Bana Yeni Bir Ben Lazım! Tanrım bana üç tane, üç de yetmez beş tane… Beş de yetmez… Ver ver ver ver ver… Ver Allahım ver! Böyle başlığa böyle bir spot gerek. Ama “”yeni bir hayat… yeni bir aşk… yeni bir ben…”” diyebilmek için klasik değil, gerçekten farklı bir bakış açısı gerek.
Oflayan puflayan bir kız, sıkılıyor da sıkılıyor… Niye sıkıldığını ne o biliyor, ne de biz.
Çirkin, yüzüne bakılır gibi değil.
Mesaj şu; güzel olsa zaten sıkılacak zamanı olmayacak. Ama çirkin, çok sıkılıyor.
Eskiler sıkılan kızlara iyi gözle bakmazlarmış. Koca aradığını düşünürlermiş. Reklamdaki kız da koca arıyor gibi duruyor. Hep sıkılıyor… hep sıkılıyor…
Sanıyor ki, kocayı bulunca sıkıntıları geçecek… Bilse ki, böyle olmayacak…
Sonra “”sana yeni bir aşk lazım, sana yeni bir hayat lazım, ondan sonra sana yeni bir sen lazım”” diyen birini görüyoruz.
Reklam filmi devam edecek olsa, eminim sıkılan kızın elinden tutup sürükleyerek çarşıya çıkardıklarını da göreceğiz:
“”Hadi seç. Beğen beğen al. Hangisi üzerine daha iyi oluyorsa onu al!””
Süper market raflarına göz attıklarını, üzerinde “”aşk”” levhası sallanan bölüme girince dizi dizi aşklarla karşılaşınca şaşırdıklarını görür gibiyim. Yeşil gözlüsü mavi gözlüsü hangisini seçsem diyeceğinden eminim.
Kim bilir izleyen kaç kişi, gidilip bir yerlerden yeni bir hayat, yeni bir aşk alındığını sanıyordur.
Favorim “”Yeni Bir Ben””
Yazının başlığını gördükten sonra kafanızda şimşekler çaktığından eminim.
Siz benim de alıp başımı gittiğimi, kocayı sattığımı, kendimi değiştirdiğimi sanıyorsunuz.
Haklı da olabilirsiniz hani.
Nereden baktığınıza bağlı.
Hala buralardayım, hala zamansızlıktan iki yakamı bir araya getiremiyorum. Günün tuhaf ve sıkışık zaman dilimlerinde uyuyor, kargalar kalkmadan uyanıyor, kendimi bilgisayarın önüne fırlatıyorum. Buna yeni hayat denebilir mi bilmiyorum. İçinizden geçeni biliyorum; “”Böyle bir hayat istenir mi?””
Vallahi ben de bilmiyorum.
Tuhaf bir mutluluk içindeyim.
Ben eskiden böyle bir tempoya sahip değildim, kimse değildi. Bilgisayar tuşlarına elimi günlerce dokundurmasam olurdu. Kitap sayfalarını gazete sayfalarını parmaklarımı yalaya yalaya çevirir; elimde kalem çiziktirir dururdum.
Reklamcılar haklı mıdır nedir. Böyle bakarsak yeni bir hayatım var.
Hayat bir bakıyorsunuz eski hayat gibi duruyor, bir bakıyorsunuz alakası yok. Gerçi kimseyi alıp sattığım yok. Herkes yerli yerinde duruyor. Raflardan yeni bir aşk seçecek zaman da yok.
Peki Ya Ben???!!!!!!
Aman yarabbi işte o en korkutucu kısım.
Hep değişiyor hep değişiyor.
Reklamdaki kız niye değişmiyor anlamıyorum.
Sürekli değişiyorum. Ben, bana ayak uyduramıyorum.
Bir de, “”Hadi gidip bana yeni bir ben alalım”” demez mi?
Ayyy yok yeter.
Yeni bir ben.
Tavsiye etmeli miyim bilmiyorum.
Hem büyük çaba hem büyük bir fatura.
Şimdi ne oluyor da, benim “”ben”” sürekli değişiyor, bu zavallı kızınki değişmiyor ona Perşembe Pazarından “”ben”” bulmaya çalışıyorlar.
Olay hem basit hem de pek o kadar değil.
Benim değişmemin nedenleri var. Özetlemek için kafamı taktığım birkaç kelimeyi paylaşayım: “”Zenginlik”” biri, “”ulaşılabilirlik”” diğeri… “”Paylaşmak”” sonuncusu.
Bir Domuza Bir Çuval Buğday
Neolitik Çağda insanların tüm sermayesi sağdan soldan bulup yonttukları taşlar, sopalardı. Tarım toplumunda biraz mısırınız, biraz buğdayınız üç beş hayvanınız olduğunda cepte para var sayılırdı. Ben sana domuzumu vereyim sen bana ev yap türünden konuşmalar geçebilirdi. Herkes tarlasını bir kez eker, şansı yaver gider havalar iyi olursa, iyi mahsul alınırdı. İyi mahsul alınıp, hepsini gelecek seneye kadar tüketebilirse ne iyi, yoksa çürütürdü. Çünkü değerlendirebileceği fazla seçeneği yoktu.
Yok, havalar kötü gitti, mahsul iyi olmadı mı? O zaman ölümlerden ölüm beğenmek gerekir. Çünkü aç kalırdı.
O zamanki zenginlik böyle. Ama gördüğünüz gibi değiş tokuşu kısıtlı bir sermaye.
Artık domuz verip buğday; koyun verip diğer ihtiyaç maddelerini almıyoruz. Alışverişin sonu da gelmedi, üstelik inanılmaz başka bir hal aldığı söylenebilir. Garip şeyler alıyoruz. Zenginliği farklı birimlerle ölçüyoruz. Geleceği alıp satıyoruz.
Elimize ne domuz, ne buğday, çoğu zaman para bile geçmiyor.
Tuhaf bir başka zenginlik garip bir sermaye birikimi.
Know-how; bilgi!
Hodgkin Öldürür Mü?
Olay Amerika’da geçiyor. Yıl 1995. 27 yaşında Anja Forbriger adlı genç bir kadın sahnede. Mekan hastane koridoru. Doktorla karşılaşıyor, “”Anja, rahatsızlığını bulduk sende Hodgkin var”” deyip kendisini bekleyen diğer hastasına doğru yürüyor.
Acımasızdırlar nedense. Yani her gün ölümle burun buruna yaşamak kolay olmasa gerek. Ama böyle de söylenmez ki.
Bu hastalık bir tür kanser ve sanırım yayılma ve öldürme açısından kanser türlerinin içinde en zararlısı ya da zararlılarından biri.
Anja, o anda dünyanın sona erdiğini düşündüğünü anımsıyor. Hastanenin başına yıkıldığını. Bittiğini, artık yaşamasının da bir anlamı olmadığını…
Oysa masterını tamamlamış, eğitim sürecini geride bırakmış, donanımlı genç bir kadın olarak kariyerinde hızlı adımlarla ilerleyecekken…
Nereden çıktı bu hodgkin?
Sınavlar sırasında boğazındaki kurumayı, kendisindeki tuhaflıkları hafife aldığını, hiçbir şey konduramadığını anımsıyor. Meğer vücudu sinyal üstüne sinyal veriyormuş.
Anja kütüphanecilik eğitiminden geçmiş profesyonel bir araştırmacı. Eğitimin böyle güzel bir tarafı var, en umutsuz anımızda, içinizdeki hodgkin virüsü gibi çıkıveriyor ve inat ediyor.
Ne mi yapıyor?
Kaç vakte kadar öleceğini hesaplamak yerine kolları sıvıyor.
Doktorun farkında bile olmadan söylediği o acımasız sözler üzerine internete dalıyor. Bildiği tüm sitelere, girebildiği her yere girip çıkıyor. Geceyi nette geçirip sonunda Pennsylvania Üniversitesinin OncoLink sitesine ulaşıyor:
“”Sabaha kadar okudum. Gözümü kırpmadım. Forumlara katıldım, başkalarıyla tanıştım ve ilk kez deliler gibi ağladım. Ağladım çünkü hodgkins’i olan bir tek ben değildim. Başkalarını buldum onlarla konuştum.””
Anja’ya ilk yanıt Salt Lake’den geliyor. Steve adında bir adam, “”Deli misin, sakın panik olma. Ben de kanser hastasıyım hodgkins’i yendim diyor. Sen de yenebilirsin. Steve, sonra görüşürüz deyip, kayağa gideceğini söylüyor.”” diye not atıyor. Anja inanamamış, onun hodginks’i var ama ölümü beklemiyor.
Hasta Bilgili Olursa
Yapılan araştırmalar hastaların yakalandıkların hastalıklar konusunda edindikleri bilgilerde doktorlarla yarıştıklarını gösteriyor. Tabii ki bilgiye daha kolay ulaşılan coğrafyalarda, bilgi kanallarının herkese açık olduğu ekonomilerde.
İskoçya’da Ulusal Sağlık Hizmetleri Örgütü tarafından yapılan araştırmaya yanıt veren doktorların yüzde 58′i , son yıllarda kendilerine başvuran hastaların hastalıklarına ilişkin detaylı bilgiye sahip olduklarını söylemişler. Aynı araştırma, doktorların zaman zaman bilgi konusunda hastanın gerisinde kalabildiğini göstermiş.
Anja’nın hodgkins’i ne yazık ki tehlikeli hızlı yayılan türden çıktı. Doktorlar ameliyat, kemoterapi ve radyo terapiden oluşan bir tedavi öngördüler. Buna göre ameliyatta hastalığın bulunduğu bölgede ciddi bir temizlik operasyonu yapılacak.
Araştırmacı hasta Anja, kararı doktorlara bırakmadan önce değişik noktalardan kontrol etmek istedi.
Bulgular ameliyatın çözüm olmadığını, hastalığın kendisini tekrarlayabildiğini gösterince Anja bu kez doktorla mücadeleye girip onları ikna etmeye çalıştı: Ameliyat yok.
Hayat İstemesek De Değişiyor
Anja’nın hikayesinin sonu bizi ilgilendirmiyor. Bu hikayede bizi ilgilendiren şey, başlığa geri dönersek eğer;
“”yeni bir hayat gerisi bayat,
yeni bir ben!””
İnsanların hayatı onlar istese de istemese de değişebiliyor görüldüğü gibi. Bir anda! Bir de isteyerek değiştirdiğimiz hayatlar var. İşin uzmanına neyin nasıl yapılması gerektiği konusunda danışmak bilgi vermek ve fark yaratmayı sağlayarak.
Yeni bir ben mi?
Sizce Anja artık “”yeni bir ben”” değil mi?
Zenginlik ve ulaşılabilirlik: Richness and Reach. Arada bir dönüp baktığım kitaplardan biri “”Blown to Bits How the New Economics of Information Transforms Strategy”” Yazarları Philip Evans ve Thomas S. Wurster. (HBR Press)
Kitabın bölüm başlıklarından biri Richness and Reach. Birkaç yıl önce okuduğumda da çok ilgimi çekmişti. Ama bugün okuduğumda daha iyi anlıyorum.
Richness, cebimdeki paranın ifade ettiği zenginlik değil. Ulaştırdığım ya da bana ulaşan bilginin içeriğinin zenginliği. Reachness ise ulaşılabilirlik. Bilgiye ulaşabilmek, bilgiyi elde edebilmek, sonucunda da bilgiyi kullanabilmek.
Yakın zamana kadar bir bilgiyi ulaştırabilmek için ulaştıracağınız kişilerin aynı mekanı ya da yakın mekanı paylaşıyor olmaları önemliydi. Böylece bilgi daha küçük gruplara yayılabiliyordu. Bugün kullandığımız bir sürü kanal var.
Bilgi bu kanallarla eskiden hayal dahi edemeyeceğimiz süratte ve yine eskiden hayal dahi edemeyeceğimiz kadar çok kişiye ulaşabiliyor. Bilgiyi kullanan kullanamayana fark atıyor.
O zaman bu kanallara sahip olabilmek gerekiyor öyle değil mi?
Richness And Reach
Zenginlik ve ulaşılabilirlik kavramlarından çok etkilenmeme karşın, yaşadığım gerçekler cebimdeki parayı unutmama engel oluyor.
Diğer bir ifadeyle Hodgkins’s Türkiye’de yaşayan bir genç kadının başına gelmiş olsaydı ki, her gün oluyor. Bu genç kadın bilgiye Anja kadar rahat ulaşabilecek miydi?
Sizce Anja’nın çok parası mı var? Emin değilim, sanmıyorum. Ama emin olduğum bir şey var; Anja’nın mili gelirden aldığı pay, Ayşe’nin milli gelirden aldığı paydan daha yüksek. Emin olduğum bir şey daha var, Anja’nın yaşadığı ülkenin milli geliri, Ayşe’nin yaşadığı ülkenin yarattığı gelirden daha yüksek. Son olarak emin olduğum bir başka nokta ise Anja’nın ülkesindeki bireylerin maddi zenginliklerinin yanı sıra bilgiye ulaşmak gibi alt yapı zenginlikleri de daha fazla, daha büyük, daha kolay…
Evet, milli gelirden aldığı pay yüksek olan bilgiye daha rahat ulaştığında, cebinde parası olanla cebinde parası olmayan arasındaki fark bir başka boyutta karşımıza çıkıyor. Toplum içinde farklılıklar hortluyor.
“”Yeni bir hayat gerisi bayat bana yeni bir ben lazım”” diye bilmenin önemli koşullarından biri bilgiye ulaşabilmek. Milli gelirden aldığı pay 500 doların altında olan milli gelirden aldığı pay 50 bin doları bulan aynı bilgiden aynı kanallardan konuşamıyor. Türkiye’de gelir eşitsizliğinde uçurumlar yaşıyoruz. Bunu hepimiz biliyoruz.
Çok kazanan azınlık ile az kazanan çoğunluğun beraberliği mutlu sonla bitmiyor. Geliri eşitleyecek bir fırsatı yakalama şansımız var. Toplumun tüm bireylerine temel zenginlikle tanıştıracak olan bir şans: bilgi.
O zaman kimsenin süper market rafından kendisine yeni bir hayat almasına gerek kalmayacak. Yeni bir koca bulduğunda sıkıntısının geçeceğine inanlarla karşılaşmayacağız. “”Yeni bir ben”” yaratayım da kurtulayım diye kafası kesik tavuk gibi koşuşturanlar olmayacak. Çünkü bilgiye sahip olan zaten her an “”yeni bir ben”” yaratacak. Hayat bu duran su değil ki. Gürül gürül akıyor. Değişmeyeceksiniz de ne yapacaksınız?
Her gün yeni bir hayat
Eskisi çok bayat
Her an yeni bir ben
Bana bilgi lazım.