel ilaçlara göz attınız mı hiç?
Ben bu söylediklerimi yaptım.
Son numaram Ginkgo Biloba…
Geçtiğimiz yaz uzun zamandır karşılaşmadığım bir arkadaşımla bir davet vesilesiyle yan yana oturabildik. Davetin tabii ki bir teması vardı. Bizim temamız ise otlar oldu. Dağda bayırda, dünyanın en olmadık yerlerinde yetişen, geçmişte koca karı ilacı diye küçümsediğimiz otları şimdi ilaç yapıyorlar.
Aktarlara gitmek zorunda değilsiniz artık.
Tutamdan ölçek, yüksükten gramaj, avuçtan formül üretmek zorunda değilsiniz. Sizin için hepsini yapmışlar.
Arkadaşım almaya başladığı ilaçları anlattı. Önce başım döndü. Onun zaman içinde çok bilgi birikimi yarattığını düşündüm. Zeki olduğuna kanaat getirdim. Bu kadar şeyi aklında tutması nasıl mümkün oluyordu. Gecenin sonuna doğru, biraz uçuk kaçık olduğuna kanaat getirdim. Ama iki söyleyip, bir gülüp, ardından bir ot adı ve bitkisel ilaç ismi vermesine de bayıldım.
Ertesi gün ben de uçuk kaçık olmaya karar vermiş olarak uyandım. Ben de onun dediklerinden alacaktım. Ama hangisi… Hiç birini hatırlamıyordum tabii… Ama tedbiri elden bırakmadığımı tahmin edersiniz, bulduğum bir kağıt parçasına benim için yazmasını istemiştim.
Kargacık burgacık bir sürü garip isimli bitki özlü ilaç…
Bir süre bu ilaçlardan uzak durdum. Ama nereye kadar uzak durabilirsiniz. Sözünü ettiğim, bir adet garip arkadaşınız değil ki… Bir sürü garip arkadaşınız oluyor zaman içinde. O bir şey kullanıyor, bu bir şey kullanıyor…
“Bak şekerim hafızam süper oldu” dediklerinde, buna karşı koymak, takdir edersiniz ki pek kolay olmuyor. Onlar hatırlıyor, ben niye hatırlamayayım…
Benim başım kel mi…
Bu olay saça başa bakmıyor aslında.
Doğruyu söylemek gerekirse, henüz Ginkgo Biloba kutusunu yarılamış bulunuyorum. Mucizevi bir şey hissetmiyorum. Böyle durumlarda en popüler yaklaşım, “Bir de almasaydın o zaman sonuçlarını görürdün” şeklinde oluyor…
Geçtiğimiz yıl Ginkgo Biloba’ya yalnızca ABD’de 500 milyon dolar harcanmış. Ama klinik testler bu mucizevi otun bir işe yarayıp yaramadığını henüz kanıtlayamamış.
Bu ana kadar çalışma arkadaşlarım hafızamı güçlendirmek için yaptığım, uğraştığım, içtiğim şeylerden haberdar değildi. Allah bilir beni biraz sıradışı buluyor olabilirlerdi… Artık sırrımı biliyorlar.
Hayallerini bu yazıyla yıkmış olabilirim.
Pazartesi günleri ajandamın içinden çıkardığım ve nedense boyları birbirini tutmayan kağıtlar üzerindeki bir-iki-üç-dört ve kim bilir kaça kadar giden hatırlatma notlarını gördükçe tüyleri diken diken olan mesai arkadaşlarım, sonunda mücadele etmek yerine duruma uyum sağlamaya karar verdiler. Onlar da bana sürekli not veriyor. İnanılır gibi değil.
Sizi rahatlatmak için şu ana kadar kendimden söz ettim. Birazdan dünyadaki unutkanlık sendromundan söz edeceğim.
Söylemek istediğim şu; üzülmeyin anımsayamamak yalnızca sizin sorununuz değil. Dünya üzerinde milyonlarca kişi aynı dertten muzdarip. Kimse bir türlü her şeyi hatırlayamıyor…
BusinessWeek, geçtiğimiz ay yayınlanan sayılarından birinin kapak konusunu “Unuttum” diye çıkardı. Araştırma anımsayamamak üzerine.
Şimdi diyeceksiniz ki, BusinessWeek gibi bir derginin hatırlamak, hatırlamamak konusunu kapağa taşıması doğru olabilir ya da en azından ilginç olabilir ama hiç kimsenin hiçbir şeyi anımsamadığı bir ülkede, yani bizim ülkede bu kadar çaba niye?
Yapanın yanına kar kalan, zaman zaman yiyeceklerimize unutkanlık tozu serptiklerini bile düşündüğüm bu memlekette, neden hatırlamaya çabalıyorum.
Merak etmeyin, öyle her şeyi hatırlayacağım, hatırlamalıyım diye bir derdim yok. Çoktan öğrendim, unutulması gerekenler unutulmalı.
İstediklerini hafızana kazıyacaksın.
Rahmetli İsmet İnönü’nün istediği zaman çok iyi duyduğu, istemediği zaman kulaklarının ağır işittiği gibi…
Gerektiğinde hatırlayacak, gerekmediğinde “Anımsayamadım” diyeceksin. O kadar lüzumsuz konu ve insan biriktirmene gerek yok. Sana yazık.
Ben telefon numarası bile ezberlemem. Neden ezberleyecekmişim. Al bir ajanda, ister manuel ister dijital, olmadı telefonuna kaydet.
Çok şaşırmışımdır marifetmiş gibi tüm telefonları hafızalarına kazıyanlara. Başka işleri yok herhalde.
Tıp inanılmaz ilerleme kaydediliyor. Teknoloji de öyle. Doğal olarak yaşamlarımız da… Adını sanını daha önce duymadığımız yeni hastalıklarımız var. Dertlerimiz renkli ve sayıca fazla. Hafıza kaybı bunlardan biri. Aslında sorunlarımızın pek çoğu genetik. Aileden kalıtım yoluyla bize intikal ediyor. Ancak tıbbın yeni yaklaşımı şu;
genetik miras, bir kader değildir…
Doğru beslenme, nefes alma, hareket etme, uyuma, hayata olumlu bakma, stres azaltma gibi yaşam davranışlarıyla, genetik kodlarımızın bize izin verdiğinden daha iyi ve uzun bir yaşam sürebilirmişiz.
Teknolojiyi akıllıca kullanmak gerekiyormuş, çünkü teknoloji bir taraftan yaşam sunuyor, bir taraftan da yaşam hakkımızı elimizden alıyor… Teknoloji sayesinde hareket etmek üzere tasarlanmış olan bedenimiz, hareket etme özgürlüğünden yoksun. İnsan vücudu yaklaşık 200 eklemiyle, yüzlerce kasıyla, bütün yapısı ve ergonomisiyle, tehditlerden kaçmak, kovalamak bunun için yeterli gücü oluşturabilmek, günlük yiyeceğini elde edebilmek için ağaçlara tırmanmak, hayvanları kovalamak, avlanmak için geliştirilmişken teknoloji sayesinde oturuyor.
Artık yürümüyoruz, koşmuyoruz, en ufak bir bedensel harekette bulunurken iki kere düşünüyoruz. Zaten en fazla düşünüyoruz. Bedensel hareketin gerektirdiğinden daha fazla süreyi düşünmeye ayırıyoruz.
Ve sonra hasta oluyoruz.
Hafızamızı yitirmemiz ciddi bir sorun. Üstelik de entelektüel ve sürekli beyni çalıştıranların sorunu.
Artık unutkanlığınızla övünebilirsiniz. Yapılan araştırmalar özrünüzü hafifletebilecek mazeretler çıkarıyor.
Unutkanlık ile ilgili şikayeti bulunanlar iyi eğitimli ve vücuduyla değil beyni ile çalışanlar. Kendilerindeki sorunların teşhisini koymakta gecikmiyorlar. Her yıl milyonlarca insan unutkanlık nedeniyle şikayetçi oluyor. Bunların yüzde 15’i, ilerleyen zamanlarda Alzheimer Hastalığı geliştiriyor.
Halen dünya üzerinde 60 ilaç şirketinin unutkanlığa çare bulmaya çabaladıkları biliniyor. Bunların arasından 40’ının ürettiği ilaçların deneme safhasında oldukları tahmin ediliyor. Hafızayı geliştiren ilaçların üretilebilmesi halinde, Alzheimer Hastalığı’na çare bulunabileceği tahmin ediliyor.
İnsan beyninin 20’li yaşlarda en iyi düzeye ulaştığı, ondan sonra her yıl biraz gerilediği biliniyor. ABD’de yapılan bir araştırmada yaşları 50 üzeri olan kişilerin yüzde 75’i unutkanlık sorunu yaşadıklarını itiraf etmişler. Halen 60 yaşın üzerindeki 20 milyon Amerikalının hafıza sorunu varmış. Bunların 4 buçuk milyonu Alzheimer.
Düşünsenize tıp ilerliyor, teknoloji de, bu sayede daha uzun zaman yaşıyoruz. Yaşam sürelerimiz uzuyor ama Alzheimer’a yakalanma şansımız artıyor.
Unutmadan, vitaminler arasından E, unutkanlığa iyi geliyormuş. E vitamini, beynimizi tahrip eden serbest radikal adı verilen molekülleri etkisiz hale getiriyormuş.
Bu arada köri, sever misiniz bilmem… Kanıtlanmış bir yanı olmadığını da söylemeliyim. Hindistan dünya üzerinde Alzheimer hastası en az olan ülke. Bu durumun ülkede çok tüketilen köri yüzünden olabileceği düşünülüyor.
Hafıza ilaçlarının yaşlılığa karşı olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Ticari anlamda hafıza ilaçlarının en önemli pazarı gençler. Özellikle de üniversite gençliği. Belki bizim gençlik içinde o kadar yaygın değildir. Ancak ABD’de üniversite öğrencileri bu tür hafıza açan ilaçları severek kullanıyor.
İnsanlarda genetik anlamda bozulma 40 yaşında başlıyormuş. Dikkat…
Size bizim atasözlerimizi anımsatan birkaç bilgiyi vererek bu yazıyı noktalamayı planlıyorum.
Biliyorsunuz işleyen demir pas tutmazmış. Araştırmalarla sabit ki, sürekli çalıştırılan hafıza, emekliye ayırdığımız hafızamızdan daha iyi durumda kalabiliyor. Beyin fonksiyonlarını ilerleyen yaşlarına rağmen çalıştırmaya devam edenlerin unutkanlık hastalığına daha az yakalandıkları tespit edilmiş.
Bu arada anne babalara da ufak bir uyarı var; 10 yaşına kadar yeterli eğitim almamış ya da hiç eğitim almamış olanların ilerideki yaşlarda Alzheimer Hastalığına yakalanma olasılıkları daha fazla. Genç yaşta alınan eğitim ve bu sayede beynin maruz kaldığı hareketlilik, onu daha iyi çalıştırmamızı sağladığı gibi daha uzun ve sağlıklı çalıştırmamıza da yarıyor.
Görüyor musunuz, meğer çalışmak sağlığa iyi geliyormuş.
Şaka bir yana, aman boş durmayın, boş duranlara da mani olun.
Yoruldum diyenlere, ‘hafızanı kaybetmek daha mı iyi’ diye sorabilirsiniz.
Unutmayı meziyet sayan bir ülkede, ‘unuttum’ diyerek her işin içinden çıkan bir toplum olmayı hazmedemiyorum. Unutmayın, unutturmayın.
Küçük bir dipnot koymadan geçemiyorum. Devletin kusuruyla HIV virüsü bulaştırdığımız küçük YO, sizce ileride bugün yaşadıklarını unutabilecek mi?
Belki de, okula gitmesine engel olarak şimdiden hafızasını baltalayabiliriz. İstersek tüm bu yaşananları biz de unutabilir, rahat koltuklarımızda oturmaya devam edebiliriz.
Unutmak marifet olamaz. Başka kanallarla HIV virüsü bulaşacak çocuklar olacak, işyerlerinde HIV ve benzer diğer hastalıklarla boğuşan insanlarla birlikte çalışacağız. Unutmak marifet değil.
İyi haftalar.