Ben, yoksul olmak ve yoksul kalmak istemiyorum. Ben, hem karnımı hem beynimi hem de gönlümü doyurmak istiyorum. Bunun icin bana pirinç/mercimek değil iş ver, bana ihale değil fırsat ver, bana fikir değil bilgi ver. Gerisini ben hallederim.
Geçtiğimiz ay Türk-İş, 4 kişilik bir ailenin zorunlu mutfak harcama tutarını (açlık sınırı) 627,65 YTL, gıdanın yanı sıra konut, giyim, ulaşım, sağlık, eğitim, kültür gibi diğer zorunlu harcama tutarını (yoksulluk sınırı) 2 bin 44 YTL 47 Ykr olarak açıkladı.
Dünya Bankası’na göre günlük geliri 2400 k/cal. besini almaya yetmeyenler ‘Mutlak Yoksullar’. Mutlak yoksulluk sınırı az gelişmiş ülkeler için kişi başına günde 1 Dolar, Türkiye’nin de dahil olduğu grup için 4 Dolar.
2006 yılı İnsani Gelişme Endeksi’ne göre nüfusumuzun yüzde 3.4’ü günlük 1 doların, yüzde 18.7’si de günlük 2 doların altında yaşıyor: yaklaşık 19 milyon kişi! Eğitim gibi bazı temel ihtiyaçlardan yoksun olan bu kesim sosyal dışlanma tehdidiyle karşı karşıya. Şimdi genellikle ilişkilendirme zahmetine katlanmadığımız bir başka rakam vereceğim. TÜİK’e göre işsizler sıklıkla (yüzde 31.2) “eş-dost” vasıtasıyla iş arıyor. Sosyal güvenlik kuruluşuna kayıtlı olmadan çalışanların oranı yüzde 47,6.
Bu rakamlar yalnızca yoksul Türkiye’nin değil, popülist Türkiye’nin de tanımını yapıyor. Bu rakamlar, sosyal politikamızın bilinçli ve sistemli yeni bir bağımlı kesim oluşturduğunu gösteriyor. Nohut, mercimek, bulgur çuvalları, iftar çadırları, yakacak ve gıda yardımları ile altın vermeye kadar uzanan uygulamalarla birlikte eğitim ve iş edindirme çabaları görebilsem tabii ki yapılanları alkışlayacağım. “Eğitme besle” eşittir “ver ve iste”. İşte bu yüzden karşımıza “ya sev ya terk et” anlayışı çıkıyor.
Kendinizi kısır tartışmaların iktidarı yaparsanız, sosyal politika adına geniş aile yapısı üzerinden tarikat ilişkisine yönlenirsiniz. Bir iktidarın sosyal politikası, yardım bağımlı yaşam süren insanları bu koşullandırmalar altında sandığa götürmek mi olmalı? Son seçimler bir yanda yoksul, diğer yanda zengini temsil eden özellikle iş dünyasının davranış şeklini anlamak açısından güzel bir örnektir. Konumuz yoksulluk olabilir, ama unutmayalım ki, kimi karnını doyurmak kimi gözünü doyurmak için yaşıyor. Bu iki uç zaman zaman uyumla birleşiyor.
Hep verin, hep alırsınız. Tek sorun, bir gün bir başkası sizden daha fazlasını verirse ne yaparsınız?
Toplumda geniş aile dayanışması tabii ki çok önemli. Son krizi bu sayede daha insanca yaşamadık mı? Son kriz 2001’deydi. Aradan 6 yıl geçti. O günden bugüne ne oldu, ne yaptık? Asıl soru bu!
Yoksulluğun azaltılması, borçların silinmesi, hastalıkların kontrol altına alınması gibi konularda uluslararası çalışmalarıyla tanınan BM Genel Sekreteri Özel Danışmanı Jeffrey Sachs’ın bir süre önce BBC’ye verdiği bir demeçten alıntı yapacağım: “Sahtekarlara para vermeyin. Koşulsuz para vermeyin. Aldıkları yardımı iyi biçimde kullanacaklarını net olarak gösteremeyen ülkelere para vermeyin… Bağımlılığa son vermek istiyorsanız, fakir insanların üretici olup, fakirlik tuzağından çıkmasını sağlayacak araçları verin. Bunu yapmadığınız sürece bu rezaleti temizleyemezsiniz. Çünkü bu bir tuzak”.
Yoksul insanları üretici kılacak ne tür fırsat ve araçlar sunuyoruz?
Anayasaya tartışmalarında kafalarını türbana gömenler ile “Türkiye Malezya olur mu” diye kuru kuru tartışan sözde aydınlar kendilerini bu sarmaldan kurtarabilmeliler. Yoksulluk sarmalı dediğiniz şey farklı temalarla da ilişkilendirilebilir. Örneğin cehalet. Sözde aydınlar yiyecek, yakacak ve hatta altın yardımı alan yoksullar gibi fikir ve konu yardımı aldıkları sürece yeni ve öz fikir geliştiremiyor. Veriyorsunuz bir konuyu çiğniyor, sakız olunca bir başka konu veriyorsunuz, yine çiğniyor… Sosyal politika olmaması böyle bir şey. Kimini yoksulluğa, kimini zenginliğe, kimini varolmaya bağımlı kılarsınız. Bağımlılık eşittir bir tür yoksulluk!